ŞİİR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ŞİİR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Bazen kafamın içini samanla doldurmuşlar gibi.. Hiçbir şeyi anlamıyor, duymuyor, bilmiyor, düşünmüyor ve hatta düşünmekten korkuyor gibi hissediyorum. Aslında hiç de öyle biri değilim ve hatta değildim ama sanırım yaşın rüzgarına kapıldım ben de!
Evvelki yıllarda okuduğum kitabın sayısını hatırlamazken şimdilerde bir yıl içinde okuduğum kitapların sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar azalmışken, bu durum ne de çok rahatsız ediyor beni bir bilseniz. Evet, aylar öncesinden okumak için aldığım kitaplar, al beni oku diye adeta gözlerimin önünde çığlık ata dururken ben kendimi son iki senedir ders çalışmalarına adamış durumdayım. Kaldı ki dersleri bile seresim var şu son zamanlarda. Issız bir yere ihtiyacım var mümkünse insan ve şehir gürültüsünün olmadığı, sadece doğa ile başbaşa kalacağım ve bir de sevdiğim olsun yeter yanımda.
Ve yarın bir hafta daha var şu meşhur Pazartesi sendromuyla başlayacağımız...Halbu ki Pazartesi'nin ne günahı var. Haftanın ilk günü olmak onun suçu değil ne de olsa. Allah iyilerle karşılaştırsın diyelim de güzel geçsin bari. Tabii her zaman rahmetli babamın da sürekli bizi uyardığı gibi, yataktan kalkar kalkmaz besmele ile başlamak güne. Sonra aynanın karşısına geçip, bugün güzel bir gün olacak, olmaması için hiçbir sebep yok demek ve telkinde bulunmak kendimize. Aslında hep dediğim bir şey var ki insan evrene enerjisini nasıl gönderiyorsa o şekilde de karşılık buluyor bu kesin. Pek çok denenmişliğin olması nedeniyle söylüyorum bunu. O yüzden nasıl başlarsak öyle gider derler ya bir şeyler için... Güzel başlayalım güzel gitsin ve öyle de devam etsin hepimiz için.
Ve bir şiir böler geceyi ansızın... Birhan Keskin – Taş Parçaları... Şiir uzun ama bence dinlemek çok da keyİfli. Son zamanlarda takıntısı olduğum Eser Gökay yorumuyla hem de.
“Madem arkandan ağlamamı bile çok gördün bana
Al bu taşlar senin olsun… O halde ve bundan böyle
Bütün davullar vursun, telleri kopsun sazların
boşluğa bağırsınlar, birlikte;
Kan kusacağız.
Kan kusacağız.
Madem dünya bunca zalim
Madem yakışmıyor kalbimize.

Bütün davullar gümlesin
Boşluktan gelen, boşluğu dolduranı
Boşluğa böğüreni
Vursunnnn.

Bak! nasıl kan kusuyor külde uyuyan
Dünya görsün.

Ve dinlemek için burada ki https://www.youtube.com/watch?v=_5KrATs_2W0 linki tıklamanız yeterli olacaktır. Evet, gece gece, gecenin bir vakti. Şiirsedim sanırım belki de. O da ne öyle, ne söylüyorum ben. Şiirsedim, var mı Türkçe'de böyle bir kullanım. Mazur görünüz artık vakit epey geç oldu. Uyku zamanı ama bu şiir bitmeden uyumak haram bana.

Ben seni hep sevgilim ben seni hep

yüzünden geçen dalgalardan okudum.
Gözlerine sevgi okudum ellerine şefkat okudum
Annen seni inkâr etmişti
Aldım etime dokudum.


Bitmez şiirler, tükenmez... Sevdalar var oldukça, yaşam devam ettikçe ölmez hiçbir dize, yaşar her şair ve yazar. Okumayı sevdikçe, dinledikçe, anladıkça ve özümsedikçe...

Şiirleri seviniz, yazanları daha da çok seviniz. Hepsi ayrı bir yaşam, hepsi ayrı bir hikaye bizlere. Sarınız onları sımsıkı sarılınız bırakmamacasına.

Yaşasın şiirler, yaşasın dünya döndükçe...
Şiirle bitsin her gece...
Şiirle başlayalım her güne...

Şiire doyuyorum bu gece...

Mehpare ÖĞÜT







Gerçekten bir şey oluyor burada. Gizemli bir şey.
Bir denizaltı kadar görkemli ve garip.
Gri bir günde camlardan yağmuru seyretmek.
Saydam yusufçuklar yavaşça uzaklaşıyor ve beni
sana getiriyorlar topaz tapınaklarda.
Sen bir güneş tanrısı gibi gülümsüyorsun.
Biliyor musun kaç yıl tek başınaydım ben
karmaşanın içinde. Bir türlü tutunamıyordum işte.
Bir tek senin yanında yürümüştüm ben
topaz bir günde ve suya yakın.
Geceleri üstümü örterdin. Sonra konuşmazdın hiç.
Uzun süre konuşmazdık. Gözlerinde kaybolurdum.
Bu suskunluk anlaşılır bir şeydi. Deniz
ve karanlık yerlerden geçen bir nehrin sessizliği gibi…

Biliyor musun bir şey oluyor burada. Garip bir şey.
Bulanık bir suda yokoluş gibi.
Gözlerimde beyaz kelebekler uçuşuyor
ve beni kendime getiriyorlar yavaşça
beyaz odalarda…

Unutuşum başka bir sendi. Ben ölüyordum Tropiko.
Unutuşun beyaz romansıyla ölüyordum.
Söyleyecek başka bir şeyim yok artık.
Unutmak istemiyordum oysa.
Güzel kalan yaralarda vardır çünkü…
Limon kokulu, yağmurlu kadınlar vardır.
Hiç unutmayan kadınlar vardır… limon kokulu…
herşeye rağmen… yağmur kalan kadınlar vardır…

Ben iyiyim şimdi. Sen nasılsın?

Lâle MÜLDÜR



Şiir ne bir gerçek habercisi ne bir güzel ve etkileyici konuşan insan ne de yasa koyucudur. Şairin dili, düzyazı gibi anlaşılmak için değil; fakat duyulmak üzere var olmuş, müzikle söz arasında, sözden çok müziğe yakın ortalama bir dildir.

Düzyazının doğurucusu akıl ve mantık; şiirin ise algılama alanları dışında gizlerin ve bilinmezlerin gecesi içine gömülmüş, yalnız aydınlık sularının ışıkları, zaman zaman duyuşlarımızın ufuklarına yansıyan kutsal ve adsız kaynaktır.

Denilebilir ki şiir, düzyazıya çevrilemeyen nazımdır.

Şiir bir öykü değil, sessiz bir şarkıdır.

Şiirde her şeyden önce önemli olan, sözcüğün anlamı değil, tümcedeki söyleniş değeridir.

Doğrusunu söylemek gerekirse, şiirde anlam, uyumun yaptığı telkinlerden başka nedir? Şiirde konu şair için ancak şiir söylemek ve hayal kurmak için bir nedendir.

En güzel şiirler, anlamlarını okuyucunun ruhundan alan şiirlerdir.

Özetle şiir, peygamberlerin sözleri gibi, çeşitli yorumlara elverişli bir anlam genişliği taşımalı. Bir şiirin anlamı başka bir anlam olmaya elverişli oldukça, her okuyan ona kendi yaşamının da anlamını verebilir ve böylece şiir, şairlerle insanlar arasında ortak bir duygulanma dili olma aşamasına erişebilir.


Ahmet HAŞİM


1-
Bir ilaç içsem bari diye düşündüm,
Biraz kolonya sürünsem,
Ferahlasam, pencereyi açsam.
Şöyle bir şey yazdım sonra:
Yağmur, çamurlu bir elbise dikiyor şehre
Sıkılıyoruz hepimiz bu çamurlu giysinin içinde.
Berbattı,
Bir şiire böyle başlanmazdı.

İç ses diye söylendim,
Ardından Yıldırım Gürses...
Aptal aptal güldüm bir de buna.
Ayşecik vazoyu kırıyor
Ve ‘tamir et bakalım’ diyordu babasına.
Yapıştırsam da parçalarını hayatımın
Su sızdırıyordu çatlaklarından.
Karnabahar kızartmıyordu asla
Başrolde kadınlar.

Güçlü bir el silkeledi beni sonra
Sanırım Tanrı’nın eliydi.
Sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan.
Binlerce yeşil gözü olan bir zeytin ağacı gibi,
Çok şey görmüşüm gibi,
Ve çok şey geçmiş gibi başımdan,
Ah...dedim sonra
Ah!

İç ses, diye söylendim
Çocukken şöyle dua ederdim Tanrı’ya:
Tanrım bana hiç erimeyen,
Kırmızı bir bonbon şekeri yolla.
Eski tül perdelerden gelinlik biçerdik
Kardeşimle kendimize durmadan,
Olmayan çayları,
Olmayan fincanlardan içerdik.
Olmayan kapıları açardık,
Olmayan ziller çaldığında.
Siyah papyonlu olurdu mutlaka
Resim defterimizdeki damat.
Yedi günde yarattığımız dünya
Mutlu olurduk pastel koksa.

Ve şimdi şöyle dua ediyorum Tanrı’ya:
Olanlar oldu tanrım
Bütün bu olanların ağırlığından beni kolla!

Kaybolmak istemiştim bir zamanlar
Kapının arkasında yokum demiştim
Ve divanın altında da.
Bulamazsınız ki artık beni,
Hayatın ortasında.
Kaybolmak istemiştim bir zamanlar
Beni kimse bulamazdı
Tanrı’nın arkasına saklansam.
O Kocamandı, en kocamandı o.
Bir kız çocuğunun hayalleri kadar.

Bir zamanlar kendimi
Bulunmaz Hint kumaşı sanmıştım.
Kaç metredir benim yokluğum?
Benden daha çok var sanmıştım.
Benim yokluğumdan dünyaya
Bir elbise çıkar sanmıştım
Dünyanın çıplaklığına bakmaya utanmadan
Sonunda ben de alıştım.
Ah...dedim sonra,
Ah!

Güzin Ablası kitaplar olan bir kızdım,
İçim sıkılmasa o kadar
Tek bir satır bile okumazdım.
Taş bebeğim ters çevrilince ağlardı
Bir derdi var derdim.
Derdimi demeyi ben taşbebeğimden öğrendim.
Ninni derdim, ninni bebeğim!
Cam gözlerini kapardı, naylon kirpiklerini.
Plastik gözkapaklarının ardında,
Bilirdim rüyaları yoktu bebeğimin,
Gözyaşları da.
Ağladıkça tükürüğümden sürerdim gözaltlarına.
Bu kadar kolay harcamazdım rüyalarımı,
Kırmızı çantamda bayram harçlıklarım olmasa.

İnsan çıtır ekmeği ısırdığında,
Kırıklar dolar kucağına,
İşte orası umudun tarlasıdır.
Ve orada başaklar ağırlaştığında,
Sayısız ah dökülür toprağa.

İç ses, diye söylendim
Ve ah dedim sonra,
Böyle ah demeyi beli bükük bir ahlat ağacından öğrendim.

Dallarına salıncak kurardı çocuklar,
Hızlı yaşanan bir hayatın şarkılarıydı salıncaklar.
Meyveleri tatsızdı
Eski bir lanetten dolayı
Herkes dişlerdi acı meyvelerini,
Ve herkes söverdi ona.
İsmini yazardı herkes onun bağrına,
Ah derdi o. Ah!

Bıçağın ucundaydı insanların hafızası
‘İnsan unutandır
ve insan unutulmaya mahkum olandır.’
Tanrı şöyle derdi o zaman:
Ah!

Ne çok dikeni vardı ahlat ağacının tanrım,
Ulaşılamazdı,
Sen sarılmak istesen ona,
O sana sarılmazdı.
Ne çok dikenin vardı Tanrım!
Ne çok isterdim,
Sana sarılamazdım.
Ve şöyle derdim o zaman:
Ah!

Ahlat ahların ağacıydı,
Yaşlanmaya başlayanların,
İtiraf edilememiş aşkların,
Evde kalmış kızların.
Ahlat ahların ağacıydı,
Cezayir nasıl cezaların ülkesiyse,
Öyleydi işte.

Ve etimoloji Eti’lerden kalma
Bir zaman birimiydi yanılmıyorsam.
Ve yanılmıyorsam yalnız insanların,
Kahvaltı edip ağladıkları pazar sabahları yokmuş o zaman.
Mesela o zamanlar
Mutsuz olduğunda insanlar,
Yok olurmuş bazı dakikalar.

Gülümsedim o sıra,
Bazen sevinirim,
Sevinmek nedense hep yedi yaşında
Ve ah... dedim sonra,
Ah!

Bazen ah diyorum durmadan,
Şimdi ben ahlatın başında,
Otuz iki yaşımda.
Ahlar ağacı gibi.
Rengarenk çaputlar bağladım yıllarca dallarıma,
Mavi, mor, kırmızı ve yeşil,
İstedim, hep istedim,
Sen iste derdim, iste yeter ki
Vereyim.
Her istediğimi verdim.Arttım, fazlalaştım,
Eksikli yaşamaktan.
Ahlar ağacıyım, gibisi fazla.
Başka bir şey istemem
Artık beyazlaşan üç-beş tel saçıma,
Hesabımı vermekten başka.

Vasiyetimdir:
Dalgınlığınıza gelmek istiyorum
Ve kaybolmak o dalgınlıkta.

At arabasıyla kağıt toplardı
Her sabah çingene kadınlar.
Üst üste yığılırdı buruşuk kirli kağıtlar
Şaşırırdım
Kadınların mı yoksa kağıtların mı memeleri kocaman?

Bir zamanlar öfkem beni zora koşardı.
Kızıl yelelerim yapışırdı terli alnıma
Ne eğere gelirsin ne de semere derledi bana,

Yeniden doğmuş olurdum oysa,
Öldüğümü sandıklarında,
Yalnızca kağıtlarda iyi koşan bir at olarak.

Vasiyetimdir:
En güçlülerinden seçilsin
Beni taşıyacak olanlar.
Ahtım olsun,
Yükleri ağırlaşsın diye iyice,
Tabutumun içinde tepineceğim.


2-
Bir göl vardı evimizin karşısında,
Mavi gözleri olan,
Kara yağız bir şehirde yaşamışım meğer yıllarca.

Ya siz,
Nasıl bilirdiniz çocukluğunuzu ey cemaat?
Nasıldı
Öldürdüğünüz birinin cenaze namazını kılmak?

İlk üç vişneyi verdiğinde bahçedeki ağaç
Annem sevindiydi hatırlarım.
Ah demişti.
Ah!
Üç küçük kırmızı dünya verilmişti sanki ona.
Annem çok sevinmelerin kadınıydı.
Bazen sevinince annem gibi,
Rengarenk reçeller dizerim kalbimin raflarına.
Annem çok sevinmelerin kadınıydı,
Sıcak yemeklerin.
Başına diktikleri o taş,
Ne zaman dokunsam soğuktur oysa.
Ben okşadığımda ama, ısınır sanki biraz.

İç ses!
Bu bahsi kapa!

Mutfağa gidip domates çorbası pişirdim.
Çoktandır öksüz olan mutfakta
Buğulandı ve ağladı camlar,
Gözyaşlarını kuruladım perdelerin ucuyla.
Çoktandır öksüz olan dünyaya baktım,
Allah babasıyla baş başa kalmış insanlara,
Poşetin tamamını beş bardak suya boşaltınca,
Sanki biraz rahatladım.
Kazanlar dolusu çorba kaynatsam sanki,
Artık kimse mutsuz olmayacaktı.
Ah...dedim sonra,
Ah!
İç sıkıntımla çektirdiğimiz bu fotoğrafta,
Aynı vampir gibi çıkacağız.
Kırmızı çorbama ekmek doğrayınca,
Sanki biraz ferahladım.
Karıştırdım ve iç ses diye fısıldadım:
Hala aç mısın?

Bir tren geçti yine tam o sıra
Ustura gibi kara,
Düdük çala çala,
Geçti şiirimin ortasından.
Kes şunu dedim, kes artık!
Oldu olacak,
Kan kardeşi olsun ruhumla yollar.
Merak ederdim,
Kesik başları ve sarı ışıklarıyla
Nereye gider bu insanlar?
Raylar uzanırdı içimde kilometrelerce
Bir kara yılan gibi,
Bilemezdim menzil neresi?

Ah...dedim sonra
Ve acilen makas değiştirdim.
İç ses, diye söylendim,
Raydan çıkma bundan sonra.

Kuyruk sallardı,
annemden kalma maaşım
her üç ayın sonunda.
Sevinirdi,
Kocaman bir kara kediyi okşamış gibi ellerim.
Sarımsak kokulu fötr şapkalı amcalarla,
Muhabbet ederdik kuyrukta.
Bizler sarımsak kokan uzun bir dizenin,
Fötr şapkalı kelimeleriydik,
Çürük dişlerimizle bizler,
Dökülmüş harfler gibi kelimelerden,
Saf ve pembe gülümserdik.
Bizler her üç ayın sonunda yeniden doğan bebeklerdik.
Neden ilerlemiyor bu kuyruk derdik,
Neden hep aynı yerdeyiz,
Hayattan söz edilirdi,
Zor denirdi,
Ve ardından susulurdu mutlaka.

Fötr şapkalı amcalardan biri
Ah derdi sonra,
Ah!
Kuyruk öfkeyle kıpırdanırdı o zaman.

3-
“Bir Arap şairi şöyle demiş,
Savaşta yenilen halkına,
Ağlamayın, ağlamayın, acınız azalır”

Uzun bir dize dayardı hayat her sabah karnıma
Şiir için düelloya gelmiş bir sevgili gibi,
Sorardı:
Daha yazacak mısın?
Hayır derdim,
Artık yazmayacağım.
Ama şöyle denir:
Kılıç çeken kılıçla ölür.
Ama şöyle denir:
Kaderden kaçılmaz.

Ama yazgısını yaldızlı çokomel kağıtları gibi,
Tırnaklarıyla düzeltemiyor insan.
Yıllarca biriktirdim
rengarenk çokomel kağıtlarını kitap aralarında.
Aşık olduğumda,
Çikolata kokardı kırmızı yazgım.
hayatıma hayat diyemem artık.
sarı yazgım her sonbahar onu
biraz daha fazla, ömür yaptı.
Maviye de, yeşile de dili dönmez ömrümün artık.

Kara yazgımı şimdi kim bilir
Hangi kitabın arasında saklıyorsun tanrım?
Ah.. dedim sonra
Ah!

İç ses, diye söylendim,
Başımda rüzgar vardı
Başımda uğultular...
Kalbim usulca kıpırdardı
Ve ses çıkarırdı dokununca
Çan çiçeğiyle karıştırırdı onu belki
Bir başkası olsa.
Başımda rüzgar vardı,
Yine esiyordum
Hızla dönmeye başladı kalbim
Rüzgargülüyle karıştırırdı onu belki
Bir başkası olsa.
Başımda uğultular...
Fırtına çıktı sonra,
Yaşadığını anladı kalbim,
Böyle yaşanamaz derdi
Bir başkası olsa.

Bir zamanlar meydan okumak isterdim.
Kaç meydanını okudum da bu hayatın.
Yalnızca iki harfini öğrendim:
A
H!

Ah benim nergis kokulu cehaletim...
Ruj lekeleri bıraktın bardaklarda
Anlatmak isterdin kendini durmadan
Bir bardağa bile olsa.
Ne diyecektin, ne söyleyecektin
Şairlerin şahı olsan,
Bir AH’dan başka.
Ah benim nergis kokulu cehaletim
Bana yıllarca, bunca sözü boşa söylettin.
AH!

Güçlü bir el silkeledi beni sonra
Sanırım tanrının eliydi,
Sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan,
Çok şey geçmiş gibi başımdan
Ah dedim sonra,
Ah!

İç ses, diye söylendim.
Gel!
Ahlar ağacından sen de biraz meyve topla.

Vasiyetimdir:
Bin ahımın hakkı toprağa kalsın...


Didem MADAK

Didem MADAK'a ait bu şiiri sesli olarak dinlemenizi de tavsiye ederim. Yorumcu Eser GÖKAY farkıyla...








Yeryüzüne düşen üç tane cemrevarmış…
İnsanlar farkında olmazmış bunun pek.
Yani; bazı insanlar fark eder, bazısı olduğu gibi yaşarmış..
Ve ilk cemre düşmeden bir ay önce,takvime bakıp hangi güne denk geldiğini öğrenirdim ben.
Bu hiç şaşmadı..

Bir gün…
Tarihler karıştı.
Takvimden kopardığım sayfaların birine not düşülmüş, hayatıma gelişin.
Benim bayramım.
Benim bahar sevincim.
Başlangıcım.


Önceden bilseydim; etrafa çeki düzen verirdim.
Gecelerime sabahları katıp, türkülerle beklerdim seni.
Hoş gör, en olur halimle karşıladım sıcaklığını.
Hoş gör, seni her şeyden korumam gerekmiş gibi sarıyorum ruhumla.
Sarmaşık gibi boğmadan, güneşimizde aydınlansın yüzüm diye çırpınıyorum.


Gökyüzüm..
Senin dünyanda parlayan o yıldız benim.
Aynam.
Aynan.
Yönüm, senin baktığın yer.
Huzur.
Gel, dinleneyim gölgende.
'Sonsuza kadar mutlu oldular..' yazsın bizim hikayemizde..


Şirr : Sessizkadın



Köyümüz şehirden yüksek mi yüksek,
Baban ihtiyarlıyor oğul, bilmem netsek
Söz dinlemiyor artık ahırdaki eşek,
Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul !

Sizi 9 ay 10 gün karnımda taşıdım
Beş oğul bir kızım için yaşadım
Şimdi halim kalmadı, gençliğimi boşadım
Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul !

Köyde bacalar eskisi gibi tütmüyor,
Çorba dahi boğazımızdan geçmiyor
Takatimiz kalmadı işler bitmiyor
Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!

Geçenlerde kasabadan köye doktor geldi
Sağlam kimse kalmadı herkese ilaç verdi
Bana da kendini yorma ansızın gidersin deyiverdi
Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!

Eskiden köyümüzde yağız delikanlılar vardı
Al duvak içinde gelinler, giderken ağlardı
Gençler köyü terk etti, şimdi ihtiyarlar kaldı
Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!

Hani yalnız yaşayan komşumuz Ali amca vardı
O da rahmetli oldu cenazesi üç gün kaldı
Mezarını kazacak delikanlı bulunamadı
Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!

Öğrenci yokluğundan artık okul kapalı
İhtiyarlayınca, babanın döküldü saçı sakalı
Benimde dizlerim tutmaz, ağır işlere bakalı
Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!

İmam usandı, tayin yaptırıp gitti
Bir ezan sesi duyuyorduk o da bitti
Hastalıklar çoğaldı artık canımıza yetti
Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!

Analarda ciğer, evlatlarda merhamet olur
Gezen görür, yaşayan ölür, eden elbet bulur
Hayır duamızı alın biz ölmeden ne olur
Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!

Sizin huzurunuzu kaçırmak istemem
Gelinlerimi severim asla kin beslemem
Şimdi gelmezseniz cenazeme de istemem
Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!

‘’ OĞULLARIN ANA MEKTUBUNA CEVABI ’’
(1. oğul)
Ana, şimdi Akdeniz sahillerindeyiz,
Buralar çok güzel herkese tavsiye ederiz.
Çocuklar diyor, ölürüz de asla köye gitmeyiz
Kusura bakma, çocuklar istemeden biz gelemeyiz!
(2. oğul)
Ana, mektup yazmışsın bize boşu boşuna,
Çünkü daha açarken gitmedi hanımın hoşuna,
Sen idare et artık, bu sene de yalnız başına,
Kusura bakma, ben hanımı gönderemem ana !
(3. oğul)
Ana, gönderdiğin mektubu şimdi okudum hanıma,
Dedi bu devirde hizmet eden var mı?, Allah aşkına,
Ne olur soğuk su katma bu yaştan sonra, pişmiş aşıma,
Kusura bakma ana, gönderemem hanımı ben sana asla!
(4. oğul)
Ana darılma, vakit bulup ta mektubunu okuyamadım,
Şimdi okuyunca ne demek istediğini çok iyi anladım.
Benim hanımdan başka çağıracak gelin mi bulamadın?
Kusura bakma gönderemem, hanım oralara alışamaz ana !
(5. oğul)
Ana abim söyledi, hizmete bizim hanımı çağırmışın,
Olur mu öyle şey, doğalgazdan sobalı eve nasıl alışsın.
Birde önceden başlamış günleri var, onlar yarım mı kalsın?
Kusura bakma ana gönderemem, bu sene bizimki kalsın!

(ortak çözüm)
Ana, ana dört kardeş hanımlarıyla bize geldiler.
Anamızın isteği yerinde, acil çözüm bulalım dediler.
Bizler ne yapacağız diye düşünürken, akılı gelinler verdiler.
Kusura bakma ana, sana hizmete ancak bacımızı uygun gördüler!



Mahir ODABAŞI

Eserin tüm hakları ve sorumluluğu eser sahibine ait olup sahibi istemediği takdirde yayından kaldırılacaktır.
Siirfm.com'a teşekkürlerimle





ben başkasının kağıdı olsaydım
yoksul gözlü sokaklar utanır diye
çilek, eski gazeteler gibi mahçup
bir kese kağıdı olur, herşeyi içime atardım

bir mektup kağıdı olurdum uçuk pembeden
"Yüksek bir Türk kızına takdim" edilen
ve harfleri terleyen bir askerin elinden 
çıkar, sılasına mahsus selam söylerdim

belkide boş bir kağıt: bana yağmur
sözden yağar!Böyle teselli ederdim 
vari yoğu boşluk olmuş cümlenin kederini,
bir harf denizi olurdum maviden daha derin

ben başkasının kağıdı olsaydım
kağıttan bir şairin eline sığınırdı kaderim





Haydar ERGÜLEN



Özlüyorum seni sevgilim...!
Yanımdayken bile.
Görmediğim zamanları ise sorma...
Anlatmam imkansız bu aşkla.
Aklım fikrim sen olmuş
Yerim yurdum sen olmuş
Gelir geçer şu dünyada
Herşeyim sen olmuş...
Özlemlerim kat kat
Sevgim ise öbek öbek
Sanadır herşey
Sanadır bu aşk
Sanadır bu özlem
Özlemlerin en güzeli “Sen”
Sen ki ruhum, sen ki dünyam, sen ki benim...
Sen var ya sen, benim herşeyim....


Mehpare ÖĞÜT




Ölü sularından iniyordum nehirlerin
Baktım yedekçilerim iplerimi bırakmış;
Cırlak kızılderililer, nişan atmak için
Hepsini soyup alaca direklere çakmış.

Bana ne tayfalardan; umurumda değildi
Pamuklar, buğdaylar, Felemenk ve İngiltere;
Bordamda gürültüler, patırtılar kesildi;
Sular aldı gitti beni can attığım yere.

Med zamanları, çılgın çalkantılar üstünde,
Koştum, bir çocuk beyni gibi sağır, geçen kış
Adaların karalardan çözüldüğü günde.
Yeryüzü böylesine allak bullak olmamış.

Denize bir kasırgayla açıldı gözlerim;
Ölüm kervanı dalgaları kattım önüme;
Bir mantardan hafif, tam on gece, hora teptim:
Bakmadım fenerlerin budala gözlerine.

Çocukların bayıldığı mayhoş elmalardan
Tatlıydı çam tekneme işleyen yeşil sular;
Ne şarap lekesi kaldı, ne kusmuk, yıkanan
Güvertemde; demir, dümen ne varsa tarumar.

O zaman gömüldüm artık denizin şi'rine,
İçim dışım süt beyaz köpükten, yıldızlardan;
Yardığım yeşil maviliğin derinlerine
Bazen bir ölü süzülürdü, dalgın ve hayran.

Sonra birden mavilikleri kaplar meneviş
Işık çağıltısında, çılgın ve perde perde,
İçkilerden sert, bütün musikilerden geniş
Arzu, buruk ve kızıl, kabarır denizlerde.

Gördüm şimşekle çatlayıp yarılan gökleri,
Girdapları, hortumu; benden sorun akşamı,
Bir güvercin sürüsü gibi savrulan fecri.
İnsana sır olanı, gördüğüm demler oldu.

Güneşi gördüm, alçakta, kanlı bir âyinde;
Sermiş parıltısını uzun, mor pıhtılara.
Eski bir dram oynuyor gibiydi, enginde,
Ürperip uzaklaşan dalgalar, sıra sıra.

Yeşil geceyi gördüm, ışıl ışıl karları;
Beyaz öpüşler çıkar denizin gözlerine;
Uyanır çın çın öter fosforlar, mavi, sarı;
Görülmedik usareler geçer döne döne.

Azgın boğalar gibi kayalara saldıran
Dalgalar aylarca sürükledi durdu beni;
Beklemedim Meryem'in nurlu topuklarından
Kudurmuş denizlerin imana gelmesini.

Ülkeler gördüm görülmedik, çiçeklerine
Gözler karışmış, insan yüzlü panter gözleri
Büyük ebemkuşakları gerilmiş engine,
Morarmış sürüleri çeken dizginler gibi.

Bataklıklar gördüm, geniş, fıkır fıkır kaynar;
Sazlar içinde çürür koskoca bir ejderha,
Durgun havada birdenbire yarılır sular,
Enginler şarıl şarıl dökülür girdaplara.

Gümüş güneşler, sedef dalgalar, mercan gökler;
İğrenç leş yığınları boz, bulanık koylarda;
Böceklerin kemirdiği dev yılanlar düşer,
Eğrilmiş ağaçlardan simsiyah kokularla.

Çıldırırdı çocuklar görseler mavi suda
O altın, o gümüş, cıvıl cıvıl balıkları.
Yürüdüm, beyaz köpükler üstünde, uykuda;
Zaman zaman kanadımda bir cennet rüzgârı.

Bazen doyardım artık kutbuna, kıtasına;
Deniz şıpır şıpır kuşatır sallardı beni;
Garip sarı çiçekler sererdi dört yanıma;
Duraklar kalırdım diz çökmüş bir kadın gibi.

Sallanan bir ada, üstünde vahşi kuşların
Bal rengi gözleri, çığlıkları, pislikleri;
Akşamları, çürük iplerimden akın akın
Ölüler inerdi uykuya gerisin geri.

İşte ben, o yosunlu koylarda yatan gemi
Bir kasırgayla atıldım kuş uçmaz engine;
Sızmışken kıyıda, sularla sarhoş; gövdemi
Hanza kadırgaları takamazken peşine.

Büründüm mor dumanlara, başıboş, derbeder,
Delip geçtim karşımdaki kızıl semaları;
Güvertemde cins şaire mahsus yiyecekler:
Güneş yosunları, mavilik meduzaları.

Koştum, benek benek ışıkla sarılı teknem,
Çılgın teknem, ardımda yağız deniz atları;
Temmuz güneşinde sapır sapır  dökülürken
Kızgın hunilere koyu mavi gök katları.

Titrerdim uzaklardan geldikçe iniltisi
Azgın Behemotların, korkunç Maelstromların.
Ama ben, o mavi dünyaların serserisi
Özledim eski hisarlarını Avrupa'nın.

Yıldız yıldız adalar, kıtalar gördüm; coşkun
Göklerinde gez gezebildiğin kadar, serbest.
O sonsuz gecelerde mi saklanmış uyursun
Milyonlarla altın kuş, sen ey Gelecek Kudret.

Yeter, yeter ağladıklarım; artık doymuşum
Fecre, aya, güneşe; hepsi acı, boş, dipsiz,
Aşkın acılığı dolmuş içime, sarhoşum;
Yarılsın artık bu tekne, alsın beni deniz.

Gönlüm Avrupa'nın bir suyunda, siyah, soğuk,
Bir çukurda birikmiş, kokulu akşam vakti;
Başında çömelmiş yüzdürür mahzun bir çocuk.
Mayıs kelebeği gibi kağıt gemisini.

Ben sizinle sarmaş dolaş olmuşum, dalgalar,
Pamuk yüklü gemilerin ardında gezemem;
Doyurmaz artık beni bayraklar, bandıralar;
Mahkûm gemilerinin sularında yüzemem.
Arthur RIMBAUD

Çeviri: Sabahattin EYUBOĞLU






Jack Kerouac &Allen Ginsberg by Siegfried Woldhek iddialara göre bu liste, Allen Ginsberg’in, ikonlaşan şiiri “Howl”ı yazmadan bir sene önce, North Beach’te kaldığı otel odasının duvarında yazılıymış. Ginsberg,  ismini Kerouac’tan aldığı “Howl ve Diğer Şiirler”in  ithafında Kerouac’ın etkisini itiraf etmiş.

Charles Eames’in dediği gibi: 

“Herkes kendisinden önce gelip kendisini etkileyen kişileri itiraf edecek kadar gerçekçi olmalıdır.”

Sabahları her günü önemli bir günmüş gibi düşün.
Her şeye açık ol ve her şeyi dinle.
Hayatınla barışık ol.
Evinin dışında sarhoş olmamaya çalış.
Hissettiklerini özgür bırak, kendi biçimini bulacaktır.
Karalama defterleri ve özensizce yazılan daktilo sayfaları sevinç kaynağın olsun.
Zihninin derinlerindeki sonsuzluktan ne istiyorsan onu yaz.
Ne kadar inebiliyorsan, o kadar derine in.
Edebi, gramatik ve sentaktik kısıtlamalara takılma.
Proust gibi, zamanın eski bir kullanıcısı ol.
Anımsayarak ve şaşırarak yaz.
Dikkatli bir gözle çalış, dil denizinde yüz.
Tecrübenin, dilin, bilginin yüceliğinde utanma ve korku yoktur.
Umutsuz, zalim, yalnız karakterleri öv.
Merakın merkezi, gözün içindeki gözdür.
Kabullenmek daima kaybettirir.
Durduğun zaman kelimeleri düşünme fakat resmi daha iyi görmeye çalış.
Dünya okusun diye yaz ve resmin bütününü gör.

Kaynak: brain pickings







 


Baylar!
Bin dokuz yüz seksen birdeyiz
Karşınızda eylülün sesi
Ağustosa çekildi, eylülün sesi
Birazdan konuşacak
"Bu dünyada yaşamak can sıkıcı bir şeydir baylar."

Tepelerde bulamaçların kahverengi eridiği
Eriyip sarı sarı aktığı bir mevsim
Bir saat gibi işlerken avucumdaki güz çiçeği
Yosunların kapılara usulca
Tırmanıp yerleştiği
Yani eylülün sesi, buysa çok iyi baylar.

Yaz geçti, sözgelimi midyelerden yorulduk
Eni boyu belirsiz bir ıslaklıktan
Upuzun gündüzlerden, sevimsiz otellerden
Eylül ki, sorabilir mi
Hüzünler iç kamaştırıyor, aşklarsa niye yoksul
Bir asfaltın kuru sıcak soğuğundayız
Oysa bir deniz feneri mevsimsiz ölür baylar.

Dahası
Bu düğmesiz giysileri şöylece giymek
Bir boşluuğu giyinmek mi olur
Olsun
İşte karşınızda ekimin sesi
Kasımın sesi sonra
Yağmurun eşliğinde -çocuğunu emziriyor yaz-
Bundan böyle günlerimiz nasıl geçecek baylar.

Her şey o kadar dokunaklı ki
Eylülsem, istemeden kırılıyorsam bazen
Dağınık, renksiz bir mozayık gibiysem
Üstelik yalnızsam bir de -telefonda kuş sesleri-
Aynalardan duvarlara bir üzünç akıntısı
Bu dünyada çekingen olmak çok iyi bir şeydir baylar.

Sonra bir kır kahvesi kendini okurken
Masaları toplanmış, bardakları toplanmış
Tam kendini okurken
Derim ki bir semti iyi tanımak kadar
İyi tanımal dünyayı
Açın radyolarınızı: eylülün sesi
Bu dünyada can sıkıntısının bir başka anlamı var baylar.

Elmalar silik silik kırmızı artık -olsun-
Gözlerimiz tozlanmış, kirli
Gizlisi yok, bu dünyada böyle sıkılmak iyi
Sıkılmak iyi baylar
Biz hazır tuttukça böyle
İçi yangından alev alev
Dışı buz tutmuş kalplerimizi.


Edip CANSEVER






aşkımız bir gün uçup giderse aramızdan sevgilim
sırt çantalı bir duman gibi
bir melekle çarpışan kelebeğin kanadından dökülen toz
bir çağlayanda sürüklenen bir dal parçası gibi
istemediğimiz yerlere giderse aşkımız
sevgilim
yalnızca kanatlarına güven

kendi yarattığımız boşluğun ucunda
sıkı sıkı tuttuğumuz bir kapı koludur yaşam
ve aşk, en derin kuyumuza düşen keman
yürüdüğümüz yollar daralırken
çökerken altımızdaki merdivenler
sevgilim
yalnızca kanatlarına güven

sevdalılar bilir
bir kuş yağmurudur ilkbahar
sevmeyi beceremeyenlerin koyduğu yasaklar
çözülüp gider çocuk gölgelerinde yazın
ve ağzımızın içinde dağılır aşk
sapsarı bir şeker gibi erirken sonbahar
bitmeyen bir kıştan söz açılırsa sevgilim
sevgilim
yalnızca kanatlarına güven

elimi uzattığımda sana gemileri göstermek için
dümende kan kokusuyla bayılmış bir kaptan
ateşin yüreğine sürüklenen bir ülke ufukta
ve çekirge sürüleri yolcu bavullarından çıkan
sevgilim
dökülürken tüyleri
savaş uçaklarına çarpan güvercinlerin
her gün değişen atlasların içinde tara saçlarını
ve yalnızca kanatlarına güven

götürürlerse bir gün beni ellerim iplerle bağlı
şiirlerimin bilmediği yerlere ve hiç kimsenin
alnımdan fırlayacak göçmen bir kuş gibi dur
dünyanın paslanmış sırtında
ve bensizliğe havalanırken
korkma sevgilim
sevgilim
yalnızca kanatlarına güven


Akgün AKOVA




      
Şiirin soyutluğu somutluğu sorunu çok tartışıldı. Gene de belli bir sonuca varılamadı. Kapalı şiir için soyut, "anlamsız şiir" için soyut, toplumcu olmayan şiir için soyut, hatta yeni şiirlerin tümü için soyut denildi. Gerçi soyut şiirle, somut şiir arasındaki ayrım kesin olarak belirlenmiş değil. Değil ama, işe bu yönden bakanlar da yok denecek kadar az. Soyut kavramı, giderek, sanatta, felsefede kullanılan anlamından da soyutlanarak, konuşma dilimize yerleşen bir basitlik simgesi oluverdi. Yergiler, suçlamalar bile hep aynı kavrama başvurularak yapılıyor.  
       Bir şiirin "nedir"liği, "nasıl"lığı kadar, o şiire bakan kişinin şiir ekini, algısı, deneyleri, yorum gücü de önemlidir. Yani şiirin soyut ya da somut bir izlenim bırakması, yazarı kadar okuyucuyu da ilgilendirir. Ama ben bu konuyu ters yönden, yalnızca ozanın tutumu bakımından incelem istiyorum. Yapacağım iş -ama doğru, ama yanlış -     soyut-somut ikilemesini kaldırmayı denemek... 
       İlkin şöyle bir soru soralım kendimize : Şiiri şiirden soyutlamak mümkün müdür? Yani ilk günden bugüne dek yazılmış şiirlerle ortak bir düzen kurulmuştur da, bu düzenin dışında kalabilen şiirler olmuş mudur? Olmuşsa, bunlar canlılıklarını, etkinliklerini, işlevlerini sürdürebilmişler midir? Hiç sanmıyorum. Yıkıcı bir şiir akımı bile yıktığı değerlerle beslenmek, geride bıraktığı dil, biçim, yapı özelliklerini kaynak yaparak güçlenmek zorundadır. Bırakalım dünya şiirini, kendi ozanlarımızı, örneğin bir A.Haşim'i, Y.Kemal'i yadsıyarak, onlarla ilgimizi büsbütün keserek  ozanlık katına erişebilirmiyiz? Şiir tarihi içinde yer alan, çağdan çağa uygulanabilen, kendi öz gerçeğini yitirmeden değişebilen bütün şiirler, canlı, yaşaması olan örgensel (organik) bir bütünlük kurarlar. Şiirin somutluğu da önce bu örgensel bütünlüğe bağlılığıyla oranlıdır. İşte şiirin şiirden soyutlanması, ozanın bu bütünlüğe boşvermesi; şaşırtıcılıkla, dayalı bir gösteriyle yetinmesi demektir. 
        Ayrıca şiirler şiirlere eklenerek, dil, yapı v.b. bakımından nasıl bir düzen yaratılıyorsa; çeşitli şiirlerdeki çeşitli öğeler de, duygular, düşünüler de birbirleriyle kaynaşıp çözülerek bu düzenle çakışırlar. Örneğin daha önceki dönemlerde yazılmış bir şiirin anlamını, bugün için küçümseyebiliriz ama, o anlamdan koptuğumuzu, hiç mi hiç etkilenmediğimizi söyleyemeyiz kolayca. Çünkü ozanlar salt yeni duygular, yeni heyecanlar peşinde değillerdir. Onların gerçek çabaları, kamusal duyguya, kamusal isterlere bir yön vermek, buna bir çeşitlilik, yeni bir biçim, en önemlisi de yeni bir kişilik kazandırmaktır. Diyeceğim, örgensel bütünlük adına yapılan ya da yapılacak her türlü işlem, kendiliğinden bir somutlama eylemine geçiştir. 
       Şiir, insani değerlerden, ölümsüz özlerden, yaşam koşullarından, çağını yansıtmaktan kopmazlığıyla da somut bir olgudur. Ama kimi dönemlerde şiirin bu niteliği farkedilmeyebilir. Dil zorluğu, soyut araçlar, yeni şiir öğeleri bir engel olarak dikilebilir karşımıza. Soyut araçlar dedik; evet, bu bizim çelişmeye düştüğümüz sanısını uyandırmamalı. Bilimler bile, insanın salt bir yanıyla ilgilenmekte , insanı insandan soyutlayarak, gerçekte ona somut bir nitelik kazandırmıyorlar mı? Felsefe için de durum aynı : o da yaşamımıza yepyeni anlamlar katmakla kalmıyor, ortaya attığı düşünce biçimlerinin dizgelerinin birbirlerini etkileyip değerlendirmesiyle somut bir görünüme kavuşuyor. Soyut araçlardan yararlanması bakımından şiir de, bu mantık kurgusunun dışında kalamaz. İşte şiirin şiiri, düşüncenin düşünceyi somutlaması da budur, bence. 
       "Örgensel bütünlük" diye betimlediğimiz bu şiir ortamı, dural bir durum da değildir. Çünkü sürekli olarak şiirler arası bir savaştan söz açılabilir; tıpkı canlı varlıklarda olduğu gibi, şiirler de zamanla ya birbirlerini yok ederler, ya düzeltip değerlendirirler. Başka  şiirlerin hışmına uğramış bir şiir ya tükenip yerini boşaltır, ya da yıllar sonra ötekilere baskın çıkabilir. Bu aynı zamanda bir somutlaşma savaşıdır - kimi dönemlerde soyut diye nitelendirdiğimiz şiirlerin, sonradan somut bir nitelik kazanması gibi -. Bu işlem, bu arınma bir ozanın kendi şiirleri arasında da olabilir. 
       Öyleyse soyut dediğimiz şiirler ne kapalı, ne anlamsız, ne de toplumcu olan şiirlerdir. Soyut şiir olsa olsa daha yazılmamış bir şiirdir; bir de dediğimiz gibi yazılmış görünüp de, belli bir şiir düzeninde yer almamış, geleneğinden kopuk, geleceğe yönelmemiş, salt ozanını ilgilendiren her türlü şiir soyuttur.


Edip CANSEVER



Ülkemizin yetiştirdiği değerli şairlerimizden Can YÜCEL'in anısına saygıyla,,, 

Can Yücel, modern Türk şair. Kullandığı kaba ama samimi dil ile Türk şiirinde farklı bir tarz yaratmıştır. 

Doğum: 21 Ağustos 1926, İstanbul
Ölüm: 16 Ağustos 1999, Datça
Ebeveynleri: Hasan Âli Yücel
Eşi: Güler Yücel
Çocukları: Hasan Yücel, Su Yücel, Güzel Yücel
Eğitim: Ankara Üniversitesi, Cambridge Üniversitesi

1926 İstanbul doğumlu. Eski milli eğitim bakanlarından Hasan Âli Yücel'in oğludur. Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi'nde Latince-Yunanca okudu. Öğrenimine İngiltere'de Cambridge Üniversitesi'nde klasik filoloji okuyarak devam etti. Sanat tarihi dersleri izledi. Şair, çevirmen ve radyo görevlisi olarak tanındı. Çeşitli elçiliklerde çevirmenlik, Londra'da BBC'nin Türkçe bölümünde spikerlik yaptı (1953-1958). Türkiye'ye döndükten sonra bir süre turist rehberi olarak çalıştıktan sonra bağımsız çevirmen ve şair olarak yaşamını sürdürdü. Nazım, nesir çevirileriyle de tanınan Can YÜCEL, şiir alanında ilk kitabı YAZMA (1950) dan sonra uzun bir süre biçim arayışlarıyla oyalandı.

Çeşitli edebiyat, kültür ve siyasi dergilerde ;   şiirleri, edebiyat ve tiyatro çevirileri ile siyasal konularda yazıları yayımlandı. 12 Mart döneminde Che Guevara 'nın "Gerilla Harbi" ve "İnsan ve Sosyalizm" kitaplarının çevirisi nedeniyle 15 yıl hapis cezasına çarptırıldı. 1974 affıyla tahliye oldu. 12 Eylül sonrasında "Somut" dergisindeki "Hamileler" isimli şiiri edebe aykırı, müstehcen olduğu iddiasıyla para cezasına çarptırıldı. Aynı iddiayla "Rengâhenk" adlı kitabı toplatıldı.

Şairliğini, şiirin külhanca raconlarından yararlanarak siyasal inançlarıyla yoğurdu.


12 Ağustos 1999 tarihinde İzmir'de öldü, vasiyetine uyularak Datça'da toprağa verildi.

Değerli şairimizi saygı ve sevgiyle anıyor ve "Buluşmak Üzere" adlı şiiriyle bir gün buluşmak üzere diyorum... 

Ruh-u şad olsun, ışıklar içinde yatsın...

BULUŞMAK ÜZERE

Diyelim yağmura tutuldun bir gün 
Bardaktan boşanırcasına yağıyor mübarek 
Öbür yanda güneş kendi keyfinde 
Ne de olsa yaz yağmuru 
Pırıl pırıl düşüyor damlalar 
Eteklerin uça uça bir koşudur kopardın 
Dar attın kendini karşı evin sundurmasına 
İşte o evin kapısında bulacaksın beni 
Diyelim için çekti bir sabah vakti 
Erkenceden denize gireyim dedin 
Kulaç attıkça sen 
Patiska çarşaflar gibi yırtılıyor su ortadan 
Ege denizi bu efendi deniz 
Seslenmiyor 
Derken bi de dibe dalayım diyorsun 
İçine doğdu belki de 
İşte çil çil koşuşan balıklar 
Lapinalar gümüşler var ya 
Eylim eylim salınan yosunlar 
Onların arasında bulacaksın beni 
Diyelim sapına kadar şair bir herif çıkmış ortaya 
Çakmak çakmak gözleri 
Meydan ya Taksim ya Beyazıt meydanı 
Herkes orda sen de ordasın 
Herif bizden söz ediyor bu ülkenin çocuklarından 
Yürüyelim arkadaşlar diyor yürüyelim 
Özgürlüğe mutluluğa doğru 
Her işin başında sevgi diyor 
Gözlerin yağmurdan sonra yaprakların yeşili 
Bi de başını çeviriyorsun ki 
Yanında ben varım 
 
                        Can YÜCEL



  


Gençlik yıllarında şiir yazmayanımız yok denecek kadar azdır bilindiği gibi…Alırız kağıdı kalemi elimize, kafiyeli, genellikle aşk temalı şiirimizi oluştururuz büyük bir mutlulukla…Çoğunlukla taklit şiirlerdir bunlar…Edebi değeri yoktur…Biz edebi değerde olup olmadığına da aldırmayız zaten…O, bizim şiirimizdir ve duygularımızı yansıttığı için çok değerlidir; yürekten kopup gelmiştir çünkü….Öğretmenlik yıllarımda, öğrencilerim şiirlerini getirirlerdi bana…”Hocam nasıl olmuş?” diye…Şiirin yazılması ve öğrencinin bunu zevkle yapması bile yeterli bir özelliktir benim için…Onların heveslerinin kırılmaması çok önemlidir o dönemde…Bu yaşta yazılan şiirlerin, edebi değer taşıması da beklenemez zaten… St. john Perse:”Şiir, insanın görünmez yüzüdür…” diyor…Ne kadar doğru….Yazdığı şiirle, şair görünmeyen yüzünü açığa çıkarmaktadır aslında…

”Otuz Beş Yaş” şiirinin şairi, Cahit Sıtkı Tarancı, şiirlerinde en çok yaşama sevinci ve ölüm temalarına yer verir, hep ölümün üstüne üstüne gider...Bunu neden yapar bilinmez… Yitik aşklar, mutlu sevdalar, yalnızlık, yaşadığı bohem hayatın buruklukları, çocukluk özlemi de şiirlerine konu olur... Ölüm temasını bu kadar çok işlemesi, Cahit Sıtkı’nın görünmeyen yüzünü yansıtır bize…

”Merdiven” şiirinin şairi Ahmet Haşim, şöyle açıklar şiir anlayışını: “Şairin dili, düzyazı gibi anlaşılmak için değil, hissedilmek için yaratılmış, müzik ile söz arasında, ama sözden çok müziğe yakın ortalama bir dildir… Düzyazıda anlatımı yaratan öğeler şiir için söz konusu olamaz… Düzyazı us ve mantık doğurur, şiir ise algı bölümleri dışında isimsiz bir kaynaktır… Gizliğe, bilinmezliğe gömülmüştür… Şairin dili, duyumların yarı aydınlık sınırlarında yakalanabilir… Anlam bulmak için şiiri deşmek, eti için bülbülü öldürmek gibidir… Şiirde önemli olan sözcüğün anlamı değil, şiir içindeki söyleniş değeridir. Şiiri ortak bir dil olarak düşünenler boş bir hayal kuruyor demektir…” Evet! Burnundan nefret eder Ahmet Haşim, hiç beğenmez burnunu…Onun melankolik hali, şiirlerine de yansır…Haşim'in sosyal tarafı bulunmayan içe-kapanıklığı, çirkinlik ve yabancılık kompleksleriyle açıklanabilir…

“İstiklâl Marşı” şairimiz olarak bilinen Mehmet Akif Ersoy, aruzu kullanmadaki başarısıyla dikkat çeken şairlerimizdendir…”Çanakkale Şehitleri” şiirini, her okuyuşumuzda tüylerimiz diken diken olur, duygulanırız…Cehaletten, gafletten, yanlış tevekkül anlayışından, birliğimize-beraberliğimize sokulan fitne fesattan, kula kul olmaktan, ilimden irfandan uzak kalmaktan, hep yaka silkmiştir Mehmet Akif…

“Sessiz Gemi” şiirinin şairi, Yahya Kemal Beyatlı, İstanbul şairi olarak da anılır…Duygu, düşünce ve hayali ustalıkla kaynaştır, büyük şair…Aruzu mükemmel kullanır…Lirik-epik şiirlerinin konularını aşk, tabiat, deniz, ölüm ve sonsuzluktan da alır. İç ahengi her şeyden üstün tutuşu, şiiri "musikiden başka türlü bir musiki" kabul edişi; "Ok" şiiri bir yana, bütün şiirlerini, bu ahengin sağlanmasına daha elverişli gördüğü aruzla yazmasına neden olur…

Han-ı Yağma “ şiirinin şairi Tevfik Fikret’in dünya görüşü, çağının koşullarını aşar... Özgürlük ve eşitliğe inanır, o… Sınıfsal çıkarlara dayalı yönetim biçimini eleştirir, belli egemen sınıfların yönettiği devlete ve bu devletin koyduğu yasalara karşı çıkar. ..Zaman içinde küser ve Aşiyan’ına çekilir…”Sis” şiiri de unutulmazlar arasında yer alır…

“İstanbul’ u Dinliyorum” şiirinin şairi Orhan Veli Kanık, şiire getirdiği yenilikler yüzünden önceleri büyük ölçüde yadırganır, çok sert eleştiriler alır ve küçümsenir…Onun şiirlerinin şiir niteliği taşımadığı bile söylenir…Garip akımının Oktay Rıfat ve Melih Cevdet’le birlikte öncüsüdür o…Orhan Veli’nin şiirleri içinde “Anlatamıyorum” ayrı bir yer tutar…Bu şiir, tek sözcüklü bir dizeyle biter ve anlatamıyorum sözcüğü, aslında çok şey anlatır, okurlarına…

Nazım Hikmet, bir dönem adının anılmasının bile suç olduğu büyük bir şairdir…”Ben hem kendimden bahseden şiirler yazmak istiyorum, hem bir tek insana, hem milyonlara seslenen şiirler. ..Hem bir tek elmadan, hem süpürülen topraktan, hem zindandan dönen insan ruhundan, hem kitlelerin daha güzel günler için savaşından, hem bir tek insanın sevda kederlerinden söz eden şiirler yazmak istiyorum, hem ölüm korkusundan, hem ölümden korkmamaktan söz eden şiirler yazmak istiyorum, der Nazım Hikmet…Kendisine yapılan haksızlıklara rağmen, insanını seven ve bundan hiç vazgeçmeyen şairimizin şiirleri bugün de beğenilerek okunur…

Şiir dünyası bir deryadır…Bu deryadan bir damla sundum sizlere…Tadımlık…

Sevgiyle kalın! Asla şiirsiz kalmayın!


Asım ERDOĞAN