AŞK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
AŞK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster


Yüzünden bir harf düştü, kış bastırdı
Okuyamıyorum seni, uzaklar çok pahalı
Bilet bulamıyorum, kar çok seviyor ağaçları
Senin saçlarını, dudaklarından bir öpüş
Havalandı, korlaşıyor günlerin acısı
Yazım giderek okunaksızlaşıyor, yaşımı
En iyi sen bilirsin, bir gece alfabesiz
Yüzünden düşen bin parçayken, uzaklara
Araç bulamıyorum, çıkagelmiştim bomboş
Saçlarında kalıyor ellerim, bu bilet neresi
İçindir bilmiyorum, yuvasız, yurtsuz ellerim
Kar, ağaçlardan süzülüyor, çiçek tohumlarında
Bir açlık, bir sabırsızlık, boynunda gizlenen
Benlerin arasında ara beni, fotoğrafını kime
Vermiştim, kaybolan fotoğrafına sor beni
Gözlerine çarşılar sığmıyor, her yer don
Yüzünden düşen harfte gizle beni, gidemiyorum
Sensiz bir yerlere, kala kalıyorum cansıkıcı
Bu kentin ölügözü sokaklarında, evlerinde
Yüzünden bir harf düştü, aşk gelip beni buldu



Gültekin EMRE





Özlüyorum seni sevgilim...!
Yanımdayken bile.
Görmediğim zamanları ise sorma...
Anlatmam imkansız bu aşkla.
Aklım fikrim sen olmuş
Yerim yurdum sen olmuş
Gelir geçer şu dünyada
Herşeyim sen olmuş...
Özlemlerim kat kat
Sevgim ise öbek öbek
Sanadır herşey
Sanadır bu aşk
Sanadır bu özlem
Özlemlerin en güzeli “Sen”
Sen ki ruhum, sen ki dünyam, sen ki benim...
Sen var ya sen, benim herşeyim....


Mehpare ÖĞÜT




Yavuz Sultan Selim Han, Mısır'ı fethettiğinde, idareyi eline alıp kendi hakimiyetini yerleştirmek için bir süre orada kalmış. Bu sırada bir çadırda kalıyormuş. Çadırı süpürüp temizleyen, yemeği yapan Mısırlı bir cariye varmış ki, Yavuz Selim Han sabah çıkınca, cariye geliyor, akşama kadar çadırı temizleyip yemekleri hazırlayıp gidiyor, akşam olunca da Yavuz Selim Han çadırına dönüyormuş.

Cariye nasıl olduysa bir kaç defa Yavuz Sultan Selim Hanı görmüş ve Ona âşık olmuş. Ama ümitsiz bir aşk. Zira bir tarafta koskoca cihan padişahı Halife-i Rûy-i Zemîn, diğer tarafta basit bir cariye...

Fakat cariyenin aşkı dayanılmaz boyutlara ulaşıp da kalbine sığmaz hâle gelince, ne yapacağını bilmez hâlde Halife'ye açılmaya karar vermiş. Lâkin aradaki uçurum cariyeyi iyice çıkmaza sokuyor, kararsız hale getiriyormuş. Bir yandan aşkının dayanılmaz baskısı, diğer yandan aradaki devasa farkın kendini engellemesi arasında bocalayan cariye, Halife'nin karşısına çıkma cesaretini kendinde bulamadığından, yazıyla ilanı aşk etmeye karar vermiş. Ve 3 kelimelik bir not yazarak Halife hazretlerinin yatağına bırakmış. Notta şöyle yazıyormuş:

DERDİ OLAN NEYLESİN

Akşam çadırına gelip de yatağının üzerinde küçük bir kağıt parçası bulan Yavuz Sultan Selim Han, kağıdı okuyunca bu notu yazanın, çadırını süpüren cariye olduğunu anlamış. Ve kağıdın arkasına cevabını yazmış:

DERDİ NEYSE SÖYLESİN

Kağıdı, sabah aynı yere bırakmış ve çıkıp gitmiş. Bir müddet sonra Cariye, temizlik için çadıra geldiğinde ilk iş olarak kağıdı aramış. Kağıt bıraktığı yerde duruyormuş. Kaparcasına kağıdı alıp okuduğunda heyecanı bir kat daha artmış. Halife'nin cevabından cesaretlenen cariye, kağıdı çevirip dünkü notunun altına şu cümleyi eklemiş:

KORKUYORSA NEYLESİN

Akşam olmuş. Halife çadıra dönmüş. Kağıdı okumuş. Cevabı yazmış:

HİÇ KORKMASIN SÖYLESİN

Sabah bu cevabı okuyan cariye artık kararını vermiş: Aşkını bu akşam halifeye söyleyecek. Ne olacaksa olsun artık. Ve o gün temizliği bitirdiği halde gitmeyip Halife'yi beklemeye başlamış.
Yavuz Sultan Selim Han akşam çadıra dönünce cariyeyi kendisini bekler bulmuş. Cariye, Halife'yi görünce hemen ayağa kalkıp temenna durmuş. Yavuz Selim Han "Buyurunuz, sizi dinliyorum" deyince, cariye bütün cesaretini toplamaya çalışırken, titreyen ellerini gizlemek için elleriyle dirseklerini tutarak kollarını kavuşturmuş. Heyecandan yüzü kıpkırmızı olmuş. Kalbi yerinden fırlarcasına atarken, titrek ve mahçup bir sesle: "Efendim!" demiş. Cariyeniz... Size..." ve cümlesini tamamlayamadan yığılıp kalmış.

Kalbine sığmayan aşkını söyleyemeden ruhunu teslim eden cariyenin, bu tertemiz aşkı karşısında koca halife etrafındakilere dönerek gözyaşları içinde şu irade-i kelamda bulunmuş:


"Gerçek aşkı şu cariyeden öğrenin. Zira âşık, mâşukunun yolunda olur ve o yolda ölür."

&&&&






Aşıkken de tam yaşamalısın,
ağla, üzül, berduş ol.
Zaman olur ruhun kanatlanır
ve bir zaman olur yüreğin büzüşür üzüntüden.
Nasıl gerekiyorsa öyle yaşa.
Bırak karşındaki sana yalanlar söylesin, oyunlar oynasın;
bu senin sorunun değil ki.
O eksik kalsın, sen tam yaşa;
aşık olma, aşk ol..!

OSHO  



Harf harf, cümle cümle düşüyorsun yüreğime ey yar...! Bilmezdim, bilemezdim gerçek sevginin bu denli güçlü olabileceğini. Anladım ki aşk geçici bir derya imiş; dalgasında boğulduğum. Anlık heveslerden kurulu bir aldatmacaymış, büyüsüne vurulduğum.

Ey yar...! Geldin... Beklediğimdin sen, sevdiğim, sevenim... Belki gecikmeliydi gelişin ama olsun. Çok da önemli değildi gecikmeler mutluluk varsa sonunda. Önemli olansa gerçek sevenin ulaşmasıymış sevilenin varlığına....Ve şimdi sen düşüyorsun yüreğime ilmek ilmek, satır satır.. Yormadan, bir an olsun bıktırmadan, doluyorsun gönlüme ırmak ırmak. Ve “Sev” diyor bana ilahi bir ses. “Sev, O'nu ! Her geçen gün artan bir sevgiyle sev...!


Mehpare ÖĞÜT






Önemlidir ve çok şeydir; bir zamanlar sana açtığı ufuklar, verdiği emekler, içindeki heves, aldığı her nefes, seni çok sevmiş olması, onu çok sevmiş olman.

Ama ”iş”te de, “aşk”ta da, “düş”te de “şu an”dır, “bir zamanlar”dan daha önemli olan.

Yaşamsal hatadır – bunu “vefa”yla karıştırıp, “şu an”a razı olman, yarını anılarda araman.

Aksi iddia edilse de, öyle inanman istense de; bir tek sana aittir yaşam bisikletin.

Enerjisini, pedalına bastıkça elektrik üreten şarj dinamosundan alır kalbin.

Bisikletine aldığın yol dostun, sana pedallara hevesle bastırdıkça, yükünü paylaşıp yol göstermek, yolunu açık etmek için yanıp tutuştukça anlamlıdır.

Yokuşu birlikte tırmanmak da, kanatlarının altındaki rüzgarla birlikte süzülmek de, büyük ödülün tadını paylaşmak da, birlikte sarf edilen emekle güzeldir.

Ne çekerse anılarından çeker insan.

Emek artık esirgendiğinde, niyet tükendiğinde, arkandaki - kucağındaki ağır bir bohçaya dönüştüğünde, yağmur damlaları sadece senin başına düştüğünde, bir tek frene basmadiğı kaldığında, hatta onu bile yaptığında ve artık sana da, ona da yazık olmaya başladığında; “bir motosiklet bulması”nı dileyerek yola tek başına devam etmendir uygun olan.

** ** **

Vefa” başka bir şeydir.

Vefa; elinden geldiğince – artık elinden gelmese bile – yüküne, emeğine ortak olabilmek için hala yanıp tutuşana sahip çıkmaktır.

Niyeti değil - gücü tükenmiş yol dostunu seve seve sırtında taşımak, tıkandığın, tükendiğin yerde inip bisikletinden bir ağacın dibinde birlikte yatmaktır...
Düş Hekimi Yalçın ERGİR



Resim-Vıcente ROMERO

Gün ışımasında seninle olmak var yan yana
dağınık bir yatak içinde
sarmaş dolaş
uykuya yenik düşmüş bedenlerimizde
karşılamak her sabahı birlikte...
bıkmak nedir bilmeden
bakmak birbirimize
dokunmak
öpmek
okşamak
sarılmak
sevmek..
Her gün ilk günmüşcesine
hayata ışığımızı vermek
dokunduğumuz her şeyde bir güzellik yaratmak belki de
hoşlandığımız şeyleri paylaşmak sevgimizle
alışagelmiş tüm sözcükleri rafa kaldırıp
yeni kelimelerden yeni cümleler kurmak söylemek için birbirimize
almak kadar vermek
ya da almadan vermeyi becerebilmek
gözün gördüğü değil
gönlün gördüğünü dilinden düşürmemek
unutup bildiğin tüm şeyleri
bilmiyormuşcasına sil baştan başlamak belki de hayata
birlikte, yan yana, kol kola
yürümek
yorulsak da birlikte soluklanmayı becerebilmek her köşe başında
dinlenmek sırt sırta bir parkta bir ağaç gölgesi altında
konuşmak uzun uzun
ya da sadece bakışmak söylemek istediklerimizi anlatırcasına
farkına varabilmek sevmenin ve sevilmenin
doyamamak tadına
istemek her an yanı başında olmasını
ayrılmamak ayrı kalmamak adına
ve sadece biz diyebilmek
atıp sen ve ben'leri bir yana
bir olmak, birlikte olmak, bütün olmak
bir elmanın iki yarısı gibi
bu dünyada...


Mehpare ÖĞÜT








Hadi gül de yanağına bir buse kondurayım
gözlerine uzun uzun bakıp ta
hayallere dalayım...
bırakma ellerimi üşür sensizken
sarıl bana sevdiğim
seninle hayat bulayım...


Mehpare ÖĞÜT







Bana şarkılar söyle sevdiğim, masallar anlat
anlat ki bir ömür huzurla uyuyayım kollarında
anlattığın masalda
sen ve ben, biz olalım yalnızca...


Mehpare ÖĞÜT





Dün akşam senden ayrıldıktan sonra
ilyas'lara gittim
oturup şu evlenme meselesini uzun uzun konuştuk
karısı da akla yakın şeyler söyledi
ben gerçi onu severim, dedi
beraberce yaşayıp gitmenizi kim istemez
ama, yoksulluğa alışkın değildir o
açlığa, yalınkat döşeklere pek katlanamaz
dinledikçe, kızcağıza hak verdim
bu iş olmayacak gibime geliyor, ne dersin

sen öyle görmüşsün büyüklerinden
dört kap yemekli sofralar görmüşsün
karpuz kollu yaz entarileri görmüşsün
yattığın yataklar herhalde somyalıdır
haftada bir-iki, sinemaya gidersiniz evcek
hayat pahalı, sana pabuç alamam
pabucu bırak, şöyle karın doyurucu bir şeyler de alamam
kitap alamam mesela
radyo alamam, tiyatro bileti alamam
gençsin birçok şeylerde gönlün kalacak

peşin söylemeli ki, sonra bana gücenmeyesin
benim cıgaram var, rakım var
alıştığım insanlar var bunca yıldır
sevdiğim, inandığım
onlarla görüşmeden edemem
hepsini kabullensen bile, günü nasıl kurtaracağız
memurluk bana gelmez
ticaret falan da yapamam, yaradılışım böyle
çelimsizim, taş kıramam
ben yazarak, çizerek geçinmek zorundayım
diyeceksin ki; ölme eşeğim ölme

sen bir aralık demiştin ki
gerekirse, ben de çalışırım, demiştin
ingilizceden tercümeler yaparım, dikiş dikerim
el işine koşmak gücüme gitmez
annem bana bunların hepsini öğretti
benim anam da iyi kadındır, biliyorsun
sana kaynanalık etmez tabi
ama, hastalıklı, eli işe varmıyor
bulaşık mı yıkayacaksın, tercüme mi yapacaksın
ortalığı mı süpüreceksin, dikiş mi dikeceksin
bir gün, beş gün değil ki bu
gençliğini de yitirince hayattan soğuyacaksın

ben şiir de yazıyorum, biliyorsun
şiirimde barış gibi, hürriyet gibi sözler geçiyor
buna içerleyenler olacak belki
bu güzelim işe bir kulp takıverecekler
cezaevlerine düşeceğim, sen yapayalnız dışarda

bu mektubu postaya vermeden önce
şöyle bir gözden geçirdim
başka kusurlarım olsaydı
emin ol, onları da yazacaktım

bak düşün taşın

Metin ELOĞLU






Seviyorsanız eğer; 
Geç kalmayın sakın aşkınızı 
söylemeye 
telgraf çekin, telefon edin, 
mektup yazın... 
Uçaklara, trenlere 
tüm taşıtlara binin... 
Koşun, arayın, bulun, 
haber gönderin, birine anlatın... 
Duvarlara yazın, ağaçlara kazıyın... 
Yani deneyin bütün olanakları, 
hiç olmazsa; iki yaprak 
samanlı kağıda yazın... 
Ama sakın geç kalmayın! 
AŞKINIZI SÖYLEMEYE...

Özdemir İNCE



Sabrı anlat bana... 
Mağlubiyetlere dayanmayı öğret ruhuma. Bir ışık yak aydınlansın ufuklarım . Söyle ne vâkit sona erer bu amansız sınanma? 

Özlemi anlat bana... 
Göğünde kanat çırpan vuslat kuşları . Nereye konarlar yorulduklarında? Ayaz yemiş sevdaların bakışlarındaki 
Ümitsiz ümitleri anlat. 
Yalnızlığın dili olsaydı sormazdım sana... 

Sevgilerin nihayetini anlat...
Nasıl biter bir sevda? Yakıp, yıkılan umutların külleri Nereye savrulur sonunda? Ben sustukça sen anlat... Hüzünlerine geldim, Bir damladan derya yaptığım hasret.
Ve.. Dinmek bilmeyen bir sancıyla. Al kat acılarımı acılarına...

Hep vuslatı düşünürken savruldum.. Yüreğimin esir rüzgârlarıyla. Hayat körebe oyunuydu .. Sobelendim yaşanmamışlıklara.
Anlat, merak ediyorum
Her zaman ışık var mıdır, tünellerin ucunda?



Saynur İnal





Sonunda
en sonunda
geldin ya
kış'a dönmüştü gönül bahçem
şimdi bahar rüzgarları ile coşuyor
küçük bir kız çocuğunun sahip olduğu mutlulukla...

Çok zaman olmuştu
Ve hatta unutmaya bile yüz tutmuştum sevginin adını
Aşk neydi yeniden öğrenmem lazımdı
Geldin
sonunda
en sonunda
ve ben unuttuğum her ne varsa
aşk'a dair, sevgiye ait seninle hatırladım yeniden,
sil baştan yaşamak adına...
gözlerinde gördüğüm o sevince esir düştü yüreğim
şikayetçi değilim
aradığım her ne varsa sendeydi
ekmek gibi, su gibi, hava gibi aziz oldun bana
geldin ya
sonunda
en sonunda
sakın gitme sevdiğim
sakın bırakma
yeter ki
sevdamın rengi sen
adı sen olsun
ve aşk bizden sorulsun bundan sonra
kök salsın her gün biraz daha
biraz daha sen
biraz daha ben
çokça sevgi
çokça aşk
sen ve ben
kısacası
biz varız bundan sonra....

Mehpare ÖĞÜT
24 OCAK 2014







Bir insanın, bilinmeyen bir hayatın parçası olduğunu ve ona olan aşkımız sayesinde bu hayata nüfuz edebileceğimizi zannetmek, bir aşkın doğasında en temel unsurdur ve başka hiçbir şeyin önemsenmemesine yol açar. Bir erkeği sadece fiziksel görünümüne bakarak değerlendirdiklerini iddia eden kadınlar bile, bu görünümde özel bir yaşayışın yansımasını bulurlar. İşte bu yüzden askerlerden, itfaiyecilerden hoşlanırlar; üniforma çehreyi beğenmeyi kolaylaştırır; zırhın altında farklı, maceracı ve şefkatli bir yüreği öptüklerini zannederler; genç bir hükümdarın, bir veliahtın, ziyaret ettiği yabancı ülkelerde, en çok arzulayacağı gönülleri fethetmek için, belki bir sarraf için şart olacak düzgün bir profile ihtiyacı yoktur.

Şüphesiz, aşk denilen olgunun bütünüyle öznel yapısını ve aşkın fazladan bir kişi, bu dünyada aynı ismi taşıyan kişiden ayrı, özelliklerinin çoğunu bizden almış bir kişi yaratmak anlamına geldiğini çok az insan kavramıştır. Yine pek az insan, kendilerinin gördüğü varlıkla aynı olmayan bir varlığın bizim için zamanla dev boyutlara ulaşmasını doğal kabul edebilir. 

Aşk başladığında, sevdiğimiz kişinin gözünde, sevebileceği yabancı olarak kalmak isteriz; ama ona ihtiyaç duyarız; bedeninden çok dikkatine, kalbine dokunma ihtiyacı hissederiz. İlgisiz kadını bizden bir ricada bulunmak zorunda bırakacak bir fesatlık sıkıştırırız bir mektubumuza; aşk, yanılmaz bir teknikle, nöbetleşe olarak sevmemenin de, sevilmenin de artık mümkün olmadığı çarkı bizim için çalıştırır. 
Ne var ki, genellikle felaketlerin sebebini gözlerden gizleyen muamma, aşk söz konusu olduğunda, aynı şekilde, ani birtakım mutlu çözümleri de kuşatır. Mutlu ya da en azından öyle görünen çözümlerdir bunlar; çünkü isteklerinin yerine getirilmesi çoğunlukla acının yerinin değişmesinden başka işe yaramayan türden bir duygu söz konusu olduğu zaman, gerçekten mutlu olan bir çözüm yoktur denebilir. Bununla birlikte, bazen bir mola verilir ve insan bir süre iyileştiği yanılgısına kapılır.

Mutluluk aşkta anormal bir durumdur; görünürde çok basit, her an ortaya çıkabilecek bir aksaklığa bu aksaklığın kendi başına içermediği bir ağırlık yükleyiverir. O büyük mutluluğun nedeni, kalpte değişken, durmadan tutmaya çalıştığımız, yer değiştirmediğinde neredeyse fark edilmez olan bir şeyin varlığıdır. Aslında aşkta sevincin etkisiz hale getirdiği, gizli bir güce indirgediği, ertelediği; ama -istediğimizi elde etmesek, uzun süredir zaten olacağı gibi- her an çekilmez olabilecek, daimi bir ıstırap mevcuttur.

Marcel Proust 









Hani diyorum ki bir ihtimal olabilseydin yanımda ama yoksun;  yine de şu anda yalnızlığımla avunduğum bu akşam saatlerinde, seni ve sen'li günleri düşünüyorum da... Geleceğe dair hayallerimle avutuyorum kendimi, varlığınla ısıtırken bedenimi yatağımın içine kıvrılmışlığımla...
Ey gözleri kahve tadında olan sevgilim...! Bunca yıldır bekleyip tam da umudumu kestiğim anda gelenim. Unuttuğum bir mutluluğun kapısını aralayan kalbine ne kadar da müteşekkirim. Seninle yan yanayken geçen zamanın dilencisi, kalbimin esir düştüğü yüreğinin en mahrem, en gizli yerinde ve kimselerin bilmediği, adını dahi söylerken içimin titrediği, dünyam, canım, her şeyim olan sevgilim... Seni öylesine bir aşkla seviyorum ki... !
İçim seninle öylesine doluyken, dünyam böylesine güzelleşmişken, hayatı yeniden sil baştan yaşamak isterken... tek acı veren şey senin yanımda olmayışın, olamayışın. Onun dışında zaten her şey iyilik güzellik hele hele de seninleyken. 
Ve ben istiyorum ki seninle geçsin bir ömür... Birlikte içelim ab-ı hayattan. Kana kana içelim de bu sevdayı varsın bilmesin yüreklerimiz doymayı. Öyle bir sevda yaşayalım ki tek yürek, tek beden olalım ve ruhlarımız bile aynı şarkıyı söylerken terk edelim bu dünyayı...
Ey sevgili...!
Seninle geçsin ömrüm, seninle düşsün saçlarıma aklar biraz da. Kalbim ağlayacaksa bile sadece senin için ağlasın bundan sonra. Ve ben bir tek senin adını zikredeyim düştüğüm ateşlerde. Ve hayırlısı diyoruz ya hep sevgilim... Sen hayrım ol benim ben de senin.. Nasıl olsa bir hale yola koyacaktır bizleri Yaradan... Yeter ki hep böyle sevmeye devam edelim birbirimizi....

Kısacası seni seviyorum Sevgili...

Mehpare ÖĞÜT
2014



Bir hayatım daha olsaydı yaşayacağım ve sen düşündüğümden ya da şimdikinden  daha erken gele bilseydin,
-Yine aşk kokar mıydı tüm kelimeler, bunu bilmek isterdim...
Ve söylenmeyen hatırı kalan onca cümleyi
-Gün gelir de lazım olur diye saklar mıydım tavan arasına, eşik altına ya da yüreğime...
Ve ne yazıktır ki başka bir hayatım olmayacağını bile bile
-İnsan düşünüyor yine de...
Aramızda asırlar varmışcasına
-Gelip geçen zamanın acısını çıkartmak istercesine sevmek istiyor bir yüreği
Düşlerine yerleştiriyor her şeyden de önce ...
-Zamana bırakmak geliyor içinden olacak gibi, olmuş gibi
Olmasa bile, olmasa bile alışkın değil mi ki bu yürek vedalara...
-Ahh şu vedalar, ah şu vedalar olmasa...!

-Ama bu sefer bırakmak istemiyorum sırayı vedalara...!
Kapım kapansın ayrılık sahnesine ve sadece ve sadece sıcacık bir merhaba duyulsun dudaklarımdan,
Sen den ve de benden...
Hoş geldin diyelim birbirimize...
Hoş geldin sevgilim, hoş geldin yüreğime...
Bu ev senin...

Mehpare ÖĞÜT
 Aralık 2013







Bak, tam da şuramda bir yerlerde, anlayacağın, kısacası, yüreğimde... Sana dair, sana ait bir şeyler var içimde...

Kanatlanmayı bekliyor tüm kelimeler ve suskunluğunu bozmayı yüreğim...

Haydi Rastgele...♥♥

Mehpare ÖĞÜT

Ankara'dan ayrılırken yanımdaki koltuk hala boştu. Doğrusu bu durumun
hoşuma gitmediğini söylemeyeceğim. Siz de hak verirsiniz ki tanımadığınız
biriyle yanyana oturarak saatlerce yolculuk yapmak pek de hoş bir durum
değildir. Ancak keyfim uzun sürmedi. Otobüsümüz Gölbaşı'na gelince durdu.
Bizim boş koltuğun sahibi de ortaya çıkıverdi. Oldukça yaşlı biriydi. Otobüse
binerken gençten bir adam ona yardım ediyordu. Koridorda ilerleyerek bana
yaklaştı. Genç adamın işaretiyle, yaşlı adama yol verdim, o da pencere
kenarındaki koltuğuna kendini bırakıverdi. Genç adam, "Hoşça kal dede,"
dedikten sonra kulağıma eğilerek, "Biraz rahatsız ona yardımcı olur musunuz?"
diye rica edince çaresiz, kabul ettim.

Otobüsümüz yeniden yola koyulunca, yaşlı adam hiçbir şey söylemeden
bir süre dışarıda kakıp giden bozkırı izledi. Sonra sanki aniden anımsamış
gibi bana dönerek,

"Merhaba delikanlı," dedi titrek bir sesle "Yolculuk nereye?"

"Antep'e," dedim. İlk kez ona dikkatle bakıyordum. Ve onda ilgimi
çeken şey yüzündeki keder oldu. Ağarmış saçları, alnındaki derin çizgiler,
feri kaçmış kül rengi gözleri, sanki yaşlanmanın doğal bir sonucu değil de,
derin kederini daha iyi vurgulamak için yerleşmişlerdi yüzüne. O da bir an
beni süzdükten sonra,

"Niye gidiyorsun Antep'e?" diye yeniden sordu.

Savcı gibi böyle sorular sorması canımı sıktı ama ayıp olmasın diye
yanıtladım.

"Yeğenimin nikahı var da."

Kül rengi gözlerinden bir ışık geçti.

"Düğün ha!" diye mırıldandı. "Görücü ululüyle mi evleniyor yoksa sevda
mı?"

Daha fazla soru sormamasını umarak,

"Görücü usulüyle," diyerek kestirip attım.

Başını sallayarak, kendi kendine gülümsedi. Ben, artık kurtuldum, diye
düşünürken, yeniden söze başladı.

"Görücü usulüyle evlenmek iyidir. Arada sevda filan olsaydı kötüydü."

Yaşlı adamın, sorularından sonra şimdi de Don Juan misali kendinden
emin bir tavırla aşk üzerine atıp tutması beni sinirlendirdi.

"Bu konuları çok iyi biliyorsunuz galiba?" diye alaycı bir tavırla
sordum.

Alay ettiğimi anlamadı, gözlerine tatlı bir özlem çöktü.
"Eh, biraz bilirim," dedi.
"Başından çok merak geçmiş anlaşılan," dedim alaycılığımı sürdürerek.

Yüzü ciddileşti. Sonunda alay ettiğimi anladı, şimdi bana kızacak,
diye düşündüm ama sandığım gibi olmadı.

"Bu işin macerası olmaz," dedi yaralı bir ses tonuyla. éhakiki sevda
tektir. Sonuna kadar da tek kalır."

"Yapma be dede, insanın gönlü o kadar dar mı?" dedim.
"İnsanın gönlü geniştir geniş olmasına ama sevda kuşu nazlıdır, öyle
her önüne çıkan dala konmaz. Her önüne çıkan dala konana bizde başka ad
verirler."

Bu konuda anlaşamayacağız," diyerek konuyu kapatmak istedim ama
yapamadım. Yaşlı adamın yüzündeki keder mi desem, sesindeki tını mı bir şey
bana engel oldu. Bu ihtiyarın sıkı bir hikayesi olduğunu sezinlemeye başladım.

"Kusura bakma dede, ama sormadan edemeyeceğim, sen hiç sevdalandın
mı?"

Hiçbir şey söylemeden öylece yüzüme baktı sonra derinden bir iç
geçirerek,

"Oldum ya," dedi. "Sevdaya düşmemiş adam, adam mıdır?"

"Bak şimdi olmadı dede," diye güldüm. "Az önce sevda kötüdür diyordun,
şimdi de sevdaya düşmemiş adam, adam mıdır, diyorsun."

O da gülmeye başladı.

"İkisi de doğru," dedi. "Sana hikayemi anlatırsam, daha iyi anlarsın."

O zaman bütün bu girizgahı hikayesini anlatmak için yaptığını anladım.
Ama artık yol arkadaşımdan şikayetçi değildim, pür dikkat anlatacaklarını
dinliyordum.

"Ben, iki çocuklu bir ailenin büyük oğluydum. Babam, Antep'teki
bedestende kuyumculuk yapardı. O zamanlar bizim mahallede yahudi bir aile
yaşıyordu. Dinlerimiz ayrıydı ama iyi komşuyduk. Onların Florid adında bir de
kızları vardı. Çocukluğum bu kızla birlikte geçti. Bazen onların bahçelerinde,
bazen bizim evin damında oynardık. Ama Florid biraz serpilince, annesi benimle
oynamasına izin vermemeye başladı. Artık onu yalnızca pencere kafeslerinin
arkasında görebiliyordum. İçimi tuhaf bir duygu kaplamıştı. Bu duygunun bir
arkadaşa duyulan hasret olduğunu sanıyordum. Derken bizim askerlik de geldi
çattı. Askerde Florid'in yokluğunu daha çok hissetmeye başladım. Ve bunun öyle
kolay kolay bitmeyecek bir sevda olduğunu anladım. Anlamasına anladım ama o
bir Yahudi kızıydı, ben ise Müslüman. Bırakın evlenmeyi, birlikte görülmemiz
bile normal karşılanmazdı. Ben askerde böyle tasa içinde kıvranırken kötü
haber geldi. Florid kendisinden yaşlı, kumaş tüccarı Yasef'le nikahlanmıştı.
Florid'in ailesi pek varlıklı değildi, kızın yüklü bir drahoması yoktu. Yasef
yaşlıydı ama zengindi. Florid'in kıymetini bilirdi. Haberi duyar duymaz zaten
zor geçen askerliğim tam bir cehenneme dönüştü. Ne söyleneni anlıyordum, ne
emredileni yapıyordum. Komutanlarım uyardılar beni, azarladılar, sövdüler,
dövdüler; hayır, hiçbir şey kar etmiyordu. Kısa sürede adımız deli askere
çıktı. Neyse lafı uzatmayalım. İyi kötü askerlik böyle geçti. Bu arada ben de,
Florid'i unutmaya karar verdim.

Askerden dönünce de babam artık iyice yaşlandığı için kuyumcu
dükkanının başına geçtim. Evden işe işten eve gidip geliyorum. Rastlantı bu
ya, bir gün sokakta Florid'le karşılaştık. Sıcacık gülümsedi bana. Yüreğimi
bir çarpıntıdır. Ama Florid'e hiçbir şey söylemedim, gülümseyemedim bile.
Florid geçti gitti yanımdan. Kederle girdim eve. Ertesi gün zor kalktım
yataktan, canım işe gitmek istemiyordu. Yine de dükkana gittim, çalışmaya
başladım ama nasıl çalıştığımı, ne yaptığımı ben de bilmiyorum. Öğleye doğru
bir de baktım ki Florid karşımda. Menevişi bol, ela gözleri tatlı tatlı beni
süzmekte. Gözler anlaşırsa dil susar derler. Biz de fazla konuşmadık. Florid
bana burmalı bir bilezik ısmarladı. Bileziğin bahane olduğunu biliyordum.

"Bir hafta sonra hazır," dedim.
O gözlerini yüzümden almadan,
"Bir hafta sonra bileziği bizim eve getir," dedi.

Onlarda ne olacağını biliyordum. "Evime getir," lafını ezber ede ede,
gece gündüz çalışarak beş günde bitirdim bileziği. İşi gören kuyumcu
arkadaşların ağzı açık kaldı.

"Böylesi Saba Melikesi Belkıs'ın hazinesinde bile yoktur," diyerek,
gıpta ettiler bana.

Bileziği sedef bir kutuya koyarak, vardım kumaş tüccarı Yasef'in
evine. Kapıyı Florid açtı. Yüzünde aynı tatlı, davetkar gülümseyiş. Evde başka
kimsecikleri de yok. Sonrası... Sonrası tahmin edersin.

Ama Antep küçük yer. Üstelik her yerde olduğu gibi burada da
dedikoduya meraklı. Kısa sürede Yasef'in kulağına gitmiş bizim aşk. Yasef
olgun adam. Oturup düşünmüş, karısı genç, güzel, kendisi yaşlı, üstelik
karısını sevmekte ki deliler gibi. En iyisi bu kentten kaçıp gitmek. Akşam
Florid'e demiş,

"Ben bu kentten bıktım. Şam'da akrabalarım var, onların yanına
taşınalım."

Ertesi gün Florid benim dükkana geldi. Olanı biteni anlattıktan sonra
güzel gözlerini yüzüme dikerek,

"Benimle evlen. Yasef'i bırakıp, burada kalayım," dedi.

Ne diyeceğimi bilemedim, Florid'le evlenmeye kalksam, millet beni
kınayacak; kadın hem gavur, hem dul. Bıraksam gidecek...

Ben böyle kıvranırken, Yasef erken davrandı, karısını aldığı gibi
tuttu Şam'ın yolunu.

Herkes, "kurtuldun," diyor. Bir de bana sor. Gün günden daha zor
geliyor. Aklımı kaçıracağım her köşe başında, her kapının önünde onu
görüyorum, kulaklarımda onun sesi çınlıyor. Florid'siz yaşamaya ancak bir yıl
dayanabildim. Anamın yalvarıp yakarmalarına aldırmadan, dükkanı küçük
kardeşime teslim edip, yanıma da yüklüce bir para alarak ben de tuttum Şam'ın
yolunu.

Şam'da Yasef'in dükkanını bulmak zor olmadı. Bu zengin yahudiyi
tanımayan yok. Yasef'i gizlice izleyerek evini öğrendim. Ertesi gün sabah
erkenden evin önünde beklemeye başladım. Yasef dükkanına gidince, eve
yaklaşmaya başlamıştım ki, esmer bir delikanlının benden önce kapıyı çaldığını
gördüm. Birkaç saat sonra çıktı evden. O gidince ben yaklaştım eve. Çaldım
kapıyı. Florid beni görünce şaşırdı ama hiç sevinmişe benzemiyordu.

"Niye geldin?" diye sordu azarlar gibi.
"Sensiz olmuyor," dedim, üzüntüyle.
"Çok geç," dedi umursamaz bir tavırla, "ben seni unuttum."

Sanki başımdan aşağı kaynar sular dökülmüştü.

"Konuşalım," dedim.
"Konuşacak bir şey yok," dedi.

Baktım ısrar etmek faydasız, kaldığım hana geri döndüm. Sabaha kadar
düşündüm. Ona hak verdim. Ben çok geç kalmıştım.

Ortalık ışıyınca çıktım handan. Şam'da ne kadar çiçekçi varsa hepsini
dolaştım, cebimde ne kadar para varsa hepsine çiçek aldım. Aldığım çiçekleri,
üç at arabasına yükledim. Vardım Florid'in kapısına. Sabah serinliğinde mis
gibi kokan çiçekleri sevdiğim kadının evinin önüne yıktım, sonra ayrıldım
oradan."

Yaşlı adamın öyküsü çok etkilemişti beni,

"Bravo dede," diye heyecanla söylendim. "Bu yaptığın çok güzel bir
şey."

Yol arkadaşıma artık başka gözlerle bakıyordum. Benim için bir tür
Anadolu bilgesi olup çıkmıştı. Bu arada otobüsümüz ilk molasını vermek üzere
bir dinlenme tesisinde durdu. Birlikte indik. O tuvaletteyken, bizim
otobüsümüzün muavini yaklaştı yanıma.

"Gene ne anlatıyor Ayvaz Dede?" diye sordu.

"Adı Ayvaz mı?" diye sorusuna soruyla karşılık verdim. "Onu tanıyor
musun?"

"Abi, onu Antep'teki bütün otobüs şöförleri, muavinleri tanır."
"Nasıl yani?"

"Ayvaz Dede biraz sıkıntılıdır. Memlekette en fazla bir ay kalabilir,
sonra kendini yolculuklara vurur."

"Tuhaf," diye mırıldandım. "Neden böyle yapıyor?"

"Abi, bu Ayvaz Dede, gençken bir yahudi karısını sevmiş. Kadın
evliymiş. Kocası durumu çakınca, Ayvaz'dan kurtulmak için evini Şam'a taşımış.
Bizimki bırakır mı peşlerini. Haydi o da Şam'a. Ama kadın yüz vermemiş
bizimkine. Ayvaz Dede'nin gururu kırılmış tabii. Çektiği gibi kasaturasını bir
güzel şişlemiş hem kadını, hem kocasını."

Şaşırmıştım, Ayvaz Dede'nin anlattığı hikayenin sonuna hiç
benzemiyordu bu.

"Sonra?" diye sordum meraklı muavine.

"Sonrası, kendi de iflah olmamış. Anlaşılan kadını gerçekten
seviyormuş. Kafayı yemiş. Antep'te duramaz olmuş. Kendinden mi, öldürdüğü
kadının hayaletinden mi bilinmez kaçmaya başlamış."

Muavine başka bir şey soramadım. Ne diyeceğimi bilemiyordum. Az sonra
Ayvaz Dede geldi yanıma. Ona da hiçbir şey sormadım. Açık bir çay ısmarladım.

"Sağolasın evlat," dedi.

Çayını içerken onu izledim. Bu yaşlı adam hiç de katile benzemiyordu
ancak çok dikkatli bakarsanız, sevdiği kadını öldürdükten sonra, ellerinin
kanını gözyaşlarıyla yıkamaya çalışan bir adamın çaresizliğini görebilirdiniz
onun kederli yüzünde.

Ahmet ÜMİT




Özlediğim, beklediğim, gelenim…
Yeryüzündeki milyonlarca insan arasında gülümseyenim.
İçimde ki mutluluğum, coşkum, neşem, sevincim,
Adını koyup da henüz kimselere diyemediğim
Saklımda olan sevdiğim,
Tadım, canım, hasretim…
Her günün sabahında aklıma gelenim
Düş’lerinle birlikte uykulara daldığım,
Hayatıma anlam katan sevdiğim,
Hayalim, kalbim, gönlüm,
Gönlümden gönlüne yol çizdiğim
Dünyam, her şeyim, sevilenim…
Yüreğime düşen sevdam, sevgilim
Yüreğime hoş geldin…
  

Mehpare ÖĞÜT