ALINTI YAZILAR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ALINTI YAZILAR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster


“O günler geçip gitti.

O iyi günler,

O sağlıklı, dolu günler

O pullarla kaplı gökyüzü

O kiraz dolu dallar

O sarmaşıkların yeşil sığınağında birbirine yaslanan evler

O haylaz uçurtma damları

O akasyaların kokusundan başı dönen sokaklar.

O günler geçip gitti

Kirpiklerimin arasından”



Füruğ Ferruhzad-Yaralarım Aşktandır... Alıntı
Londra'daki Kine College Hastanesi Yaslanma Bilimi Enstitüsü tarafından yapılan bir araştırma, vücudumuzun bize hayatimizi kurtaracak tam 16 ipucu verdiğini ortaya koydu.
Sağlıklı yasam konusunda birçok araştırmaya imzasını atan; Londra'daki Kine College Hastanesi Gerontoloji (yaslanma bilimi) Enstitüsü'nde araştırmalarını yürüten Prof. Dr. Robert Bale, 'Sadece parmaklarınızın uzunluğu bile sizin sağlığınız hakkında kayda değer bilgi sahibi olmamızı sağlıyor aslında. Siz de vücudunuzla ilgili önemli detaylara; dikkat ederek sağlığınızı koruyabilirsiniz ' diyor ve ekliyor: 'Vücudunuz; siz fark etmeden sağlığınızla ilgili en önemli ipuçlarını veriyor.'
Prof. Bale'ye göre, tırnaktan gözlere, doğum kilosundan avuç içine kadar vücuttaki her şey birer gösterge. O halde bir test yaparak ne kadar sağlıklı olduğumuzu anlamak mümkün. Bale'nin ' İste hayatinizi kurtaracak 16 ipucu' dediği test söyle:

1.Tırnaklar Tırnaklarınıza dikkatle bakin. Eğer hafif mavilik yâda; morluk görürseniz bu bir kalp hastalığıyla karsı karsıya olduğunuz anlamına gelebilir. Tırnaklarınızın aşırı kalın olması ya da üstlerinde tümsekler olması da nefes alma hatta akciğer sorunlarıyla karsı karsıya olduğunuzu gösterebilir.
2. Nefeslerinizi Sayın Eğer dakikada 15 kez ve daha altında nefes alıp veriyorsanız sağlıklı
ciğerlere sahipsiniz demek... Eğer 25 kez nefes alıp veriyorsanız o zaman sağlığınıza dikkat etmelisiniz.

3. Gözler Aynada gözlerinizden birine bakin. İris'in etrafında beyaz bir daire varsa kolesterol seviyeniz yüksek anlamına geliyor. Bu ayni şekilde yaklaşan kalp sorunlarının da en büyük habercisi.

4. Avuç içinize bakin Avuç içlerinize dikkatle bakin. Eğer kırmızı ve lekelilerse karaciğerinizde sorun var demek.

5. Hafıza kontrolü Bir tepsinin üstüne rasgele 10 eşya koyun. Tepsiye sadece 10 saniye
bakin. Kaç tanesini hatırlayabildiniz? İy i bir hafızanızın olması Alzheimer'le karsılaşma riskinizin daha az olacağı anlamına geliyor.

6. Kas kontrolü Sırt üstü yatın. Bacaklarınız dümdüz olsun. Bir bacağınızı havaya kaldırın. Bir kişinin ayağınıza bastırmasını isteyin. Eğer bacağınız yere düşüyorsa, kaslarınız da bir zayıflık olduğu anlamına geliyor.

7. Görünüş Gözünüzün hemen altında elmacık kemiğiniz üzerine bir cetvel
yerleştirin. Sonra cetvelin üstüne bir kredi kartı yerleştirin kartı en rahat okuduğunuz uzaklığı ölçün. Ne kadar yakına gelirse gelsin kartı rahat okuyabiliyorsanız göz sağlığınızın iyi olduğu anlamına geliyor.

8. Tiroit misiniz? Kollarınızı yere paralel olarak tam karsınızda birleye uzanıyormuş
gibi uzatın. Ellerinize dikkat edin. Eğer elleriniz bu pozisyonda titriyorsa o zaman tiroit olma riskiniz çok.

9. Düz yürümek Yere bir metre uzunluğunda bir çizgi çizin. Üzerinde rahat yürüyebiliyorsanız, vücudunuzun koordinasyonu iyi isliyor demektir.

10. Doğum kilonuz Annenize kaç kilo doğduğunuzu sorun. 3 kilonun altında doğmuşsanız
kalp sorunlarıyla karsı karsıya kalabilirsiniz.

11. Beliniz kalın mı? Vücut sekliniz elmaya benziyorsa, yani yağlarınız belinizin çevresinde
toplanıyorsa, kalp sorunu yasama riskiniz daha fazla.

12. Tuvalet sıklığı Her 3 saatte bir tuvalete birden çok gitme ihtiyacı mı hissediyorsunuz? Diyabetin en erken alarmlarından biri sık tuvalete gitmektir.

13. Nabız kontrolü Nabzınız ne kadar yavaş atıyorsa o kadar uzun yasayacaksınız demektir. Yani nabzınız 70'in altındaysa sağlıklısınız anlamına geliyor.

14.Dişlerinizi fırçalayın Eğer dişleriniz kanıyorsa, kalbiniz tehlikede demektir.

15. Parmak uzunluğu İşaret ve yüzük parmakları aynı uzunlukta olan kişilerin kalp krizi
geçirme riski daha fazla.

16. Ayak Bilekleri Baş parmağınızla ayak bileğinizin arka kısmına bastırın.Eğer
bastırdığınız noktada çok fazla çukurluk oluşuyorsa o zaman kalp,akciğer,böbrek sorunlarıyla karşı karşıya kalabilirsiniz. Siz yinede moralinizi bozmayın. Ancak yukarıdaki belirtilerden bir veya bir kaçı varsa hemen doktorunuza başvurun...







Geçenlerde, eski ve en başarılı öğrencilerimden biri, bir dergi, yayımlamak üzere kendisinden
bir öykü istediğinde, bu teklifi şöyle reddetti:

“Teşekkür ederim ama yazmayı bıraktım.”

“Ama niçin?”

“Yazmak çok zor, çoğu zaman düş kırıklıkları ile dolu. Sahip olduğum her şeyi verdim ama ne yazık ki yeterli değilmiş.”

Bunu söyleyen, yeni başlayanların çokça kıskanabileceği başarılı bir yeni yazardı. Çünkü beş
öyküsü satılmış, iki tanesi ulusal dergilerde yayımlanmış ve bunların hepsi iki yıldan az bir
zamanda gerçeklemişti. Yeni bir taktikle yanaşmaya karar verdim:

“En başarılı bulduğun romancının adını söyle.”

“Balzac.”

Hah, şimdi tuzağıma düşmüştü. Balzac’ın öğretmenleri Balzac'a “tahta kafa” adını
takmışlardı. Ailesi onun edebiyatla ilgili girişimlerini engellemek istemişlerdi. Balzac iki yıllık çalışmanın sonunda manzum trajedisini gururla gösterip okuduğu zaman çığlık atmışlardı. Tanıdığı tek eleştirmen olan bir arkadaşı, ona, yazardan başka her şey olabileceğini
söylemişti. Balzac ününü kazanmadan önce, sekiz yıl içinde otuz bir ciltlik kurmaca yazılar
yazdı. Büyük ve önemli kitapları da yoldaydı.

Sonra John Fitzgerald ile ilgili bir yazı okumaya başladım. Fitzgerald'ın ilk ekonomik
başarısını, otuz yıl denedikten sonra Papa Bir Mormonla Evlendi (Papa Married a Mormon) ile kazandığını anlatıyordu. Güldü ve başını salladı. Profesyonel yazı yazmak isteyen üniversite öğrencilerine ders Vermek oldukça eğlenceli bir şey. Aynı zamanda sıkıntı ve bunalım da yaratan bir şey. Benim birçok yetenekli öğrencim, tam kendilerini geliştirmeye başladıkları sırada vazgeçtiler. Aynı zamanda Westem Revieu, Reader's Digest, The Saturday Evening Post ve The New Yorker gibi dergilerde öğrencilerimin yazılan çıkıyor. Ama bir arkadaşım gelip de çocukların ne oranda başarılı olduğunu sorduğunda, “Sen bir de bırakanları, vazgeçenleri görecektin,” diyorum. Neden böyle yapıyorlar? Neden bir zamanlar istedikleri tek şey olduğunu düşündükleri yazmayı bırakıyorlar?

Bir kez William Faulkner ile konuşma şansım olmuştu. Bana yazma dersini anlattırdı.
“Öğrencilerin yazı mı yazmak istiyor, yoksa yazar olmak mı:'” diye sormuştu bana. Sorumun
cevabı burada işte. Bazı öğrenciler ve yazma işine kendi başlarına göre başlayanlar yanlış
nedenlerle yazıyorlar. Daha mürekkebi kurumadan, taslaklarını dergilere gönderiyorlar ve
yayıncılar da onları utandırmakta geç kalmıyor. Konuşulmak için yazıyorlarsa da biraz zaman
geçince yazmanın ne kadar gereksiz olduğunu anlıyorlar. Bu çocukların büyük bir kısmı,
Faulkner’in haklarında konuşmayı düşündüğü çocuklar. Yetenekleri var. Yazmak istiyorlar.
Ama bir hocaları onları itmekten vazgeçtiği zaman, onlar da bırakıyorlar. Neden? Ben bazı
sorulan ve cevaplarını biliyorum. İşte burada bunları anlatacağım: Birçoğu yaşamlarını
kazanmak zorunda. Sizin gibi, benim gibi. Başarılı yarı-zamanlı, öğrenciler perişan durumda.
Sarah Jenkins romanını kuaförde saç kurutucuların altında, otobüse bindiğinde, on beş
dakikalık aralarda yazmıştı. Şimdi kendi arabası, hatta şoförünü işe alacak parası var ama o
eski yazı ortamlarını arıyor.

Kimse bu çocuklar dikkate alınıyor. Esprili bir bakış açısıyla, kimse bir yazara benzemez.
Bazılar ailesinden gördüğü kadar herkesten anlayış bekler ve yardım arayarak yazar. Bir de
daha şanssız olanlar var ki, onlar ailesi tarafından bile yanlış anlaşılıyor. Birkaç sene önce bir
öğrencim “McCall’s” adlı öyküsünü sattı. On beş gün boyunca karısı ve ailesi ona yardım
etmeye çalışırken bir felakete sürüklediler. Her öğleden sonra çocukları evden uzaklaştırıp,
ortalığı toplayarak onu daktilosu ile yalnız bırakıyorlarmış. İki üç saate ve de büyük bir
sessizlik içinde çalışma ortamı sağlanmaya çalışıldıktan sonra öğrencim kapıda belirdiğinde
hoplaya zıplaya gülerek üzerine atılıp neler yazdığım soruyorlarmış. Elbette bu koşullar
altında çalışmalar hiç de iyi gitmemiş ve bu sıkıntı, bu baskı bir süre sonra dayanılmaz olmuş.
Zavallı çocuk o günden beri hiçbir şey yazamamış.

"Bir editör olsa da öykülerimi yayınlasa."

Çoğu zaman onların, eğer yazdıklarını basacak birinin olduğunu bilseler, her gün
yazacaklarını söylediklerini duydum. Elbette kim yazmaz ki. Önemli olan kimse ilgilenmezken yazmaya devam etmek, yalnızlık ve korku ile yüzleşmek. Öğrencilerimle doğrudan konuşurum. Onlara bu yayıncılık mekanizmasının nasıl işlediğini anlatmaya, sınıfa yayıncıları davet ederek onları tanıtmaya çalışırım. Çünkü rekabet her geçen gün daha da kızışıyor. Son olarak onlara yazabileceklerini ya da vazgeçebileceklerini söylüyorum, seçimi kendilerinin yapacağını ve kolay olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Eğer yine de yazmaya kararlılarsa, onların tarafındayım. Ve yıllar sonra bana yazmadıklarını söylerken çok mutsuz görünüyorlar.
Onlara bir yol bulmaları için yardım etmeye çalışıyorum. Onların kafasındaki sorun tek bir
noktada düğümleniyor. Gün yeterince uzun değil. Bu yılların eskitemediği bir bahanedir. Ben
de ihtiyaç duyduğumda hep bu bahaneye başvururdum. Ancak bu tamamen bir saçmalık.
Çoğumuz, bizden çok daha yoğun olan ama başarıyla devam eden yazarlar tanıyoruz.
Caroline Miller, Pulitzer Ödülü'nü kazandığında otuzlu yaşlarının başındaydı. South Georgia
Okulu’nun müdürü ile evliydi. Üç çocuğu vardı ama parası ve zamanı pek yoktu. Miller, kek
almak için gittiği markette kasada bile yazıyordu.

Zaman zaman tekrar başlamalarına yardım edebiliyorum. Onların gerçek problemi ile ilgili
öyküler anlatıyorum. Bir günlük tutmalarını öneriyorum çoğu zaman. Böylece yazmak
sıradan bir eylem haline gelecektir. Somerset Maugham’in sözünü hatırlatıyorum: “Yazmak
bir alışkanlıktır. Alışması kolay, bırakması zordur.”

Fred Shaw




“İnanç, göremediklerinize inanmaktır; bu inancın ödülü ise inandıklarımızı görmektir…”

 Kim söylemiş bu güzel sözü bilmiyorum, geçenlerde gazetede bir köşe yazarı tarafından günün sözü olarak yazılmıştı…

 Aklıma takıldı, yoğunlaştım bu sözün üstüne, inandığım şeyler hep göremediklerim miydi, ve en sonunda inandıklarımı görebiliyor muydum diye…

 İnançla hayal arasında nasıl sıkı bir bağlantı vardır diye…

 Hayatta bir şeylere inanmak, yaşama bağlı olma isteğini arttırır, bunu bir çok kez yaşadım, gördüm…

 Fakat şu bir gerçektir ki, bir şeylere inanmakla bitmiyor olay…

 Çaba gerekiyor, emek gerekiyor, olumlu düşünce gerekiyor ve hayalleri inanca, inancı gerçeğe çevirmek gerekiyor…

 Bunlar olmazsa, kalbimizdeki inanç, göremediklerimize inandığımız ve bu inandıklarımızı en sonunda göremediğimiz için dünyamızı karartıyor, bizi bambaşka bir insana çeviriyor…

 John Fowles, “Fransız Teğmenin Kadını” adlı o mistik romanında, Charles adlı zengin bir soylunun Sarah adında bir hizmetçiye bir anda aşık olup, onun ortadan kaybolmasından sonra içindeki o nerden geldiği belli olmayan büyük bir inançla yıllarca izini sürmeye başlar bu esrarengiz kadının….

 Nerde olduğunu bilmeden, şehir şehir dolaşarak, günlerce, aylarca sürer bu arayış…

 Ne olursa olsun Charles’ın içindeki inanç bitmez, tek dayanağı odur çünkü…

 Göremediği bir şeye inanmıştır ve ne yazık ki,

 Başka güvenebileceği bir şey kalmamıştır…

 Ne olursa olsun sevdiği kadını bulacaktır, onu göremese bile ona inanmaktadır, onun yanında olmasa bile onu sonsuz bir aşkla sevmektedir….

 Peki siz olsanız ne yapardınız?

 Kısa bir süre içinde gördüğünüz bir insana çılgınlar gibi aşık olduğunuzun biraz geçte olsa farkına varsaydınız ve ona koşarak gittiğinizde yerinde bulamasaydınız, üstelik nereye gittiğine, kimin yanında olduğuna dair en ufak bir detay bile öğrenemeseydiniz, ama ne olursa olsun içinizde bir inanç olsaydı?

 Ben bu kitabı okurken Charles istediği kadar inançlı ve inatçı olsun, ne olursa olsun Sarah’ı asla bulamayacak ve bu kayboluşun etkisi bir kabus gibi çökecek onun yaşamına diye düşünüyordum…
Ama öyle olmadı…

 Yüreğindeki inanç, Charles’ı sevdiği insanı bulmak için zorladı, gidebileceği her yere gitti, bakabileceği her yere baktı, girip çıkmadığı yer kalmadı…

 Gazetelere ilan verdi, özel dedektifler tuttu, yolda gördüğü herkese onu sordu….

 En sonunda günün birinde Londra’da Sarah’ı bulmaları için tuttuğu özel dedektiflerden onun bulunduğuna dair bir telgraf aldı, koşa koşa gitti ona, içindeki inancın bir gün gerçekleşmiş olmasının verdiği sevinç ve hüzünle….

 Onun yanına geldiğinde gördü ki, karşısında artık sevdiği insan yoktu…

 Evet, görmediği bir şeye inanmıştı yıllarca ve bunun ödülü olarak en sonunda onu görebilmişti…

 Ama acı bir hüsranla bitti bu inancın sonu, Sarah onu çılgınlar gibi sevdiğini bildiği halde Charles’a “uğraşacak yeni ve daha güzel şeyler” bulduğunu, hatta yaşamında başkasının olduğunu söyleyerek bu inancı, bu yarınlara umut veren sevgiyi bir anda yok etti…

 Charles, onca zaman göremediği bir şeye yürekten inanmış ve bunun ödülü olarakta onu en sonunda görebilmişti, ama tüm bu umut, çaba ve inanç onun hayatını mahvetmekten başka bir işe yaramadı…

 Bu trajedinin sonu şu cümlelerle anlatılıyordu:

 “Hayat, gizemli kurallar ve gizemli seçimler nehri, ıssız bir kıyı boyunca akıyordu; diğer ıssız kıyı boyundaysa Charles şimdi yürümeye başlamıştı, kendi cesedinin taşındığı bir cenaze arabasının ardından yürüyen bir adam gibi. Mutlak bir intihara doğru mu yürümektedir? Sanmam; çünkü, sonunda kendinde bir inanç zerreciği bulmuştur, üzerinde bir şeyler inşa edebileceği gerçek bir benzersizlik…hayatın bir simge olmadığını, tek bir bilmece ve onu bilememekten ibaret olmadığını, tek bir yüzü olmadığını ve zarlar bir kere kötü gelmişse hemen bırakılamayacağını anlamaya başlamıştı….”

 Evet, Charles’ın inancı gerçekleşmişti ama boşa çıkmıştı…

 İnanmanın ona verdiği ödül acı bir deneyimden başka bir şey olmamış, belki onu daha güçlü ve olgun yapmış belki de insanlara ve sevgi kavramı üstüne güvensiz ve olumsuz bir bakış açısı kazandırmıştı…

 Hayatta her şey gelebilir insanın başına, kesin olan tek bir şey vardır ki, tüm inançlarınıza, umutlarınıza, beklentilerinize, hüsran ve hayal kırıklıklarınıza rağmen dünya dönmeye devam ediyor ve inancınız bir kez olsun boşa çıktıktan sonra her şeyden vazgeçmek yapılabilecek en basit şey oluyor…

 Siz ne yapardınız bilmiyorum, ama eğer benim sevdiğim insan ansızın ortadan kaybolsaydı ve içimde hala bir şeyler olduğunu hissetseydim, ne olursa olsun onu bulurdum, en azından içimde kalanları söylerdim ve kendi iç huzuruma kavuşurdum….

 Tüm bunları yapabilmek ve yürekten hissedebilmek için göremediğim bir şeye inanmak pahasına, sırf o sevginin varlığı, o sevgilinin yokluğu içimi acıtmasın, beni saplantılı bir varlığa çevirmesin diye, durmaksızın arardım onu….

 Bulduğumda karşıma nasıl ve ne tavırla çıkacağını bilmeden, kalbimdeki inançla, her şeyi göze alarak…

 Çünkü sonunda ne olursa olsun, inancımın ödülünü alacağımı bilirdim ve karşı taraf ne yaparsa yapsın, inancımın verdiği ödül, içimde kalanların dışarıya vurulması ve karşımdaki insanın ne olursa olsun onu sevdiğimi bilmesi bana yeterdi…

 Belki size az şeyle yetinmek gibi görünebilir tüm bunlar, ama ne kadar inanırsanız inanın, sonunda elde edeceğiniz ödül sizin istediğiniz gibi olmayabilir…

 Bir gün taparcasına sevdiğiniz insanın karşısına çıkıp onu ne kadar sevdiğinizi, onun için her şeyi göze alabileceğinizi söylediğinizde size hiç ummadığınız bir şekilde karşılık verebilir…

 Belki içinizdeki inanç hüsran dolu bir hayal kırıklığına, belki de eşi benzeri bulunmayan bir mutluluğa sebep olabilir, ama tam olarak ne olacağını kimse bilmez…

 Charles sevdiği insanı bulacağına inanmasaydı belki de içinde kalan sözlerle, hislerle ve yok olan sevgilisinin hayaliyle günden güne kötüye gidecek, belki de intihar edecekti…

 İnandı ve buldu, ödülünü aldı…

 Belki istediği ödül bu değildi ama hiç değilse içinde kalan tek bir şey olmadı, yapabileceği, söyleyebileceği her şeyi söyledi…

 Sonra yaşamaya devam etti…

 Böyle platonik bir aşkın acısından sonra bile bir “inanç zerreciği” buldu içinde…

 Çünkü bir kere inanıpta hüsrana uğramak, bir daha hiçbir şeye inanmamanız anlamına gelmez, aksine sizi daha çok inanmaya ve kendinize güvenmeye teşvik eder…

 Tabi bu görüş, bakış açısına göre değişir…

 Hayat, öyle mistik, tuhaf, beklenmedik ve farklı kavramlar barındırır ki içinde, yaşayan varlıklar olarak bir şeylere inanmak, bir şeyleri umut etmek ve bir şeyler yapabileceğimize inanmaktan başka bir seçeneğimiz yoktur…

 Her şey istediğimiz gibi olmayabilir, çünkü çoğu şey bizim kontrolümüzde değildir…

 En azından inançlarımızı biz kontrol edebilir, ne olursa olsun sonunda göremediklerimize inanmanın ödülünü kazanmanın mutluluğunu yaşayabiliriz…

 En azından sevgi ve saygımızı biz kontrol edebilir, ne olursa olsun en sonunda ulaşılmaz sandıklarımızı sevmenin ve belki de sevilmenin ayrıcalığını yaşayabiliriz…

 “İnanç, göremediklerinize inanmaktır; bu inancın ödülü ise inandıklarımızı görmektir…”

 Bu ödülün ne olacağını bilmeden, tatlı bir sürprizle mi yoksa sizi yıkmaya yetecek bir hüsranla mı karşılaşacağınızı bilmeden, inancınıza güvenerek yola çıktığınızda, bence kaybedecek fazla bir şeyiniz yoktur, en sonunda kazanacağınız ödül olumlu veya olumsuz da olsa, sizi daha farklı ve güçlü bir insan yapmaya yetecektir…

 Kaynak: “Fransız Teğmenin Kadını” John Fowles, Ayrıntı Yayınları, 2000, İstanbul
 Hatice Mine BAHADIR



Çin Bambu ağacının yetişmesi, olumlu ısrar için güzel... bir örnektir.

Çinliler
bu ağacı şöyle yetiştirir:
Önce ağacın tohumu ekilir, sulanır ve gübrelenir.
Birinci yıl tohumda herhangi bir değişiklik olmaz.
Tohum yeniden sulanıp gübrelenir. Bambu ağacı ikinci yılda da toprağın dışına filiz vermez.
Üçüncü ve dördüncü yıllarda her yıl yapılan işlem
tekrar edilerek bambu tohumu sulanır ve gübrelenir.
Fakat inatçı
tohum bu yılda da filiz vermez.
Çinliler büyük bir sabırla beşinci
yılda da bambuya su ve gübre vermeye devam ederler.
Ve nihayet
beşinci yılın sonlarına doğru bambu yeşermeye başlar ve altı hafta gibi kısa bir sürede yaklaşık 27 metre boyuna ulaşır.

Akla gelen
ilk soru şudur :
Çin bambu ağacı 27 metre boyuna altı hafta da mı
Yoksa beş yılda mı ulaşmıştır?
Bu sorunun cevabı tabii ki beş yıldır.
Büyük bir sabırla ve ısrarla tohum beş yıl süresince sulanıp gübrelenmeseydi ağacın büyümesinden hatta var olmasından söz edebilir miydik ?...

Bir
başarının şartları her zaman çok basittir.
Bir süre için çalışın,
Bir
süre tahammül edin.
Her zaman inanın

Ve hiç bir zaman geri dönmeyin...






Peleus\'la Thetis\'in Olympos\'ta kutlanan bir düğününe Fesatlık Tanrıçası Eris davet edilmemiş... fesatlık bu ya boş durur mu, düğüne davetsiz gelip masanın ortasına altın bir elma atıvermiş, elmanın üzerinde \"en güzele\" yazıyormuş. Bütün kadınlar elma benim, bana yakışır diyerek elmayı sahiplenmeye kalkmışlar, bunun üzerine en güzeli Tanrılar Tanrısı Zeus seçsin denmiş, ama Zeus elmayı karısı Tanrıça Hera\'ya verse diğer Tanrıçalar kıyameti koparacaklar, başka Tanrıçalara verse bu sefer de karısı ortalığı kaldıracak, Zeus bu işi başından savmak için Kaz Dağlarının yakışıklı çobanı Paris\'i elmayı en güzele vermesi için görevlendirmiş. Bu karmaşadan sonra ortada en güzelim diye üç Tanrıça kalmış. Zeus\'un karısı Hera, Akıl Tanrıçası Atena, Güzellik ve Sevgi Tanrıçası Venüs. Bu üç Tanrıça, yakışıklı çobanın karşısına çıkmışlar. Çobanın elinde \"en güzele\" diye yazan altın elma, karşısında yürekleri heyecandan çarpan üç Tanrıça...

Tanrıçalar başlamışlar akıllarına gelen vaatlerle çobanı etki altına almaya. Atena; ün, şan vaat etmiş, Hera; zenginlik ve kuvvet. Venüs ise, dünyanın en güzel kızını vaat etmiş. Atena ve Hera en güzel elbiselerini giyip, en süslü mücevherlerini takmışlar, oysa güzellik örtü istemez, güzellik onun örtüsü diyen Venüs bunların hiçbirini yapmamış. Paris\'in altın elmayı tutan eli kımıldamış... herkes heyecan içinde ve el geniş bir kavis çizerek Venüs\'e doğru uzanmış. Paris üzerinde \"en güzele\" yazan altın elmayı Venüs\'e vermiş...

PARİS DEDİKLERİ

Paris, öbür adıyla Aleksandros, Troya kralı Priamos\'la karısı Hekabe\'nin en küçük oğlu. Kraliçe onu doğurmadan birkaç gün önce uykusunda bir düş görmüş: karnından çıkan bir alev Troya surlarını sarıyor, bütün şehri yangına veriyormuş. Falcılar bu düşü kötüye yorumlamışlar, doğacak olan çocuk şehri yıkıma götürecek demişler. Bebek doğunca da Priamos onu İda dağına bırakmak üzere bir uşağına vermiş. Uşak Paris\'i dağa bırakmış , vahşi hayvanlar hakkından gelir diye düşünmüş. Ama öyle olmamış, bir dişi ayı gelip bebeği emzirmiş. Bir süre bu böyle gitmiş, sonra çocuğu Agelaos adındaki bir çoban bulmuş, evine götürmüş ve kendi çocuklarıyla bir arada büyütmüş. Paris çobanlar arasıdan güzelliği yardımseverliğiyle dikkati çekermiş, sürülerine çok iyi baktığı için, ona koruyucu anlamına gelen Aleksandros adını takmışlar, dağda önce Oinone adlı bir nympha ile sevişmiş. Evlenmişler, ama mutlulukları uzun sürmemiş.

OİNONE

Oinone İda dağının nymphalarından biridir. Paris ile evlenir. Paris güzellik yarışmasında yargıç olarak çağrıldığında onu vazgeçirmeye çalışır ama başaramaz; ancak bir gün yaralanırsa onu gelip bulmasını söyler. Apollon\'un kendisine verdiği şifalı otlar vardır. Paris Troya savaşının sonlarında Philoktetes\'in attığı bir okla yaralanınca Oinone\'nin bu sözünü hatırlar, ona haber gönderir, ama nympha yardıma gelmez. Paris ölünce Oinone pişman olup canına kıyar.

(Nympha: Aslında başı örtülü, yani gelin anlamına gelen nympha kırlarda, sularda, ormanlarda yaşayan doğal ve tanrısal varlıkların dişi olanlarına verilen addır. Homeros\'a göre nympha\'lar Zeus\'un kızlarıdır.)

ANKHİSES

Troya kral soyundan olan Asarakos\'un oğlu Ankhises Tanrıça Aphrodite ile sevişmiş ve Aineias\'ın babası olmuştur. Homerik denilen övgülerden Aphrodite\'e ayrılmış olanı, bu sevişmeyi en ince ayrıntılarına dek anlatır: Tanrıça Ankhises\'i İda yamaçlarında sığırlarını otlatırken görür, delikanlının güzelliğine vurulur ve dağa iner. Övgüde \"canavarların anası, bin pınarlı İda\" diye tanımlanan İda dağına Aphrodite\'in inişi, peşinde vahşi hayvanlar sürükleyen ana tanrıçanın gelişine benzetilmiş, tanrıçanın büyüsüne kapılan hayvanların ormanlarda, fundalıklarda sevişmesi gösterilmiştir. Tanrıça Phrygia\'lı bir genç kız kılığına girer de öyle görünür Ankhises\'e. Troyalı prens arzu ile yanıp tutuşarak tanrıçaya yaklaşır. sevişmelerinin sonunda gülümser tanrıça, sevgilisine şöyle seslenir:

Senin bir oğlun doğacak,

Troya\'lılara kral olacaktır o

ve çocuklarına çocuklar doğacaktır

sonsuzluğa dek!

Tanrıça doğuracağı oğlanı büyütmek için nympha\'lara vereceğini, onu beş yaşında babasına tanıtacağını ve çocuğun kimin olduğu sorulursa sakın Aphrodite\'in oğlu olduğunu bildirmemesini, yoksa Zeus\'un yıldırımına çarpılacağını söyler ve Ankhises\'i bırakıp gider.


Bir efsaneye göre Ankhises tanrıçanın sözünü tutmaz, fazlaca içtiği bir gün Aphrodite ile sevişmiş olmakla övünür ve çarpılır. Bunun sonucunda topal kaldığı, Troya\'dan kaçarken Aineias\'ın onu sırtına almasının nedeninin bu olduğu anlatılır.




Hayat dermiş ki;
Sevdiğin insanda arayacağın ilk şey iyi niyet olmalıdır.O yoksa başa özelliklerinin anlamı kalmayacaktır

Hayat dermiş ki;
Dost dediğin sadece kötü gününde yanında olan değildir,aynı zamanda sevincine de en az senin kadar sevinebilendir

Hayat dermiş ki;
Başarmak için sıradan olandan ayrılmak zorundasın.Bırak insanların karşı duruşunu,doğru bildiğine sarıl ısrarla

Hayat dermiş ki;
Daha önce görmediğin biriyle karşılaştığında ilk dakikalara dikkat et.O insanın pozitif yada negatif enerji veren biri olduğunu anlayacaksın

Hayat dermiş ki;
Yaptığın seçimlerden dolayı başın derde girerse eğer,ilk suçlaman gereken kişi sensin.Sızlanmak ve başkalarını suçlamak yerine,hatanı bulmaya çalış

Hayat dermiş ki;
Bir yıkımla karşılaştığında yas tutma.O yıkımı,ne yap et öğretmenin haline getir

Hayat dermiş ki;
Hayvan sevmeyen insanlardan uzak dur.Doğal ve güzel olanı sevemez onlar çünkü.

Hayat dermiş ki;
İnsanlara kendini defalarca anlatmak zorunda kalma.Ya oradan ayrıl yada bildiğini oku

Hayat dermiş ki;
Hedeflerin konusunda kararlı ol.Engelleri düşünme.Ya bir yol bul,ya bir yol aç.

Hayat dermiş ki;
İçgüdülerinin sesine çok iyi kulak ver.Unutma ki,onca hayvan türü onlar sayesinde varlığını sürdürüyor miliyonlarca yıldan beri

Hayat dermiş ki;
Kendini saygın bir birey haline getir.Aksi taktirde,boşuna beklersin başkalarının sana saygı duymasını

Hayat dermiş ki;

Başına bir şey geldiğinde,neden başkalarının değil de benim başıma geldi bu iş diye sızlanma,durduğun yere bak..

Sunay AKIN


Hepimizin mahremiyetine yapılan baskılar, bizlere içsel tenhalıklara, yalnızlıklara çekilip nasıl yok olacağımızı öğretir; birileriyle beraberken yalnız kalmakta hepimiz ustalaşmışızdır.

Senden çok bana ait bu, der hırsızlık eylemi: Bana ait; çünkü ona benim daha çok ihtiyacım var; benim yaşam safhama daha çok uyuyor, sana küçülmüş zaten.

Hepimizin hayat tarzı, tavizlerimiz, küçük ayak uydurmalarımız -hepsi de geçiciydi, hiçbiri uzun süremezdi.

Yasalarla koruyarak ya da demokrasinin çekici bir fikir olduğunu düşünerek demokrasiye ulaşamazsın. Bizse bunu hep yaptık. Bir tarafta "Sen iyi bir kızsın; sen kötü bir kızsın" yargıları, kurumlar, hiyerarşiler ve emir-komuta zincirinde bir halka; öteki yandaysa demokrasiyi dayatan yasalar çıkarmak, habire amma da demokrat olduğumuzu söylemek.

"Şey", kısaca, iflah olmaz cahilliğin ya da iflah olmaz farkındalığın karşılığı olan bir sözcüktür.
....

Doris LESSİNG




“Bu yol nereye gider?” 
diye sordu kendine.

“Nereye gider bu yol?” 

İnsan, ancak adresi olmayan bir yolcuyu uğurladığında 
yolların bilinmezliğini keşfediyordu. 

Giden, bir tek yola gidiyor, 

Kalan, sayısız pek çok yolun 
sır dolu düğümlerini çözmeye mahkum oluyordu.

Ali Ayçil / Sur Kenti Hikayeleri