DÜNYA EDEBİYATI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
DÜNYA EDEBİYATI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Hepimizin mahremiyetine yapılan baskılar, bizlere içsel tenhalıklara, yalnızlıklara çekilip nasıl yok olacağımızı öğretir; birileriyle beraberken yalnız kalmakta hepimiz ustalaşmışızdır.

Senden çok bana ait bu, der hırsızlık eylemi: Bana ait; çünkü ona benim daha çok ihtiyacım var; benim yaşam safhama daha çok uyuyor, sana küçülmüş zaten.

Hepimizin hayat tarzı, tavizlerimiz, küçük ayak uydurmalarımız -hepsi de geçiciydi, hiçbiri uzun süremezdi.

Yasalarla koruyarak ya da demokrasinin çekici bir fikir olduğunu düşünerek demokrasiye ulaşamazsın. Bizse bunu hep yaptık. Bir tarafta "Sen iyi bir kızsın; sen kötü bir kızsın" yargıları, kurumlar, hiyerarşiler ve emir-komuta zincirinde bir halka; öteki yandaysa demokrasiyi dayatan yasalar çıkarmak, habire amma da demokrat olduğumuzu söylemek.

"Şey", kısaca, iflah olmaz cahilliğin ya da iflah olmaz farkındalığın karşılığı olan bir sözcüktür.
....

Doris LESSİNG


Dudaklarımı, aşktan bahsetmek için kutsal ateşle ağartmıştım; dudaklarımı açınca konuşmak için, kendimi dilsiz olarak buldum.

Aşk şarkıları terennüm ederdim aşkı bilmeden önce, onu öğrendiğim zamansa ağzımdaki sözler basit solumalara, göğsümdeki nağmeler derin bir sükûnete dönüştü.

Ve siz ey insanlar geçmişte bana aşkın garip ve tuhaf hallerinden sorardınız, ben de size anlatır sizi ikna ederdim. Ya şimdi, aşk beni örtüsüne bürüdü. Size onun yollarını huylarını sormaya geldim, aranızda beni yanıtlayacak var mıdır? Size neyim olduğunu sormaya, ruhumdan haber almaya geldim; aranızda kalbimi kalbime açacak, kendimi kendime açıklayacak var mı?

Haydi bana, göğsümde tutuşan, tüm kuvvetimi yutup duygularımı arzularımı eriten şu ateşin ne olduğunu söyleyin? Yalnızlık ve uzlet saatlerinde ruhumu sıkan ve ciğerime, hazzın acılığı, ve elemlerin tatlılığı katılmış bir şarabı döken bu tatlısert gizli eller nedir?

Gecenin sessizliğinde yatağımın etrafında çırpan bu kanatlar nedir? Bilmediğimi bekleyerek, işitmediğime kulak vererek, görmediğime gözlerimi dikerek, anlamadığımı düşünerek, farkında olmadığımı hissederek, inlemenin içinde benim nezdimde kahkaha ve sevinç seslerinden daha sevimli olan kaygılar olduğu için ah çekerek, güneş doğup da odamm köşeleri ışıkla doluncaya değin beni öldüren, dirilten sonra yine öldüren ve dirilten görünmeyen bir güce teslim olarak sabahlarım. Kurumuş gözkapaklarım arasında uyanıklığın hayalleri titreşirken ve taştan yatağımda düşlerin gölgeleri gezinirken artık uyurum.

Bizim aşk olarak isimlendirdiğimiz nedir?

Çağların ardına gizlenmiş, görünenlerin arkasına saklanmış, varlığın gizine yerleşmiş bu gizli sır nedir, bana haber verin.

Tüm sonuçların sebebi, tüm sebeplerin sonucu olarak gelen bu belirsiz mefhum nedir?

Bu, ölümü ve hayatı yiyen ve onlardan, hayattan daha tuhaf, ölümden daha derin bir rüya çıkaran uyanıklık nedir?

Haber verin ey insanlar, bana haber verin, aranızda aşk parmakuçlarıyla ruhuna dokunduğu zaman hayat uykusundan uyanmayan var mıdır?

Aranızda, kendisine kalbinin sevdiği bir kız seslendiğinde babasını, anasını, doğduğu yeri terketmeyen var mıdır?

İçinizde, ruhunun seçtiği kadına ulaşmak için denizleri aşmayan, çölleri geçmeyen, dağları vadileri geride bırakmayan var mı? Hangi genç, yeryüzünün en uzak yerlerine kadar, eğer orada nefeslerinin kokusunu hoş bulduğu, elinin dokunuşlarına güzel dediği, sesinin tınısını beğendiği bir sevgili varsa kalbinin peşinde gitmez?

Hangi insan, yakarışlarını işiten, dudaklarına karşılık veren bir tanrının önünde ruhunu tütsü olarak yakmaz?*

Dün tapınağın kapısında durdum ve geçenlere aşkın gizlerinden, meziyetlerinden sordum. Zayıf bünyeli, yüzü buruşmuş bir ihtiyar geçti önümden. Ah çekerek; "Aşk ilk insandan devraldığımız fıtrì bir yaratılış zaafdır" dedi. Derken güçlü kuvvetli, kolları çemrenmiş bir genç geçti. Şakıyarak, "Aşk, varoluşumuza sarılmış bir kararlılıktır. Ve insanların geçmişiyle geleceğini bizim şu anımıza ulaştırır" dedi.

Melül gözleriyle bir kadın geçti, sızlanarak, 'Aşk öyle öldürücü bir zehirdir ki, ateşli mağaralarda hüküm süren siyah yılanlar onu içine çeker sonra gökyüzünde dağılarak akar sonra yağmur damlalarına bürünerek düşer ve susamış ruhlar onu emer de bir dakikada sarhoş olurlar, bır yılda ayılır, bir asırda ölürler.' dedi.

Gül yanaklı bir kız geçti; gülümseyerek, "Aşk, gündoğumu perilerinin güçlü ruhlara döktüğü bir sudur ki o, ruhları gece yıldızlarının önünde dondurarak yükseltir ve gündüz güneşinin karşısında terennüm ettirerek yüzdürür." dedi.

Siyah giysileri olan, sakalı uzun bir adam geçti: abus bir çehreyle, "Aşk gözlerimizi aydınlatan ulvi bir bilgidir. Onun yokuyla biz şeyleri, ilâhların gördüğü gibi görürüz." dedi.

Asâsıyla atar bir âmâ geçti, öksürerek; 'Aşk, benliği her yönden kuşatan yoğun bir sistir. Ondan varlığın görüntülerini gizler ya da onu kayaların aralarında titreyen arzularının görünümlerinden başka bir şey görmez, vadinin boşluklarından gelen çığlığından başka bir ses işitmez hale getirir." dedi.

Gitar taşıyan bir genç geçti; şarkı söyleyerek, "Aşk, hassas ruhun derinliklerinden fışkıran ve onun yanını yöresini aydınlatan sihirli bir ışıktır. Onun sayesinde o ruh dünyayı yeşil kırlarda seyreden bir konvoy, hayatı iki uyanıklık arasında duran güzel bir düş olarak görür." dedi.

Sırtı kamburlaşmış, ayaklarını tıpkı iki bez parçasıymışlar gibi sürükleyen bir pir-i fâni geçti; titreyerek, "Aşk, bedenin mezar sessizliğindeki rahatı, ruhun ebediliğin derinliklerinde selâmet bulmasıdır." dedi.

Beş yaşlarında bir erkek çocuk geçti, gülerek seslendi; "Aşk babamdır, aşk annemdir. Ve aşk sadece babamla annemi bilir." dedi.

Gün döndü ve toprağın önünden insanlar, her biri aşktan konuşup benliğini tasvir ederek ve hayatın sırrından dem vurup arzularını açığa çıkararak geçtiler.

Akşam gelip de yoldan geçenlerin dağdağası sona erdiğinde tapınağın içinden gelen, şöyle diyen bir ses duydum: "Hayat iki kısımdır. Bir kısmı donuktur, bir kısmı ateşli. Aşk ateşli kısımdır."

O esnada tapınağa girdim ve eğilerek, yakararak, dua ederek, seslenerek yere kapandım: "Beni alevin yemeği kıl ya Râb, beni kutsal ateşin yiyeceği kıl ey Tanrım!

Amin."
(S.155)

Halil CİBRAN - Asi Ruhlar, Fırtına


Dere tepe, dağ ova dolaşmasını seven tek gözlü bir adam varmış, yürür yürür gidermiş, gider gider yürürmüş...
Bir gün uzaklarda renkleri karmakarışık bir köy görmüş yaklaşmış köye doğru, yolları bir tuhaf, evleri bir tuhaf, insanları bir tuhafmış köyün...

Girince köyün içine anlamış meseleyi, körler köyüymüş burası, kadınların, erkeklerin, çocukların, velhasıl herkesin sımsıkı kapalıymış gözleri...
Gezginci adam karar vermiş burada yaşamaya: Hiç değilse benim bir gözüm var, diyormuş, körler ülkesinde şaşılar kral olur, derler, bende bunların başına geçer yaşarım

Körlerin gözleri yokmuş ama elleri, kulakları, burunları çok hassasmış, kendilerine göre bir düzenleri varmış. Adam şaşkın hallerine bakıyormuş onların, yürümeleri, konuşmaları doğrusu başka türlüymüş...

Bir gün körlerden biri öteki körün malını aşırmış, sadece tek gözlü adam görmüş bunu, bağırarak ilan etmiş:
—Filanca, malını çaldı falancanın.

Körler:
—Nereden biliyorsun o kadar uzaktan duyulmaz ki, demişler.
— Ben duymadım, gördüm, gözüm var benim görüyorum.
Körler göz diye, görmek diye bir şey bilmiyorlarmış, uzun yıllar içinde çoktan unutmuşlar bu hissi.
— Ne demek görmek, demişler, nasıl görüyorsun yani, duyulmayacak mesafeden anlıyor musun ne olup bittiğini?
— Anlıyorum tabii...
— İnanmayız, imtihan edeceğiz seni...

... Adamı almışlar uzakça bir yere dikmişler, tecrübeleriyle biliyorlarmış o uzaklıktan hiçbir şeyin işitilmeyeceğini.
— Anlat bakalım, şimdi biz ne yapıyoruz, demişler.
Adam anlatmış...
— Oturuyorsunuz, konuşuyorsunuz, şu ayağa kalktı, bu elini oynattı, beriki bacağını sallıyor, derken körler bir evin içine girmişler, bağırmışlar:
— Anlatsana...
— İçeri girdiniz, göremiyorum ki...
Körler bilmedikleri için içeri girmenin ne demek olduğunu:
— Ne olmuş yani içeri girmişsek, elli santim fark etti, anlat anlat, demişler...
— Arada duvar var görmüyorum.
Körler:
— Sen atıyorsun, demişler, demincek tesadüf etti,
Bak, şimdi bilemiyorsun.
— Çıkın dışarı söyleyeyim.
— Bu kadar uzaktan duyunca ha içerisi, ha dışarısı, ne çıkar yani...
— Ben duymuyorum, ben görüyorum, diyormuş adam
— Öyle şey olmaz, demişler, sende bir bozukluk var, saçmalıyorsun, acayip şeyler söylüyorsun, hekime muayene ettireceğiz seni...
... Adamı yaka paça alıp köyün hekimine götürmüşler, hekimde kör tabii...
Elleriyle yoklamaya başlamış adamı, yoklamış yoklamış ve parmaklarını adamın yüzünde gezdirirken:
— Buldum, demiş. Bozukluk burada....
Adamın açık olan gözünü kastediyormuş hekim ve:
—Saçmalaması bundan dolayı, diyormuş, ben şimdi hallederim, düzeltirim onu...

Körler ülkesinde kral olmaya kalkan gezginci zor bela kurtarmış kendini oradan. Körler görenleri anlayamazlar, saçmalıyor sanırlar ve onu da kendilerine benzetmek için gözlerini çıkarmaya uğraşırlar.
H. G. WELLS

  


Bazen, bir kadının gözlerine bir bakış yerleşir; ne gurur vardır bu bakışta ne alttan alma, ne bir talep ne de bir serüven vaadi. Gözlerin verdiği bir işaret olduğundan, bir başka bakışla kesişebilir; gelgelelim sözcüğün gündelik anlamıyla ille de bir başkasına yöneltilmemiştir; kimin üstüne alınacağı umurunda değildir.

Bir çocuğun gözlerine yerleşecek bir bakış değildir bu; çünkü çocuklar kendilerini gereğince tanımazlar; erkeklerin çoğunun gözlerine de yerleşemez; çünkü erkeklerin çoğu açıkgözlülük taslar; hayvanların gözlerine de yerleşemez; çünkü hayvanlar, zamanın geçişinden habersizdirler. Romantik şairler, bu tür bir bakışta kadının ruhuna giden kestirme yolu gördüklerine inanırlardı. Ama böyle bir yaklaşım, bakışın saydam olduğu izlenimini veriyor; oysa aslında dünyada ondan daha az saydam bir şey yok.

Kendini kendi olarak ortaya süren bir bakış bu, başka bakışlara benzemiyor. İlle de bir şeye benzetmek gerekirse bir çiçeğin rengine benzetilebilir. Kendi mavisini söyleyen bir güneş çiçeği gibi.

Toplulukta bu tür bakışlar çabucak solar; çünkü ne söyleşilere ortam hazırlarlar ne de alışverişlere. Toplumsal yoklamada kaçaktırlar.




John BERGER



Yağmurun üçüncü günü evin içinde öyle çok yengeç öldürmüşlerdi ki, sonunda Pelayo onları denize atmak için seller altındaki avludan bata çıka geçmek zorunda kaldı, çünkü yeni doğmuş bebek bütün gece ateşler içinde yatmıştı, bunda o leş gibi kokunun suçu olduğunu sanıyorlardı. Salıdan beri dünyanın tadı kaçmıştı. Gökyüzü ve deniz birleşip aynı kül rengini almış, martta parıl parıl yanan kumsal, çürümüş istiridye artıkları ve balçıktan oluşan bir bulamaca dönüşmüştü. Gün ışığı öğleyin o derece ölgündü ki, Pelayo yengeçleri attıktan sonra geri dönerken avlunun arka tarafında bir şeyin kımıldadığını, inildediğini ancak büyük çabayla fark edebildi. Bunun yüzü koyun balçığa gömülü yaşlı bir adam olduğunu ve pek çok güç sarf ettiği halde koskoca kanatları yüzünden bir türlü doğrulamadığını görmesi için oraya iyice yaklaşması gerekti.

Pelayo bu kabusun verdiği telaş içinde o sırada hasta bebeğe ıslak bezler sarmakta olan karısı Elisenda’ya koşarak onu avluya sürükledi. Büyük bir şaşkınlık içinde yan yana durup ağızlarını açmadan yere düşmüş adamın vücuduna bakmağa koyuldular. Sokaktan geçen eskiciler gibi giyinmişti. Dazlak kafasında ancak birkaç tutam ak saç, ağzında iki üç diş kalmıştı; sırılsıklam ıslanmış bir dedeyi andıran bu acıklı durumu adamcağızın bütün saygınlığını alıp götürmüştü. Kirli ve yoluk olan iri akbaba kanatları sanki bir daha hiç çıkmamacasına çamura batmıştı. Pelayo ile Elisenda onu öyle uzun, öyle dikkatli izlediler ki, hemen şaşkınlıktan kurtulup sonunda ona bayağı alıştılar. Ona seslenmeğe, onunla konuşmaya kalkıştılar, o da gür bir denizci sesiyle anlaşılmaz bir dilde karşılık verdi. Böylece bir süre sonra kanatlarının yakışıksızlığını görmemezlikten gelip akıllarını kullanarak onun fırtınada kaybolmuş yabancı bir gemiden kalan bir kazazede olduğu sonucuna vardılar. Bununla birlikte, adamı bir görsün diye ölüm ve dirimle ilgili her şeyi bilen bir komşularını çağırdılar; komşu kadın bir bakışta durumu kavrayarak onlara düştükleri hatayı açıkladı. 

“Bu bir melek,” dedi. “Mutlaka çocuk yüzünden gelmiştir, ama zavallı öyle kocamış ki, yağmur iyice belini bükmüş.”

Ertesi gün Pelayo’nun evinde kanlı canlı bir meleğin tutulduğu haberi her yana yayıldı. Zamanın meleklerinin göklerdeki bir komplodan kaçıp hayatta kalanlar olduğunu ileri süren bilgiç komşunun kesin sözleri karşısında adamı sopalarla döve döve öldürecek cesareti bulamadılar. Pelayo polis copuyla silahlanarak bütün öğleden sonra mutfaktan onu gözetledi, yatmadan önce de onu çamurların içinden çekip çıkardı, telle çevrili tavuk kümesinde tavukların yanına kapadı. Gece yarısına doğru yağmur dindiği sıralarda Pelayo ile Elisenda hala yengeç öldürmeye devam ediyorlardı. Az sonra bebek uyandı, ateşi düşmüş, iştahı yerine gelmişti. O zaman üzerlerine bir gönül yüceliği, bir cömertlik havası yayıldı ve meleği açık denizde kaderiyle baş başa bırakmak üzere yanında üç günlük azık ve içecek suyla bir sala bindirmeye karar verdiler. Ama günün ilk ışıklarıyla birlikte arka avluya çıktıklarında bütün yöre halkının kümesin başına üşüşmüş olduğunu ve melekle saygısızca şakalaştığını, sanki doğaüstü bir yaratık değil de bir sirk hayvanıymış gibi ona tel örgünün deliklerinden yiyecek attıklarını gördüler.

Olağanüstü haberler karşısında şaşırıp telaşa kapılan Peder Gonzaga , saat daha yedi olmadan oraya geldi. Bu saatte gelenler, sabah karanlığında beliren meraklılardan biraz daha ciddi tavırlıydılar, bunlar tutuklunun geleceğine ilişkin çeşitli tahminler yürüttüler. İçlerinde en saf olanlar onun milletler meclisi başkanlığına getirileceğini düşünüyorlardı. Daha sert yaradılışta olanlar onun bütün savaşları kazanmak üzere beş yıldızlı generalliğe yükseltileceğini sanıyorlardı. Bazı kehanet meraklıları ise, kanatları olan bilge bir insan türü yeryüzünde yönetimi devralabilsin diye onun damızlık hayvanı olarak saklanacağı umudundaydılar. Bununla birlikte Peder Gonzaga’nın papaz olmadan önce iri kıyım bir oduncu olduğunu unutuyorlardı. Peder tel örgünün yanı başında durarak kısa bir süre İncil’ine bakıp imanını tazeledikten sonra, ürkmüş tavuklar arasında yaşlılıktan içi geçmiş koskocaman bir tavuk gibi duran bu zavallı adamcağızı yakından inceleyebilmek için kendisine kümesi kapısını açmalarını istedi. Adam kümesin bir köşesine çekilmişti, ilk gelen meraklıların attıkları kahvaltı artıkları ve meyve kabukları ortasında kanatlarını açmış güneşte kurutuyordu. Peder Gonzaga kümese girip ona Latince günaydın deyince, yeryüzünün küstahlıklarından hiç etkilenmeyen haliyle antikadan anlayan bakışlarını yerden kaldırmadan kendi dilinde bir şeyler mırıldandı. Adamın Tanrı dili olan Latince’den pek anlamadığını, Tanrı hizmetindekileri selamlamayı da bilmediğini gören köy papazı bu işte bir hile, bir bit yeniği olduğundan işkillenmeye başlamıştı. Sonra iyice yakından bakınca yabancının bayağı insana benzediğini fark etti: üzerine sinmiş olan açık hava ve rüzgarın kokusu dayanılacak gibi değildi, kanatlarının alt yüzü asalak yosunlardan geçilmiyordu , en iri kanat tüyleri yeryüzü rüzgarlarından zedelenmişti, bu perişan halinde meleklerin yüceliğine yakışacak tek şey yoktu. Peder Gonzaga kümesten dışarı çıktıktan sonra, meraklı seyirciler önünde kısa bir vaız vererek, onları safdilliğin tehlikelerine karşısında uyanık olmaya çağırdı. Onlara şeytanın her türlü karnaval kılıklarına bürünerek gafilleri şaşırtmak gibi kötü bir alışkanlığı olduğunu hatırlattı. Bir uçakla bir doğan arasındaki en önemli farkın kanatlardan ileri gelmediğini, bununla birlikte ne uçağın ne de doğanın melek olmadığını herkesin kolayca anlayacağını belirtti. Bağlı olduğu piskoposa bir mektup yazarak onu başpiskoposa, başpiskoposun da papaya yazmasına çalışacağına ve böylece kesin kararın en yüce makamdan alınacağına söz verdi.

Yaptığı uyarılar dinleyenlerin gönlünde meyvesini vermedi. Bir meleğin tutulduğu haberi öyle büyük bir hızla yayıldı ki, birkaç saat geçmeden avlu pazar yeri bağrışmalarıyla doldu. Neredeyse evi yıkacak derecede yığılan kalabalığı dağıtmak için süngü takmış bir birlik çağırmak gerekti. Avluyu Pazar yerine çeviren kalabalığın yerlere attığı çöpleri aralıksız süpürmekten sırtı kamburlaşan Elisenda’nın aklına birden, dışardan gelenlere avluyu kapayıp meleği görmek isteyenlerden beş Centavo giriş ücreti almak gibi parlak bir fikir geldi.

Ta Martinik’ten bile meraklılar geliyordu. İçlerinde havada uçan bir akrobat da bulunan gezgin bir panayır kuruldu; bu akrobat kalabalığın tepesinde defalarca oradan oraya uçtuğu halde kimse başını kaldırıp onunla pek ilgilenmedi, çünkü taktığı kanatlar melek kanatları değil, uzaydan gelme yarasa kanatlarıydı. Karaiplerin en bahtsız hastaları iyileşmek umuduyla koşuşturdu: çocukluğundan beri kendi kalp atışlarını sayan ve saya saya çoktan sayıları tüketmiş olan zavallı bir kadıncağız, yıldızların çıkardığı gürültülerden bir türlü uyuyamayan bir Jamaikalı, uyanıkken kendi elleriyle yaptıklarını gece kalkıp paramparça eden bir uyurgezer ve bunlardan başka daha hafif bir sürü vaka. Yeryüzünü zangır zangır titreten bu kıyamet kargaşasının göbeğinde Pelayo ile Elisenda yorulmaktan pek mutluydular, çünkü bir haftadan az zamanda yatak odalarını parayla tıka basa doldurdukları halde giriş için sırada bekleyen hacı adaylarının kuyruğu hala ufkun öbür yanına kadar uzayıp gidiyordu. Bütün bu olanlara katılmayan tek kişi meleğin kendisiydi. Onun adına tel örgünün dibine dizilen adak mumları ve kandillerden çıkan cehennem sıcağından yarı baygın bir halde, vaktini iğreti köşesinde bir parça rahat etmeye çalışarak geçiriyordu. Bir ara ona naftalin topakları yedirmeye kalkıştılar, çünkü pek bilmiş komşu kadının aklınca naftalin meleklerin özel besiniydi. Ama o, kilise kapısında nedamet getirip tövbe etmişlerin taşıdığı, papanın ağzına layık, öğle yemeklerini geri çevirdiği gibi, naftalin topaklarına da elini sürmedi, melek olduğundan mı, yoksa kocamış bir ihtiyar olduğundan mı patlıcan püresinden başka şey yemediğini, daha doğrusu patlıcan püresinden başka şey yeyip yemediğini kimse öğrenemedi. Tek olağanüstü yanı , galiba sabrıydı. En çok ilk günlerde, tavuklar kanatlarında yaşayan uzaydan gelme küçük asalakları yutabilmek için onu gagaladıkları zaman , sakatlar hasta yerlerine sürmek için üzerinden tüylerini yolduklarında, en merhametli olanlar bile bütün vücudunu görebilmek için taşlar atarak onu ayağa kalkmaya zorladıklarında hep sabretti. Yalnız bir defasında genç boğaları dağladıkları kızgın demirle sırtını yaktıkları zaman sabrını taşırdılar. Saatlerce hiç kımıldamadan olduğu gibi yattığından onu öldü sanmışlardı. Birden çok korkarak yerinden fırladı ve gözlerinden yaşlar boşanarak o anlaşılmayan diliyle çığlıklar atmaya , her yanı çınlatmaya başladı, birkaç kere hızla kanatlarını çırptı, bu yüzden yerdeki bütün tavuk pisliği ve uzaydan gelme tozları havalara kaldırdı, bu dünyadakilere hiç benzemeyen büyük bir panik, kızılca bir kıyamet kopardı. Çoğu kimse bu tepkinin kızgınlıktan çok, duyduğu acının bir sonucu olduğuna inanmakla birlikte, bundan böyle onu rahatsız etmekten kaçınır oldular, çünkü çoğunlukta olanlar onun bu kayıtsızlığının boş saatlerin tadını çıkaran bir kahramanın değil, dinmiş bir Tufanın kayıtsızlığı olduğunu anlamışlardı.

Peder Gonzaga tutuklunun doğal kimliğine ilişkin son ve kesin yargıyı yetkili makamdan beklerken halkın çeşitli saçmalıklarına bazı gündelik formüllerden esinlenerek göğüs germenin yollarını aradı. Çünkü Roma’dan beklenen posta, konunun önem ve ivediliğini kulak arkası etmişe benziyordu. Böylece vakti, tutuklunun göbek deliği olup olmadığını, konuştuğu dilin Arami dilleriyle ne ilişkisi olduğunu, vücudunun kaç iğne ucu kadar yer kapladığını, yoksa sadece kanatları olan bir Norveçli mi olduğunu inceleyerek geçirdiler. Eğer ilahi bir olay köy papazının , papalık nezdindeki girişimine son vermemiş olsaydı bu eşsiz mektuplar herhalde yüzyıllar son bulana değin durmadan gidip gelecekti.

Köye gelen Karaip’li gezgin panayırların çeşit çeşit gösterileri arasında o günlerde birde anne babasına itaatsizlik ettiğinden örümcek haline getirilmiş gudubet bir kadın bulunuyordu. Onu görmek için ödenen giriş ücreti meleğe ödenenden daha düşük olduğu gibi, ona ucubeliğine ilişkin her türlü soru sorulabiliyor, garip yaratık tepeden tırnağa rahat rahat incelenebiliyor ve böylece hiç kimsenin bu dehşet verici yaratığın gerçekliği konusunda kuşkusu kalmıyordu. Kadını vücudu koç büyüklüğünde dev bir tarantula, başı ise üzgün bakışlı bir genç kız başıydı. İşin asıl yürek parçalayan yanı akılları oynatan dış görünüşü değil, başına gelen felaketin ayrıntılarını anlatırken kapıldığı derin üzüntüydü. Daha çocuk denecek yaştayken bir gün baba evinden gizlice kaçarak danslı bir eğlenceye gitmiş, bütün gece izinsiz dans ettikten sonra ormandan geçerek evine döndüğü sırada müthiş bir gümbürtüyle gökyüzü orta yerinde ikiye ayrılmış, aradaki yarıktan beliren yıldırım kükürtler saçarak yeryüzüne düşüp onu örümcek haline getirmişti. Tek gıdası, iyiliksever kimselerin ağzına verdikleri küçük et parçalarından ibaretti. İnsana özgü bunca acı, gerçek ve ibretle yüklü olan böyle bir yaratığın , başını kaldırıp çevresindeki ölümlülere bir bakmaya bile tenezzül etmeyen kibirli meleği ister istemez gölgede bırakacağı apaçık ortadaydı. Üstelik meleğe atfedilen bir takım yarım yamalak mucizelerde bulanmış, sapıtmış bir kafanın işleri gibi görünüyordu. Örneğin kör bir adamın gözleri açılacağı yerde ağzında üç yeni dişi çıkmış , kötürüm biri yürüyeceği yerde nerdeyse piyangoda büyük ikramiyeyi kazanmış, cüzamlı bir adamın ise yaralarında ay çiçekleri fışkırmaya başlamıştı. Daha çok can sıkıntısı giderici birer şaka etkisi bırakan, teselli mükafatı görünümündeki bu mucizelerin meleğin ününe çoktan gölge düşürdüğü bir sırada ortaya çıkan örümcek kadın ona son darbeyi indiriverdi. Böylelikle Peder Gonzaga’nın uykusuzluğu kesin olarak son buldu, Pelayo’nun avlusu da yağmurun üç gün sürekli yağdığı ve yengeçlerin yatak odalarında dolaştığı günlerdeki kadar ıssızlaştı.

Ev sahiplerinin bu durumdan yakınmalarına bir neden yoktu. Topladıkları paralarla balkonları ve bahçesi olan, kışın yengeçlerin girmemesi için tel ve ağlarla çevrili iki katlı bir kaşane yaptırdılar. Melekler içeri giremesin diye pencerelere demir parmaklık taktırdılar. Pelayo köyün hemen yanı başında bir tavşan çiftliği kurup pek rezil bir iş olan polislikten ayrıldı. Elisenda en gözde hanımların o sıralar pazar günleri giydiklerine benzer parıl parıl ipek elbiseler, yüksek topuklu saten iskarpinler satın aldı. Özen gösterilmeyen tek yer kümesti. Ara sıra orayı katran ruhuyla yıkasalar da, içinde lavanta sakızları yaksalar da, bunu meleğe iyilik olsun diye değil, bir hortlak gibi çevrede dolanan, arsızca yayılan ve yeni evi eskisine benzeten leş gibi gübre kokusundan kurtulmak için yapıyorlardı. Çocuk yürümeye başlayınca kümesin yakınlarına gitmemesi için bütün tedbirleri aldılar. Ama çok geçmeden bütün kaygılarını unutup gübre kokusuna alışmaya başladılar. Çocuk daha esas dişlerini çıkarmadan bir gün oynamak için her nasıl olduysa paslı telleri dökülen kümese girdi. Melek çocuğa diğer ölümlülerden daha yakın davranmamakla birlikte, onun en can alıcı, en kurnaz küstahlıklarına bile hayali daracık, umudu kıt bir köpek sabrıyla katlandı. İkisi birden su çiçeğine yakalandılar. Çocuğa bakan doktor, meleğin göğsünü dinlemek gibi insanı ayartan bir işin cazibesine karşı koyamadı ve onun kalbinden gelen hırıltılı ıslık seslerini, böbreklerinden gelen çeşitli gürültüleri dinledikten sonra kanısınca artık pek uzun zaman yaşayacak durumda olmadığını söyledi. Aslında onu en çok şaşırtan şey, kanatlarının yapısına esas olan mantıktı. Tam anlamıyla bir insan organizması olan bu bedende o derece doğal ve gerekli duruyorlardı ki, nasıl olup da diğer insanların kanatları olmadığına akıl erdirmek iyice güçleşiyordu.

Çocuk okula başladığı sıralarda güneş ve yağmurun etkisiyle kümes çoktan yıkılıp gitmişti. Melek ölmek üzere olan bir kimsesiz gibi oradan oraya sürüklenip duruyordu. Onu yatak odasından kovalıyorlar, hemen arkasından mutfakta yine karşılarına çıkıyordu. Aynı anda sanki öyle çok yerde bulunabiliyordu ki , sonunda onun bütün evde kendini durmadan yineleyerek çoğaldığını, her yana suretlerini dağıttığını düşünmeye başladılar. Hırsından deliye dönen Elisenda, bu meleklerle dolu evde yaşamanın cehennem azabından başka bir şey olmadığını avaz avaz bağırmaya başladı. Melek artık ağzına lokma koymuyordu, bir antikacınınkini andıran gözleri öyle bulanmış, öyle dumanlanmıştı ki, durmadan direklere, kalaslara çarpıyordu. Üzerinde yalnız son tüylerinin çıplak sapları kalmıştı. Pelayo cömertliği kabardığından onun sırtına bir battaniye atıp evin yanındaki barakada uyumasına merhamet etti. Ancak o zaman geceleri ateşlendiğini ve tarihi bir Norveç lehçesiyle gırtlağını yırtarcasına sayıkladığını fark ettiler. Bu, onların telaşa kapıldıkları pek ender vesilelerden biriydi, çünkü onu ölecek sandılar, her şeyi bilen komşu kadın bile onlara ölü meleklerin ne yapıldığını söyleyemeyecekti.

Ama o, ömrünün en berbat kışını atlatmakla kalmadı, ilk güneş ışıklarıyla birlikte bayağı canlandı, kendine gelir gibi oldu. Avlunun bütün gözlerden uzak, en kuytu köşelerinden birine çekilip günlerce hiç kımıldamadan bekledi. Aralık başlarında kanatlarında iri ve sert tüyler çıkmaya başladı. Kuşları ürkütecek kadar acayip olan bu tüyler, daha çok iğrenç bir bunaklık belirtisi gibi duruyordu. Ama o bütün bu değişikliklerin nedenini biliyor olmalıydı, çünkü ne bu tüyleri, ne de yıldızların altında söylediği gemici şarkılarını hiç kimsenin fark etmemesine büyük bir dikkat gösteriyordu. Bir sabah Elisenda öğle yemeği için soğan doğrarken sanki açık denizlerden geliyormuş gibi esen güçlü bir rüzgar mutfağı doldurdu. Pencereye yaklaşan Elisenda dışarıda meleği ilk uçma deneylerini yapar buldu. Bunlar öyle sarsak, öyle hantal deneylerdi ki , tırnakları sebze tarhları arasında saban izini andırır derin bir yarık bıraktı. Üstelik ışığın üzerinde de kayıp tökezleyen , havalarda bir türlü tutunacak yer bulamayan beceriksiz kanatlarıyla neredeyse barakayı yıkacaktı. Ama sonra gitgide yükseldi. Elisenda onun bunak bir leş akbabasının uğursuz kanat çırpışlarıyla kendini zar zor da olsa havada tutarak en son evlerin üzerinden kayıp gittiğini görünce hem kendini hem de onu düşünerek rahatladı, derin bir oh çekti. Son soğanlarını da doğradıktan sonra başını kaldırıp bir daha arkasından baktı, artık gözden kaybolduğu zaman bile arkasından bakmaktaydı, çünkü o artık hayatında bir yük olmaktan çıkmış, denizle göğün birleştiği çizgi üzerinde hayali bir nokta olmuştu.



Gabriel Garcia MARQUEZ
Kaynak: Sevgide Öte Sürekli Ölüm,
Çeviren : Ahmet Seven, Cem Yayınları, İstanbul  





Dünyanın en büyük finans şirketlerinden J.P. Morgan'ın CEO'su James Dimon'un, zengin koca avcısı bir kızın kendisine attığı bir e-mail'e verdiği cevap...

"Sayın Morgan,

Sizinle dürüst olacağım... Bu yıl 25 yaşına giriyorum. Çok güzelim, iyi bir stilim var ve kaliteli şeyleri severim. Yıllık geliri en az 500 bin dolar veya daha fazla olan bir adamla evlenmek istiyorum. Aç gözlü olduğumu düşünebilirsiniz fakat New York’ta yıllık geliri 1 milyon dolar olan insanlar maalesef orta sınıf sayılıyor.

Çok şey istemiyorum. Bu sizin sitenizde yıllık geliri 500 bin dolar veya daha fazla olan biri var mı? Hepiniz evli misiniz? Sormak istiyorum, sizin gibi zengin insanlarla evlenmek için ne yapmam gerek?

Bugüne kadar birlikte olduğum erkekler arasında en zengini yılda 250 bin dolar kazanıyordu. Central Park’ın batı yakasında, yüksek bütçeli rezidanslarda yaşamak isteyen biri için yıllık 250 bin dolar yeterli değil. Size alçak gönüllülükle soruyorum:

1) Zengin bekarlar nerede takılır? (Lütfen bar, restaurant, spor salonu, kulüp, vs... gibi mekanların isimlerini ve adreslerini yazar mısınız.)

2) Hangi yaş kategorisine odaklanmalıyım?

3) Çoğu zenginin eşleri neden ortalama güzellikte? Bir kaç kızla tanıştım; güzel veya ilgi çekici değiller ama zengin erkeklerle evlenebiliyorlar.

4) Kimin karınız, kimin yalnızca sevgiliniz olabileceğine nasıl karar veriyorsunuz? Benim hedefim evlenmek. Zengin bir adamla evlenebilmek için ne yapmalıyım ?

Bayan Güzel"

Cevap:

"Sevgili Bayan Güzel,

Yazınızı büyük bir ilgiyle okudum. Tahmin ediyorum ki sizin gibi aynı soruları soran pek çok genç kız var. Lütfen profesyonel bir yatırımcı olarak durumunuzu analiz etmeme izin verin. Benim yıllık gelirim 500 bin doların üzerinde, sizin kriterlerinize uyuyor, bu sebeple zamanınızı boş yere çalmadığımı umut ediyorum.

Bir iş adamı gözünden bakarsak, sizinle evlenmek kötü bir fikir. Nedeni ise çok basit, lütfen açıklamama izin verin... Detayları bir kenara bırakırsak, yapmaya çalıştığınız şey “güzellik” ile “para” ikilisini takas etmek: A kişisi güzelliği sağlar, B kişisi de bunun için ödeme yapar, gayet adil. Fakat burada ölümcül bir problem var; sizin güzelliğiniz kaybolacak ama benim param iyi bir sebep olmadıkça tükenmeyecek. Aslına bakarsanız, benim gelirim yıldan yıla artabilir, ancak siz yıldan yıla güzelleşemezsiniz. Bu sebeple, ekonomik açıdan bakarsak, ben değer kazanan bir varlıkken siz değer kaybeden bir varlıksınız. Hem de sıradan bir değer kaybı değil, katlanarak artan bir değer kaybı. Eğer güzellik sizin tek varlığınızsa, değeriniz 10 yıl sonra çok daha düşük olacak.

Wall Street’te kullandığımız bir terimden yola çıkarsak, sizin için “takas pozisyonu” diyebiliriz, “satın al ve bekle” değil. Sizi satın almak iyi bir fikir değil, bu sebeple kiralamayı tercih ederim. Çünkü alışveriş değeri düşen bir şeyi uzun süre elde tutmak hiç de akıllıca değildir. Şüphesiz; aynı şey sizin istediğiniz evlilik için de geçerli.

Bu yazdıklarım size zalimce geliyorsa bir de şöyle düşünün; tüm paramı kaybetseydim, beni terk etmez miydiniz? Aynı şekilde güzelliğinizi kaybettiğinizde, benim de çıkış yolunu bulmam gerekmez mi?

Yıllık geliri 500 bin doların üstünde olan insanlar aptal değil; sizinle yalnızca çıkarız ama evlenmeyiz. Size, zengin bir adamla evlenme fikrini unutmanızı öneririm. Bu arada, yılda 500 bin dolar kazanan o zengin siz olabilirsiniz. Zira o kadar parayı kazanmak, zengin bir aptal bulabilme ihtimalinizden daha yüksek...

Kolay gelsin;

J.P. MORGAN


Düşündürücü kısa bir öykü okumaya ne dersiniz ?

"Herkesin hırsız olduğu bir ülke varmış" diye baslar Italo Calvino'nun "Kara Koyun" adlı öyküsü. Ama istisnasız herkesin.

Gece olunca, insanlar maymuncuklarini ve fenerlerini yanina alir ve komsusunun evini soymaya gider.
Gün dogarken geri döndüklerinde yüklerini almislardir. Ama her seferinde kendi evlerini de soyulmus bulurlar.
Ülkede herkes çok mutludur, kimse kaybetmez,çünkü herkes birbirinden çalar ve bu dolasim, son kisi ilk kisiden çalana kadar sürer.

Bir gün, nasil olmussa, dürüst bir adam ortaya çikar. Gece oldugunda, çanta ve fenerle disari çikmaktansa evinde kalip roman okumayi tercih eder.Hirsizlar geldiginde ise evde isik yandigini görüp soymak için içeri girmezler. Ve bu durum bir süre devam edince, ahali bir konunun açikliga kavusmasini ister:
-"Çalismadan yasamak senin tercihin, ama baskalarini bir sey yapmaktan alikoymaya hakkin yok."

Bunun üzerine dürüst adam, geceleri evinden çikar, fakat hiçbir sey çalmaz. Döndügü zaman evini hep soyulmus bulur. Ve bir haftadan daha az bir sürede, yiyecek tek bir seyi kalmaz. Dürüst adam soygun yapmadigi için soyulmayanlar digerlerine göre daha zenginlesmekte ve artik çalmak istememektedir. Dahasi, dürüst adamin evi de artik bombos oldugu için o evi soymaya gidenler de yoksullasmaktadir. Zenginler, kendileri için soygun yapmak üzere maasli hirsizlar tutmaya baslar. Zengin fakir ayrimi giderek çogalir. Zenginler mallarini korumak için polis teskilati ve hapishane de kurarlar. Birkaç yil geçtikten sonra, artik kimse soymaktan ve soyulmaktan söz etmemektedir, sadece zengin ve yoksul vardir; Ama hâlâ hirsizlik yapmaktadirlar.

Tek dürüst adam ise daha işin başında açlıktan ölmüştür..



Italo CALVİNO




Hiçbir zaman olması gerektiği gibi değil, dedi insanlar.
Müziğin sesi, sözcüklerin yazılışı.
Hiçbir zaman olması gerektiği gibi değil, dedi, bütün bize öğretilenler, peşinden koştuğumuz aşklar, öldüğümüz bütün ölümler, yaşadığımız bütün hayatlar,
Hiçbir zaman olması gerektiği gibi değiller, yakın bile değiller.
Birbiri arkasında yaşadığımız bu hayatlar, tarih olarak yığılmış, türlerin israfı, ışığın ve yolun tıkanması, olması gerektiği gibi değil, hiç değil, dedi.
Bilmiyor muyum? diye cevap verdim.
Uzaklaştım aynadan. 
Sabahtı, öğlendi, akşamdı. 

Hiçbir şey değişmiyordu.
Her şey yerli yerindeydi.
Bir şey patladı, bir şey kırıldı, bir şey kaldı.

Charles BUKOWSKİ
-Kısmi Alıntı-








Yaşamını bir şey beklemeden yaşayacaksın.

Ne çok şey beklediğini biliyorsun;
gene, bekleyeceksin onları (elinde değil bu);
ama beklentilerinin ne ifade ettiklerini,
ne anlama geldiklerini -beklediğin, beklediklerin de, birgün tutup gelirlerse, onların da ne ifade edeceklerini, ne anlama geleceklerini- bilerek yaşayacaksın.


Oruç ARUOBA  







Gerşkoviç, Emniyet Müdürü'nün odasından büyük bir sıkıntıyla çıktı.
Orel'den ilk trenle ayrılması söylenmişti, yoksa kendileri göndereceklerdi.
Orel'den ayrılmak demek, işinin artık sona ermesi demekti.

Elinde çantasıyla, karanlık bir sokağa saptı,; ağır ağır yürüyordu.
Köşede uzun boylu bir kadınla karşılaştı.

- Gelsene, şekerim.

Gerşkoviç başını kaldırdı; kadına bakarken gözlükleri parıldıyordu. Bir
an düşündükten sonra cevap verdi:

- Peki.

Kadın koluna girdi onun. Köşeyi döndüler.

- Nereye gidiyoruz? Otele mi?
- Bütün gece kalacağım, dedi Gerşkoviç, senin evine gidelim.
- Üç rubleye patlar bu, babalık.
- İki, dedi Gerşkoviç.

İki buçuk rubleye anlaşıp yürüdüler.

Orospunun odası küçük ama temizdi; yırtık perdeleri, bir de pembe
abajuru vardı.

İçeri girdiler. Kadın mantosunu çıkardı, bluzunun düğmelerini çözdü...
göz kırptı.

Gerşkoviç, suratını ekşitti:

- Ne aptalca şey!
- Aksiliğin üstünde, babalık.

Gerşkoviç'in dizine oturdu kadın.

- En aşağı yüz kilosun, dedi Gerşkoviç.
- Seksen.

Gerşkoviç'in şakaklarındaki kır saçları uzun uzun öptü.

Gerşkoviç suratını ekşitti yine.

- Yorgunum. Uyumak istiyorum.

Kadın ayağa kalktı. Yüzü asılmıştı.

- Yahudi misin?
- Hayır.

Kadın:

- Babalık, dedi ağır ağır, on rubleye patlar bu iş.

Gerşkoviç kalkıp kapıya yürüdü.

- Beş, dedi kadın.

Gerşkoviç döndü.

Ceketini çıkarıp asacak bir yer ararken, yorgun bir sesle:

- Yap yatağı, dedi. Adın ne senin?
- Margarita.
- Çarşafları değiştir, Margarita.

Yatak geniş, şilte yumuşacıktı. Ağır ağır soyundu Gerşkoviç, beyaz
çoraplarını çıkardı, terleyen ellerini bacaklarında dolaştırdı. Kapıyı
kilitleyip anahtarı yastığın altına koydu, sonra uzandı. Margarita, esneyerek,
hiç acele etmeden, elbisesini çıkardı, omzuna bir göz atıp bir sivilceyi
patlattı, saçlarını çözmeye koyuldu sonra.

- Senin adın ne, babalık?
- Eli, İlya İzakoviç.
- Tüccar mısın?

Gerşkoviç, belli belirsiz bir sesle:

- Bir işim var işte, dedi.

Margarita ışığı söndürüp yanına uzandı.

- İyi besiye çekmişsin kendini, dedi Gerşkoviç.

Biraz sonra uyudular. Ertesi sabah parlak gün ışığı doldu odaya.
Gerşkoviç uyandı, giyinip pencereye gitti.

- Bizim orada nereye baksan deniz görürsün, burada ise nereye baksan ova
görüyorsun, dedi. Güzel bir şey.

- Nerelisin? diye sordu Margarita.
- Odessa'lıyım. Güzel yerdir. Şehirlerin en güzeli...

Hafifçe gülümsedi.
Margarita:

- Bakıyorum, her yeri seviyorsun, dedi.
- Doğru, dedi Gerşkoviç. Her yer iyidir, insan varsa tabii.

Margarita, dirseğinin üstünde doğrularak:

- Ne aptalsın, dedi. İnsanlar kötüdür.
- Hayır, dedi Gerşkoviç. İnsanlar iyidir. Kötü olduklarına
inandırılmışlardır sadece, böyle düşünmeye alışmışlardır.

Margarita bir an düşündü, gülümsedi. Gerşkoviç'i dikkatle süzerek:

- Komik bir yapın var, dedi.
- Arkanı dön, giyineceğim.

Kahvaltıda çay içip kurabiye yediler. Gerşkoviç, Margarita'ya ekmeğe
nasıl tereyağı sürülüp üstüne nasıl sosis konulacağını gösterdi.

- Yap bir kere... Ben artık gideyim.

Çıkarken:

- Al üç ruble, dedi Gerşkoviç. İnan sözüme, adam bir kopeği bile zor
kazanıyor.

Margarita gülümsedi:

- Pinti Moruk. Üç olsun bakalım. Bu gece de geliyor musun?

- Evet.

Akşam olunca yiyecek bir şeyler getirdi Gerşkoviç: Balık, bir şişe bira,
sosis, elma. Margarita koyu renk bir elbise giymişti. Yemek yerken konuştular:

Ayda elli rubleden azıyla dünyada geçinemiyor insan, dedi Margarita. Bu
meslekte elbiseye pek para gitmiyor ama sabah akşam çorbayla karnını
doyuramazsın ki... On beş ruble de kira veriyorum.

Gerşkoviç, balığı eşit parçalara bölmeye çalışarak, düşünceli düşünceli:

- Odessa'da on ruble verdin mi en güzel odayı tutarsın Moldavanka'da.
- Sonra bir sürü takılan oluyor. Kafayı çeken sarkıntılık ediyor...
- Kader, dedi Gerşkoviç.

Sonra ailesini, bozulan işlerini, askerdeki oğlunu anlattı.

Margarita, başı masaya dayalı, dikkatli, sessiz, düşünceli, dinledi.

Yemekten sonra, Gerşkoviç ceketini çıkarıp kuru bir bez parçasıyla
gözlüğünü sildi. Küçük bir masanın başına oturdu, abajuru biraz çekip iş
mektupları yazdı. Margarita da saçlarını yıkadı.

Gerşkoviç, kaşlarını kaldırmış, ağır ağır, dikkatle yazıyor, arada bir
durup düşünüyor, kalemi mürekkebe batırdıktan sonra silkeleyip uçtaki fazla
mürekkebi akıtıyordu.

Yazmayı bitirdikten sonra, Margarita'yı bir dosyanın üzerine oturttu.

- Ağırlığı olan bir kadınsınız, hanımefendi, lütfen oturunuz.

Gerşkoviç gülümsedi. Gözleri küçülmüştü, ışıl ışıldı. Gözlükleri
parlıyordu.

Ertesi gün Orel'den ayrıldı Gerşkoviç. İstasyonda, trenin kalkmasına
birkaç dakika kala, dolaşırken Margarita'nın elinde ufak bir paketle hızlı hızlı
geldiğini gördü. Pakette börek vardı, kağıt yağ içinde kalmıştı.

Al al olmuştu Margarita'nın yüzü, kederliydi. Hızlı yürümekten, göğsü
bir inip bir kalkıyordu.

- Yolluk getirdim sana, dedi, pek bir şey değil ama...
- Teşekkür ederim, dedi Gerşkoviç. Böreği aldı, düşünceli düşünceli
kaşlarını kaldırdı bir an, sırtını kamburlaştırdı.

Üçüncü çan çaldı. Tokalaştılar.

- Hoşçakal, Margarita Prokofiyevna.
- Güle güle, İlya İzakoviç.

Gerşkoviç, kompartmanına girdi. Tren kalktı.


İzak BABEL
Kaynak : Çağdaş Rus Hikayeleri Antolojisi, Varlık Yayınları, Nisan 1971,

Çeviren: Ülkü Tamer 


Doğum Tarihi: 06.03.1928
Ölüm Tarihi : 17 Nisan 2014
Ülke: Kolombiya


1928'de kuzey Kolombiya'da küçük bir şehir olan Aracataca'da doğdu. Márquez 12 yaşında kazandığı bir burs sonucu başkent Bogota'nın 30 km kuzeyindeki Zipaquirá şehrinde Compañía de Jesús 'da eğitim gördü.1946 yılında ebeveynlerinin isteği üzerine Universidad Nacional de Colombia 'da hukuk eğitimi almaya başladı. Márquez burada, daha sonra karısı olacak Mercedes Barcha Pardo ile tanıştı.


Hukuk eğitiminden sıkıldığından 1950 yılında okulu yarım bırakan Márquez, şiir ve edebiyatla igilenmeye başladı. Özellikle igilendiği eserler Ernest Hemingway, James Joyce, Virginia Woolf ve William Faulkner 'a ait olanlardı. Ama yazarın üzerinde en fazla etkiye sahip yazar Franz Kafka ve onun öyküsü "Dönüşüm" olmuştur..

1954 yılından sonra küçük öykü ve film senaryoları da yazdığı "El Espectador" gazatesinde çalışmaya başlamıştır. Gazatecilik mesleği onu Roma, Polonya, Macaristan, Paris, Karakas ve New York gibi yerlere sürüklemiştir.Bu arada da sürekli öykü ve senaryo yazmaya devam eden yazar 1967'de yazdığı "Yüzyıllık Yalnızlık" adlı romanı 10 milyon adetten fazla satınca yazarlığa başarılı bir geçiş yapmıştır.

Gabriel Marquez editörlerin ricası ile batmak üzere olan Cambio adlı dergiyi satın alarak kendisi de bu dergide haberci olarak çalışmaya başlamıştır. Dergiyi satın alışını "Nobel ödülü aldıktan sonra çok para isterim diye kimse beni işe almak istemiyordu. Neyse, dergi aldım da bu dertten kurtuldum." sözleri ile açıklamıştır.


"Büyülü gerçekçilik" akımının en önemli isimlerinden Marquez, 31 Mart'ta hastaneye kaldırılmıştı. Ünlü yazara aşırı su kaybının yanı sıra akciğer ve idrar yolları iltihabı teşhisi konulmuş, antibiyotik tedavisinin ardından taburcu edilmişti."

Marquez'in ailesine yakın kaynaklar, Marquez'in, Meksiko'daki evinde 87 yaşında hayata veda ettiğini açıkladı.


Yazarın 70. yaşgününü kutladığı 1997 yılı medya tarafından Gabriel Marquez yılı olarak ilan edilmiştir.

"Yüzyıllık Yalnızlık", "Kolera Günlerinde Aşk", "Kırmızı Pazartesi", "Albaya Mektup Yazan Kimse Yok", "Labirentteki General", "Aşk ve Öbür Cinler" ve "Bir Kayıp Denizci" gibi unutulmaz eserlere imza atan Marquez, 1982'de Nobel Edebiyat Ödülü'ne layık görüldü. Yaklaşık 30 yıldır Meksika'da yaşayan Marquez, yaşam öyküsünü anlattığı "Anlatmak için Yaşamak" adlı son eserini 2002'de yayımlamıştı."

Ve bir sözünde de şöyle diyordu Gabriel Garcia Marquez;

Aslında kötü insan yoktur hayatın hiçbir evresinde, her insan huzur verir; kimi geldiğinde, kimi gittiğinde.”

Aslında bu sözünün üzerine de söylenecek pek fazla bir şey bırakmıyor bizlere. 
Dünyanın neresinde olursa olsun tüm Gabriel Garcia Marquez sevenlerinin ve edebiyat dünyasının başı sağolsun...






Arzularımızın inanışlarımız üzerindeki etkisi herkesçe bilinen ve gözlenen bir olgudur; ancak bu etkinin niteliği çoğu zaman yanlış algılanır. İnançlarımızın büyük bölümünün bazı rasyonel temellere dayandığını; arzunun ise yalnız arada bir işi karıştırdığını varsaymak alışkanlık haline gelmiştir. Bunun tam karşıtı gerçeğe daha yakın olsa gerek. Günlük yaşamla ilgili inançlarımızın büyük bir bölümü arzularımızın şekilleşmesinden ibarettir; ancak orada burada bazı izole noktalarda, gerçeğin sert darbesiyle doğru yola yöneltilirler.


İnsan genelde bir düş aleminde yaşar; dış dünyadan gelen aşırı zorlayıcı bir etkiyle bir an için uyanır; ancak çok geçmeden düş aleminin tatlı uykusuna yeniden dalar. Freud geceleri gördüğümüz düşlerin, büyük ölçüde, arzularımızın görüntü şeklinde gerçekleşmesi olduğunu göstermiş; bunun, gündüz gördüğümüz düşler için de aynı ölçüde doğru olduğunu söylemiştir. İnançlar dediğimiz gündüz düşlerini de buna eklemesi yerinde olurdu.

Doğru olduğuna inandığımız şeylerin bu rasyonel olmayan kökenini göz önüne serecek üç yöntem vardır: deli ve isterik kişilerin incelenmesinden yola çıkıp, giderek bu hastaların temelde normal sağlıklı kişilerden pek az farklı olduğunu ortaya koyan psikanaliz yöntemi; ikincisi, en değerli görüşlerimizin rasyonel kanıtlarının ne kadar zayıf olduklarını gösteren kuşkucu filozofların yöntemi; son olarak da, insanları genel olarak gözlemleme yöntemi. Ben yalnız bu sonuncusu üzerinde duracağım.

Antropologların uzun çalışmalarından öğrendiğimize göre, en ilkel insanlar anlamadıklarının farkında oldukları olaylarla karşılaştıklarında cahilliklerinin bilinci içinde çırpınıp durmazlar; tersine, bütün önemli eylemlerini yönetecek ölçüde sıkıca bağlandıkları sayısız inançları vardır. Bir hayvanın veya savaşçının etini yemekle, kurbanın yaşarken sahip olduğu erdemleri elde edebileceklerine inanırlar. Birçoğu, kabile reisinin adını ağızlarına almanın insanı hemen öldürecek büyük bir günah olduğuna inanır, hatta ismin bir hece olarak yer aldığı bütün sözcükleri değiştirecek kadar ileri giderler. Örneğin John adında bir kralınız varsa Jonquil yerine George-quil veya dungeon yerine dun-george demeniz gerekir. Tarım düzeyine geldiklerinde yiyecek üretimi nedeniyle hava durumu önem kazanıyor; bazı büyülerin yağmur getireceğine veya ufak ateşler yakmakla güneş açacağına inanılıyor. Bir kişi öldürüldüğünde kanının veya hayaletinin öç almak için öldüreni izlediğine, onun ancak yüzü kırmızıya boyama veya matem tutma gibi basit yöntemlerle aldatılabileceğine inanıyorları. Bu inancın ilk bölümünün öldürülmekten korkanlardan, ikinci bölümünün de öldürenlerden kaynaklandığı açıkça görülüyor.

Rasyonel olmayan inançlar ilkel insanlara özgü değildir. İnsan ırkının büyük bir bölümü bizimkilerden farklı olan, bu nedenle de doğal olarak, aslı esası bulunmayan dinsel inançlara sahiptir.

Önyargısız herhangi bir insan için rasyonel bir sonuca varmanın olanaksız olduğu birçok konuda politikayla ilgilenen ama politikacı olmayan kişiler çok güçlü kanılara sahiptirler.

Çekişmeli bir seçimde görev alan gönüllüler hep kendi taraflarının kazanacağına inanırlar; kaybetme olasılığına işaret eden birçok neden bulunmasının bir önemi yoktur. 1914 sonbaharında Alman ulusunun çok büyük bir bölümünün Almanya'nın zaferinden kesinlikle emin olduğu kuşku götürmez. Bu örnekte gerçek işe karışmış, düşleri altüst etmiştir. Alman olmayan bütün tarihçilerin önümüzdeki yüz yıl boyunca yazmaları önlenebilseydi yine düşler canlanır, sadece başlangıçtaki zaferler anımsanır ve savaşın sonunda yaşanan felaketler unutulurdu.

Nezaket, bir kişinin, kendisinin veya çevresindekilerin meziyetlerine ilişkin görüşlerine saygılı olma alışkanlığıdır. Herkes, her gittiği yerde, rahatlatıcı bir kanılar bulutu ile sarılmıştır; bu kanılar, yazın uçuşan sinekler gibi, kendisiyle beraber hareket eder. Bunların bazıları kişiseldir; kişiye, kendi erdemlerinden ve üstünlüklerinden, arkadaşlarının sevgisiden ve tanıdıklarının saygısından, mesleğinin parlak geleceğinden, pek iyi olmayan sağlığına karşın tükenmeyen enerjisinden söz ederler. Onun ardından ailesinin olağanüstü yüceliği hakkındaki inançlar gelir: babasının şimdilerde ender rastlanan dürüstlüğü ve çocuklarının şimdiki modern ana-babalarda bulunmayan bir disiplinle yetiştirmiş olması; oğullarının okul sporlarında herkesi nasıl geride bıraktığı; kızının kendini uygunsuz bir evliliğe atacak kızlardan olmadığı gibi. Daha sonra, ait olduğu toplumsal sınıf hakkındaki inançları gelir. Toplumdaki konumuna bağlı olarak bu sınıf bütün sınıflar içinde ya sosyal açıdan en iyisidir; ya en bilgilisidir, ya da ahlak yönünden en değerlisidir -her ne kadar bu değerlerden birincisinin ikincisinden, ikincisinin de üçüncüsünden daha çok aranılan nitelikler olduğu konusunda herkes hemfikir ise de. Ulus konusunda da, hemen herkes kendi ulusu hakkında rahatlatıcı kuruntular besler. "Yabancı uluslar ne yazık ki ısrarla kendi bildikleri gibi davranıyorlar." Mr. Podsnap bu sözleriyle insan kalbinin en köklü duygularından birini dile getirmiş oluyordu.

Son olarak da genel olarak insanlığı, mutlak olarak veya karşılaştırmayla "hayvani yaratıklar"dan üstün tutan kuramlara geliyoruz: İnsanın ruhu vardır, ama hayvanın yoktur; insan "rasyonel bir hayvan"dır. Aşırı acımasız veya anormal bir eylem "hayvan gibi", veya "vahşi" olarak nitelenir (halbuki böyle eylemler kesinlikle insanlara özgüdür, Tanrı insanı kendi görüntüsünden yarattı ve evrenin nihai amacı İnsan'ın mutluluğudur.

Böylece, bizi rahatlatan aşamalı bir inançlar dizisine sahip bulunuyoruz: kişiye ait olanlar, ailesi ile paylaştıkları, sınıfında veya ulusunda yaygın olanlar, son olarak da bütün insanlığa aynı ölçüde hoş gelenler. Bir kimseyle iyi ilişkilerimiz olmasını istiyorsak onun inandıklarına saygı göstermemiz beklenir. Bu nedenle de insanların yüzlerine karşı, arkalarından konuştuğumuz gibi konuşmayız. Bu fark, onların bizim kişiliğimizden olan farkları arttıkça daha da belirginleşir. Kardeşimizle konuşurken ana-babalar konusunda bilinçli bir nezaket göstermeye gerek görmeyiz. Yabancı ülke insanlarıyla konuşurken nazik olma gereği doruk noktasındadır ve yalnız kendi vatandaşlarına alışık olanlara dayanılmaz ölçüde sıkıcı gelir.

Bir keresinde, ülkesinden hiç çıkmamış bir Amerikalıya İngiliz Anayasası'nın birkaç önemsiz noktada Amerikalılarınkinden daha iyi olabileceğini söylemiştim. Hemen büyük bir öfkeye kapıldı; bu türden bir düşünceyi daha önce hiç duymamış olduğundan, bir kimsenin gerçekten böyle bir şey düşünebileceğini aklı almamıştı. İkimiz de nezaketi ihmal etmiştik; sonuç da bir felaket olmuştu.

Sosyal amaçlı toplantılarda nezakette kusur her ne kadar hoş değilse de mitleri yok etme bakımından çok yararlıdır. Doğal kanılarımızı düzeltmenin iki yolu vardır; biri, zehirli bir mantarı yenebilir bir mantar sanıp sonuçta acı çekmek gibi, gerçekle yüzleşmek; diğeri de kanılarımızın, gerçek olgulara değil, diğer insanların inançlarına ters düşmesi durumudur. Bazıları domuz eti yemenin helal, dana eti yemenin haram olduğunu düşünür; başkaları ise tam tersine inanır. Bu görüş ayrılığı çoğu zaman kan dökülmesine yol açmıştır. İkisinin de belki gerçekten günah olmadığı yolunda rasyonel bir görüş yavaş yavaş oluşmaya başlamış bulunuyor. Nezaket ile yakından bağıntılı olan alçakgönüllülük, kendimizi ve kendimizde olan şeyleri, karşımızdakilerden veya onlarda bulunan şeylerden üstün tutmuyor gibi davranmayı gerektirir. Bu hüner sadece Çin'de tam olarak anlaşılmıştır.

Bana anlattıklarına göre, Çin'de bir Mandarin'e karısının ve çocuklarının sağlığını sorarsanız size şöyle cevap verirmiş: "Zatıalilerinin sormaya tenezzül buyurdukları o pasaklı aşağılık kadın ve iğrenç yumurcakları tam bir sağlık içindedirler." Ne var ki, böyle incelikler sakin ve dingin bir yaşam tarzı gerektirir; iş ve politika dünyasının hızlı ve önemli ilişkilerinde ise bu olanaksızdır. Başka insanlarla olan ilişkiler, en başarılı olan kişiler dışında kalan herkesin mitlerini birer birer yıkmaktadır. Kişisel övünçleri kardeşler, aile övünçlerini okul arkadaşları, sınıfsal övünçleri politika, milli övünçleri de savaşlar ve ticari başarısızlıklar ortadan kaldırmaktadır. Ancak insan olmanın övüncü varlığını sürdürür; ve sosyal sohbetler sırasında, mit-yaratma yetisi bu alanda serbestçe at koşturur. Bilim bu tür hayallerin düzeltilmesinde bir ölçüde etkilidir. Ancak bu düzeltme hiçbir zaman kısmi olmaktan öteye gidemez; çünkü biraz safdillik olmazsa bilimin kendisi de çöker.


***************


İnsanların kişisel ve sınıfsal düşleri gülünç olabilir; ancak toplumsal düşler insanlık çemberi dışına çıkamayan bizler için hüzün vericidir. Astronominin ortaya koyduğu Evren çok büyüktür. Teleskopla gördüklerimizin ötesinde daha neler var, bilemiyoruz; ancak bilebildiğimiz kadarı akılalmaz büyüklüktedir. Samanyolu bu bilinebilen evrende çok küçük bir yer kaplar. Bu ufak bölümün içindeki Güneş Sistemi sonsuz küçüklükte minik bir benek, gezegenimiz ise beneğin mikroskopik bir noktasıdır. Bu nokta üzerinde, karmaşık yapılı ve kendilerine özgü fiziksel ve kimyasal özellikleri olan, su ve saf olmayan karbon karışımı minik topaklar birkaç yıl sürüklenir durur; ta ki bileşimi oluşturan elementlere tekrar ayrılıp yok olana kadar. Vakitlerini iki iş arasında bölüştürürler: kendilerinin yok olma anını ertelemek ve telaşlı bir çaba ile, kendi türlerinden olan başkaları için bu anı çabuklaştırmak. Doğal sarsıntılar belirli aralıklarla binlercesini, hatta milyonlarcasını yok eder; hastalık daha birçoğunu vaktinden önce alıp götürür. Bu olaylar felaket olarak değerlendirilir; ancak insanlar aynı yok edişi kendi çabalarıyla başarırlarsa çok sevinir ve Tanrı'ya şükranlarını sunarlar. İnsan yaşamının fiziksel olarak var olabileceği süre Güneş Sistemi'nin toplam ömrünün çok ufak bir bölümüdür. Ancak insanların birbirlerini yok etme çabalarıyla, bu süre dolmadan da kendi sonlarını getireceklerini düşündüren nedenler var. Dışarıdan bakıldığında insan yaşamı böyle görünüyor.

Yaşama böyle bir bakışın dayanılmaz olduğunu, bunun, insanların var olmalarını sağlayan içgüdüsel enerjiyi yok edeceğini söyleyenler var. Onların buldukları kaçış yolu din ve felsefedir.

Dış dünya her ne kadar yabancı ve duyarsız görünse de, bizi teselli edenlerin verdikleri güvenceye göre, görünüşteki bu çatışmaların gerisinde bir uyum vardır. İlk nebuladan bu yana süregelen uzun gelişimin, en son aşama olarak insanoğluna eriştiği varsayılmaktadır. Hamlet çok ünlü bir yapıttır; ancak onu okuyanların pek azı Birinci Denizci'nin "Tanrı sizi kutsasın, efendim" şeklindeki dört sözcükten oluşan rolünü anımsar. Yaşamdaki tek uğraşları bu rolü oynamak olan bir topluluk düşünelim; onların Hamlet'lerle, Horatio'larla, ve hatta Guildenstern'lerle hiç bir temasları olamayacak bir şekilde izole edilmiş olduklarını varsayalım. Bu kişiler Birinci Denizci'nin dört sözcüğünün bütün oyunun temelini oluşturduğu yolunda bir takım edebi eleştiriler icadetmezler miydi? İçlerinden biri öteki rollerin de belki aynı ölçüde önemli olabileceğini öne sürseydi, onu aşağılama veya dışlamayla cezalandırma yoluna gitmezler miydi? Evrende insanoğlunun yaşamı Birinci Denizci'nin Hamlet'te aldığı rolden çok daha az yer tutmaktadır. Ancak sahnenin arkasındaki oyunun gerisini dinlememiz olanaksızdır; oyunun konusu ve kişileri hakkında da çok az şey biliyoruz.

İnsanlık denince onun bir temsilcisi olarak daha çok kendimizi düşünürüz. Bu nedenle de insanlık konusunda olumlu hisler besler, korunmasını önemli buluruz. Nonkonformist (İngiltere Kilisesi'nden ayrılmış bir tarikatın mensubu. (Ç.N.)) bakkal Mr. Jones kendisinin ölümsüzlüğe layık olduğundan emindir; bunu kendisinden esirgeyecek bir evrenin de dayanılmaz ölçüde kötü olduğu kanısındadır. Ancak şekere kum karıştıran ve pazar günleri kiliseyi ihmal eden Anglikan (İngiltere Kilisesi mensubu. (Ç.N.)) rakibi Mr. Robinson'u düşündüğünde, evrenin gereğinden fazla merhametli davrandığı görüşündedir. Mutluluğunun eksiksiz olması, Mr. Robinson için yakılacak bir cehennem ateşine bağlıdır. Bu şekilde hem insanın evrensel önemi korunmuş, hem de dost ve düşman arasındaki yaşamsal farklılık evrensel merhametin zaafı yüzünden ortadan kalkmamış olur. Mr. Robinson da aynı kanıdadır; ancak roller değişmiş olarak. Sonuçta herkes mutludur.

Korpenik'ten önceki çağlarda insan-merkezli dünya görüşünü savunmak için felsefi oyunlara gerek yoktu. Gök kubbesinin dünya çevresinde döndüğü gözle görülüyordu; dünyada da insan, çevresindeki bütün hayvanlara hükmetmekteydi. Ancak dünya merkezi konumunu yitirince insan da bulunduğu doruktan indirildi. Bunun üzerine, bilimin "kabalığını" düzeltecek bir metafiziğe gerek duyuldu. Bu görev de "idealist" denilen kişilerce yerine getirildi. Onlara göre maddesel dünya gerçek olmayan bir görünümden ibarettir; gerçek olan ise Akıl veya Ruh'tur; o, filozofun akıl ve ruhundan üstündür; tıpkı filozofun sıradan insandan üstün olduğu gibi. "İnsanın evi gibisi yoktur" deyiminin tersine, bu düşünürler bize her yerin kendi evimiz gibi olduğu güvencesi verirler. En iyi olan her şeyimizde, yani söz konusu filozofla paylaştığımız her şeyde, evrenle uyum içindeyiz. Hegel bize evrenin, onun dönemindeki Prusya Devleti'ne benzediği güvencesini de verir; onun İngiliz ardılları da evreni daha çok iki meclisli plütokratik bir demokrasiye benzetirler. Bu görüşler için öne sürülen gerekçelerde, bunların insancıl özlemlerle olan bağıntısı, o görüşün sahiplerinden bile gizlenecek biçimde kamufle edilmiştir: bu gerekçeler
görünüşte mantık ve önermelerin tartışılması gibi kuru kaynaklardan çıkarılmıştır. Ancak hep tek bir doğrultuda yanlışlar yapılmış olması, özlemlerin etkisini açığa vurmaktadır. Bir aritmetik toplaması yaparken insanın kendi lehine yanlış yapması, aleyhine olanı yapmasından daha olasıdır. Bunun gibi, bir kimsenin mantık yürütürken kendi özlemleri yönünde yanlışlar yapması, özlemlerine ters olan yönde yanlışlar yapmasından daha olasıdır. Demek oluyor ki, soyut düşünür olarak adlandırılan kişilerin incelenmesinde, kişiliklerinin anahtarı yaptıkları yanlışlardan anlaşılabilir.

Çok kişi insanların icat ettiği sistemlerin, gerçek olmasalar bile zararsız ve rahatlatıcı olduklarını ve onlara dokunulmaması gerektiğini savunur. Ancak onlar gerçekte zararsız değildirler ve insanları önlenebilecek acılara katlanmaya yönelttikleri için getirdikleri rahatlık çok pahalıya malolmaktadır. Yaşamdaki kötülükler kısmen doğal nedenlerden, kısmen de insanların birbirlerine olan düşmanlığından kaynaklanmaktadır.

Eskiden rekabet ve savaşlar, yiyecek sağlamak için gerekliydi; bu yiyecekler de sadece galip gelenlerce elde edilebiliyordu. Şimdi bilim sayesinde doğal güçlere egemen olma yoluna girildiğine göre, insanlar birbirlerini yenmek yerine kendilerini doğayı fethetmeye adarlarsa herkes daha rahat ve mutlu olur. Doğanın bir dost, bazen de başka insanlarla kavgalarımızda bir müttefik olarak takdim edilmesi, insanın dünyadaki gerçek konumunu belirsizleştirmekte ve insanoğlunun kalıcı mutluluğunu sağlayacak yegane savaşım olan bilimsel güç arayışına giden çabaları saptırmaktadır. Bütün bu faydacı gerekçeler yanında gerçekdışı inançlara dayalı bir mutluluk arayışının yüce ve yetkin bir yönü yoktur. Dünyadaki gerçek konumumuzu korkusuzca algılamakta tam bir mutluluk, ve mit duvarları arkasına saklananların görebileceklerinden çok daha canlı bir dram vardır.

Düşünce dünyasında, kendi fiziksel güçsüzlükleriyle yüzleşmeye hazır olanların açılabilecekleri "engin denizler" vardır. Bütün bunlardan daha önemli olarak da gün ışığını karartan, insanları kavgacı ve acımasız yapan Korku'nun zulmünden kurtuluş vardır. Dünyadaki konumunu olduğu gibi görme yürekliliği göstermeyen hiç kimse bu korkudan kurtulamaz; kendisine, kendi küçüklüğünü görme olanağı vermeyen hiç kimse muktedir olduğu yüceliğe erişemez.


Bertrand RUSSELL




Beyaz kocaman bir duvar - çıplak mı çıplak
Üzerinde bir merdiven - yüksek mi yüksek
Duvar dibinde bir çiroz - kuru mu kuru

Bir herif geldi elleri - kirli mi kirli
Tutmuş bir çekiç bir çivi - sivri mi sivri
Bir büyük yumak da sicim - zorlu mu zorlu

Çıktı merdivene derken - yüksek mi yüksek
Mıhladı sivri çiviyi - tak tak da tak tak
Duvarın ta tepesine - çıplak mı çıplak

Attı çekici elinden - düş Allahım düş
Taktı sicimi çiviye - uzun mu uzun
Astı ucuna çirozu - kuru mu kuru

İndi merdivenden tekrar - tıkır da tıkır
Sırtında çekiç merdiven - ağır mı ağır
Çekti gitti başka yere - uzak mu uzak

O gün bugündür çirozcuk - kuru mu kuru
Mezkûr sicimi ucunda - uzun mu uzun
Nazikçe sallanır durur - durur mu durur

Ben bu hikâyeyi düzdüm - basit mi basit
Kudursun bazı adamlar - ciddi mi ciddi
Ve gülsün diye çocuklar - küçük mü küçük

Charles CROS
Orhan Veli KANIK'ın Türkçe'siyle...



Napolyon, Fontanas'a şöyle demiş : 
«Bilir misiniz dünyada en çok sevdiğim şey nedir? Sadece kaba güçle hiçbir şeyin kurulamaması,iki şey dünyayı egemenliğinde tutar : Biri kılıç, biri düşünce.Kılıç, eninde sonunda düşünceye yenilir.»

Demek, fatihler de kederleniyor zaman zaman. Bunca boş şan şerefi biraz olsun ödemeleri gerek elbet. Ama, yüzyıl önce, kılıç için doğru olan bu söz; bugün tank için pek o kadar doğru görünmüyor. Fetihlerin bir hayli kazançları oldu ve düşünceden yoksun bırakılan yerlerin acı sessizliği, yıllarca bağrı deşik Avrupa'nın üzerine çöktü.Eskiden o korkunç Flandres Savaşlarında, Hollanda ressamları belki kümeslerindeki horozların resmini yapabiliyorlardı.Yüz Yıl Savaşı da çoktan
unutuldu gitti.Ama,Silezyalı gizemcilerin vaazları belki kimi yüreklerde yaşıyordur hâlâ. Bugünse durum değişti, ressam da, papaz da asker oldular:Bu dünyanın yazgısına hep birden bağlanır olduk. Bir fatihin düşünceye tanıdığı yüksek ayrıcalıklar elden gitti. Ona kalan şimdi, hakkından gelemediği gücü, lanetlemekle kendini tüketmektir.İyi insanlar, buna bir bela diyorlar. Bunun bela olup olmadığım bilmiyoruz ama,bu böyle.

Yapılacak şey, bu durumu görüp ona göre davranmaktır. Bunun için de, ne istediğimizi bilmemiz gerektir.İstediğimiz şey ise artık hiçbir zaman kılıç önünde boyun eğmemek, akim hizmetine girmeyen güce hiçbir zaman hak vermemektir.Bu çabanın sonu yok, burası doğru. Bizim işimiz bu çabayı sürdürmektir. Ne ilerlemeden yana olacak kadar akla inanıyorum, ne de hiçbir Tarih Felsefesine. Yalnız şuna inanıyorum ki, insanlar yazgılarının farkına varmakta durmadan ilerliyorlar...Biz insanlar kendi yazgımız üstüne çıkmış değiliz ama onu artık daha iyi biliyoruz. Bir çelişme içinde olduğumuzu biliyorsak, çelişmeyi kabul etmemek ve onu azaltmak gerektiğini de biliyoruz, özgür insanların sonsuz kaygılarını dindirmek için birtakım çareler bulmaktır işimiz, insan olarak.Yırtılanı yeniden dikmek, böylesine açıkça haksız bir dünyada hakkı düşünülebilir bir duruma sokmak, mutluluğa zamanımızın kahrına uğramış ulusların anlayabilecekleri bir anlam vermek gerek. Tabii, insanı aşan bir iştir bu. Ama, inşam aşan demek, insanın uzun zamanda başardığı şey demektir sadece. Öyleyse, ne istediğimizi bilelim, kaba güç, bizi çelmek için bir düşünce ya da rahatlık kılığına girse bile, düşünceye bağlı kalmaktan şaşmayalım. îlk işimiz umutsuzluğa düşmemektir. Dünyanın sonu, geldi diye bağıranlara kulak vermeyelim. 

Uygarlık kolay kolay yok olmuyor ve bu dünya çökecek olsa bile, başka dünyalardan sonra çökecektir. Trajik bir çağda olduğumuz doğrudur. Ama, pek çok kimse, trajik ile umutsuzluğu birbirine karıştırıyor.Lawrance «Trajik, yıkıma atılan zorlu bir tekme olmalıdır» demiş. İşte, hemen benimseyip kullanabileceğimiz sağlam bir düşünce. Bugün, bu tekmeyi hak eden birçok şey var.

Cezayir'de oturduğum zamanlar,kışlan hep sabrederdim, çünkü,bilirdim ki,bir gecede, şubat ayının bir tek soğuk ve temiz gecesinde, Consullar Vadisinin badem ağaçları bembeyaz çiçeklerle donanacaktır. Sonra da, bütün yağmurlara ve deniz rüzgârlarına karşı komaya çalışan o narin karlara şaşardım. Ama, yine de her yıl o karlar meyveyi hazırlamaya yetecek kadar dayanırlardı.

Bu, bir simge değildir.Mutluluğumuzu simgelerle kazanacak değiliz.Biraz ciddi olalım bu işte. Demek istediğim şu :Yıkımla zehirlenmiş olan şu Avrupa'da kimileyin yaşamın yükü pek ağır basınca, daha birçok güçleri dipdiri duran günlük güneşlik ülkelere dönüyorum. Düşünce ile yılmazlığın dengeleşebildiği mutlu topraklardır oraları.Onlardan örnek aldıkça, düşünceyi kurtarmak için onun ağlamaklı değerini bir yana bırakıp güçlü kuvvetli yanlarını belirtmek gerektiğini anlıyorum. Yıkımlarla zehirlenmiş olan şu dünya, dertten hoşlanır gibidir. Nietzsche'nin katı kafalılık dediği derdin ta kendisi içindeyiz. Düşüncenin böylesine yardım için el uzatmayalım.

Düşüncenin durumuna ağlamak boşunadır. Onun için, çalışalım elverir. Ama, düşüncenin gücü kuvveti, fetihçi değeri nerede? Aynı Nietzsche, onları bir bir göstermiştir. Ona göre, bu değerler, bilge kişinin karakter gücü, beğenisi, «dünyası», akla uygun mutluluğu,bükülmez gururu, soğuk azakanarlığıdır.Bu erdemler her zamandan çok bugün gereklidir ve herkes kendine uygun olanı seçebilir. Tuttuğumuz yanın büyüklüğü karşısında, her halde, karakter gücü unutulmamalıdır. Seçim kürsülerinde, kaş çatmalarla, yıldırılarla gösterilen güçten söz etmiyorum, beyazlığın ve özsuyunun gücü ile bütün deniz rüzgârlarına karşı koyandan söz ediyorum. Dünyanın bu karakışında meyveyi hazırlayacak olan odur.



Albert CAMUS