Napolyon, Fontanas'a şöyle demiş : «Bilir misiniz dünyada en çok sevdiğim şey nedir? Sadece kaba güçle hiçbir şeyin kurulamaması,iki şey dünyayı egemenliğinde tutar : Biri kılıç, biri düşünce.Kılıç, eninde sonunda düşünceye yenilir.»

Demek, fatihler de kederleniyor zaman zaman. Bunca boş şan şerefi biraz olsun ödemeleri gerek elbet. Ama, yüzyıl önce, kılıç için doğru olan bu söz; bugün tank için pek o kadar doğru görünmüyor. Fetihlerin bir hayli kazançları oldu ve düşünceden yoksun bırakılan yerlerin acı sessizliği, yıllarca bağrı deşik Avrupa'nın üzerine çöktü.Eskiden o korkunç Flandres Savaşlarında, Hollanda ressamları belki kümeslerindeki horozların resmini yapabiliyorlardı.Yüz Yıl Savaşı da çoktan
unutuldu gitti.Ama,Silezyalı gizemcilerin vaazları belki kimi yüreklerde yaşıyordur hâlâ. Bugünse durum değişti, ressam da, papaz da asker oldular:Bu dünyanın yazgısına hep birden bağlanır olduk. Bir fatihin düşünceye tanıdığı yüksek ayrıcalıklar elden gitti. Ona kalan şimdi, hakkından gelemediği gücü, lanetlemekle kendini tüketmektir.İyi insanlar, buna bir bela diyorlar. Bunun bela olup olmadığım bilmiyoruz ama,bu böyle.

Yapılacak şey, bu durumu görüp ona göre davranmaktır. Bunun için de, ne istediğimizi bilmemiz gerektir.İstediğimiz şey ise artık hiçbir zaman kılıç önünde boyun eğmemek, akim hizmetine girmeyen güce hiçbir zaman hak vermemektir.Bu çabanın sonu yok, burası doğru. Bizim işimiz bu çabayı sürdürmektir. Ne ilerlemeden yana olacak kadar akla inanıyorum, ne de hiçbir Tarih Felsefesine. Yalnız şuna inanıyorum ki, insanlar yazgılarının farkına varmakta durmadan ilerliyorlar...Biz insanlar kendi yazgımız üstüne çıkmış değiliz ama onu artık daha iyi biliyoruz. Bir çelişme içinde olduğumuzu biliyorsak, çelişmeyi kabul etmemek ve onu azaltmak gerektiğini de biliyoruz, özgür insanların sonsuz kaygılarını dindirmek için birtakım çareler bulmaktır işimiz, insan olarak.Yırtılanı yeniden dikmek, böylesine açıkça haksız bir dünyada hakkı düşünülebilir bir duruma sokmak, mutluluğa zamanımızın kahrına uğramış ulusların anlayabilecekleri bir anlam vermek gerek. Tabii, insanı aşan bir iştir bu. Ama, inşam aşan demek, insanın uzun zamanda başardığı şey demektir sadece. Öyleyse, ne istediğimizi bilelim, kaba güç, bizi çelmek için bir düşünce ya da rahatlık kılığına girse bile, düşünceye bağlı kalmaktan şaşmayalım. îlk işimiz umutsuzluğa düşmemektir. Dünyanın sonu, geldi diye bağıranlara kulak vermeyelim. 

Uygarlık kolay kolay yok olmuyor ve bu dünya çökecek olsa bile, başka dünyalardan sonra çökecektir. Trajik bir çağda olduğumuz doğrudur. Ama, pek çok kimse, trajik ile umutsuzluğu birbirine karıştırıyor.Lawrance «Trajik, yıkıma atılan zorlu bir tekme olmalıdır» demiş. İşte, hemen benimseyip kullanabileceğimiz sağlam bir düşünce. Bugün, bu tekmeyi hak eden birçok şey var.

Cezayir'de oturduğum zamanlar,kışlan hep sabrederdim, çünkü,bilirdim ki,bir gecede, şubat ayının bir tek soğuk ve temiz gecesinde, Consullar Vadisinin badem ağaçları bembeyaz çiçeklerle donanacaktır. Sonra da, bütün yağmurlara ve deniz rüzgârlarına karşı komaya çalışan o narin karlara şaşardım. Ama, yine de her yıl o karlar meyveyi hazırlamaya yetecek kadar dayanırlardı.

Bu, bir simge değildir.Mutluluğumuzu simgelerle kazanacak değiliz.Biraz ciddi olalım bu işte. Demek istediğim şu :Yıkımla zehirlenmiş olan şu Avrupa'da kimileyin yaşamın yükü pek ağır basınca, daha birçok güçleri dipdiri duran günlük güneşlik ülkelere dönüyorum. Düşünce ile yılmazlığın dengeleşebildiği mutlu topraklardır oraları.Onlardan örnek aldıkça, düşünceyi kurtarmak için onun ağlamaklı değerini bir yana bırakıp güçlü kuvvetli yanlarını belirtmek gerektiğini anlıyorum. Yıkımlarla zehirlenmiş olan şu dünya, dertten hoşlanır gibidir. Nietzsche'nin katı kafalılık dediği derdin ta kendisi içindeyiz. Düşüncenin böylesine yardım için el uzatmayalım.

Düşüncenin durumuna ağlamak boşunadır. Onun için, çalışalım elverir. Ama, düşüncenin gücü kuvveti, fetihçi değeri nerede? Aynı Nietzsche, onları bir bir göstermiştir. Ona göre, bu değerler, bilge kişinin karakter gücü, beğenisi, «dünyası», akla uygun mutluluğu,bükülmez gururu, soğuk azakanarlığıdır.Bu erdemler her zamandan çok bugün gereklidir ve herkes kendine uygun olanı seçebilir. Tuttuğumuz yanın büyüklüğü karşısında, her halde, karakter gücü unutulmamalıdır. Seçim kürsülerinde, kaş çatmalarla, yıldırılarla gösterilen güçten söz etmiyorum, beyazlığın ve özsuyunun gücü ile bütün deniz rüzgârlarına karşı koyandan söz ediyorum. Dünyanın bu karakışında meyveyi hazırlayacak olan odur.  

Albert CAMUS



Yüzünden bir harf düştü, kış bastırdı
Okuyamıyorum seni, uzaklar çok pahalı
Bilet bulamıyorum, kar çok seviyor ağaçları
Senin saçlarını, dudaklarından bir öpüş
Havalandı, korlaşıyor günlerin acısı
Yazım giderek okunaksızlaşıyor, yaşımı
En iyi sen bilirsin, bir gece alfabesiz
Yüzünden düşen bin parçayken, uzaklara
Araç bulamıyorum, çıkagelmiştim bomboş
Saçlarında kalıyor ellerim, bu bilet neresi
İçindir bilmiyorum, yuvasız, yurtsuz ellerim
Kar, ağaçlardan süzülüyor, çiçek tohumlarında
Bir açlık, bir sabırsızlık, boynunda gizlenen
Benlerin arasında ara beni, fotoğrafını kime
Vermiştim, kaybolan fotoğrafına sor beni
Gözlerine çarşılar sığmıyor, her yer don
Yüzünden düşen harfte gizle beni, gidemiyorum
Sensiz bir yerlere, kala kalıyorum cansıkıcı
Bu kentin ölügözü sokaklarında, evlerinde
Yüzünden bir harf düştü, aşk gelip beni buldu



Gültekin EMRE


28 Ekim 1938 Atatürk'ün akşam Sabiha Gökçen'i kabulü ve söyledikleri şöyledir: 
"Yarın bayram, değil mi ? Gökçen... Bu günü halkımla, halkımın içinde kutlamak isterdim. 
Beni Cumhuriyet Bayramı'nda halkımdan uzak tutan bu hastalığa lanet ediyorum."
 


I. Devletin şekli
Madde 1 – Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.

II. Cumhuriyetin nitelikleri
Madde 2 – Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.

III. Devletin bütünlüğü, resmi dili, bayrağı, milli marşı ve başkenti
Madde 3 – Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.
Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır.
Milli marşı "İstiklal Marşı"dır.
Başkenti Ankara'dır.

IV. Değiştirilemeyecek hükümler
Madde 4 – Anayasanın 1 inci maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile, 2 nci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3 üncü maddesi hükümleri,

DEĞİŞTİRİLEMEZ VE DEĞİŞTİRİLMESİ TEKLİF "DAHİ" EDİLEMEZ...

91.YILINI GURURLA KUTLAYACAĞIMIZ CUMHURİYET BAYRAMIMIZ DOLAYISIYLA,
BİZİ ESARETLİKTEN KURTARAN, TÜRK ADINI DÜNYAYA DUYURAN VE ALTIN HARFLERLE YAZDIRAN,
BAŞTA BÜYÜK ÖNDERİMİZ, TÜRKİYE CUMHURİYETİ'NİN TEK VE EBEDİ REİSİ GAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'ÜMÜZ OLMAK ÜZERE, GENCECİK YAŞTA CANLARINI GERİDE BIRAKTIKLARI EŞ, ANNE-BABA, ÇOLUK ÇOCUK DEMEDEN SEVE SEVE FEDA EDEN TÜM ŞEHİTLERİMİZİN ÖNÜNDE SAYGI, ŞÜKRAN VE MİNNETLE EĞİLİYORUZ...
EMANETİNİZİN BEKÇİLERİ OLARAK VERDİĞİMİZ SÖZÜ UNUTMADIK...
UNUTMAK VE UNUTTURMAK  İSTEYENLER İÇİN DE DİYECEK TEK SÖZÜMÜZ VARDIR Kİ O DA,

"NE MUTLU TÜRK'ÜM" DİYENE...!

CUMHURİYET BAYRAMIN KUTLU VE DE MUTLU OLSUN TÜRKİYE'M...
NİCE YILLARA...





“Bildiklerini unut.” diyor DOST.
“Gel al eline bir silgi, şu yeni başlayan güne bilgilerini silmekle başla.”
“Zanlarını, yargılarını, önyargılarını ve dahi bütün genellemelerini koy bir çuvala ve hepten terk et.
Gıybet etme sakın, bil ki dedikodu denilen şey mıknatıs gibi kötü enerji çeker.
Kimsenin aleyhine konuşma, uzaktan atıp tutma, insanları kem dille yargılama, bil ki yanılırsın.
Birini ne kadar çok aşağılar yahut dışlarsan, onun durumuna düşme ihtimalin o kadar artar.
Kainatın matematiğidir. Bir koyar, bir alır insan. Bilmeden kendi hesabını dürer " diyor DOST...
"Hiçbir konuda emin olma" diyor DOST...
" Kendini ayrıcalıklı sayma.
Konumuna ya da mevkiine, ismine veya şöhretine güvenme.
Şu hayatta tüm zahiri kisveler sabun köpüğünden ibarettir.
Nazlı nazlı yükselir köpük, derken pat diye sönüverir.
Her zaman başkalarından öğrenmeye açık ol. En iyi bildiğin konularda bile köşeli düşünme, büyük konuşma.
Cümlenin sonuna nokta değil, ünlem değil, virgül yahut üç nokta koy. Açık bir kapı bırak daima.
Ne kadar bilsen de hiçbir zaman yeterince bilemeyeceğini unutma.
Tevazudan şaşma. Ancak o zaman kurtulabilirsin bilginin cehaletinden. " diyor DOST...

Şems-i TEBRİZİ



Soracaksınız: Leylaklar nerede hani?
Gelincik yapraklı metafizik nerede?
Sözcüklerine incecik delikler açıp
onları saçan yağmur nerede?
Kuşlar nerede hani?

Her şeyi anlatayım.

Kent dışında yaşardım,
Madrid dışında, çanlarla,
saatlerle, ağaçlarla.

Görülürdü oradan
kurumuş yüzü Kastilya'nın
meşin bir okyanus gibi.
Evime
çiçek-evi derlerdi, sardunyalar fışkırırdı
duvarlarından çünkü:
güzel bir evdi
köpekleriyle, çocuklarıyla.
Hatırladın mı, Raul?
Rafael, hatırladın mı?
Hatırladın mı, Federico?
yerin altında,
hatırladın mı, balkonlarında o evin
Haziran ışığı çiçekler doldururdu ağzına.
Kardeşim, kardeşim!

Her şey
o kalın sesler, tezgâhların tuzu,
kabarmış ekmekler çıkaran fırın
ve heykelleriyle Argüelles pazarı
kurumuş bir mürekkep hokkasıydı sanki aldatmalar içinde:
yağ akardı kaşıklara,
ayakların, ellerin derin çarpıntısı
sokaklarda büyürdü,
metreler, litreler, temel
ölçüsü yaşamın,
balık yığınları,
rüzgâr gülünü bile şaşırtan
soğuk güneşiyle kiremitler,
patateslerin ince, çıldırmış beyazlığı,
domatesler yuvalanırdı denize dalga dalga.

Bir sabah tutuştu bunların hepsi,
bütün canlıları yutmak için bir sabah
fışkırdı topraktan
şenlik ateşleri,
silah vardı artık,
barut vardı artık,
artık kan vardı.
Haydutlar geldi uçaklarıyla,
yüzükleriyle, düşesleriyle haydutlar,
takdisler dağıtan kara keşişleriyle
haydutlar geldi gökyüzünden
çocukları öldürmek için,
çocuk kanı aktı sokaklarda
düpedüz çocukların kanı aktı.

Çakalların bile tiksindiği çakallar,
kuru çalıların bile tükürdüğü taşlar,
yılanları bile iğrendiren yılanlar!
Yüzyüze gelince bunlarla
kanını gördüm İspanya'nın,
kabarıyordu
bir onur ve bıçaklar dalgasında boğmak için sizleri!

Hain
generaller:
ölü evimi görün,
bakın paramparça İspanya'ya:
erimiş maden akıyor her evden
çiçek yerine,
her çukurundan İspanya'nın
İspanya yükseliyor,
her ölü çocuktan bir tüfek fışkırıyor,
gören bir tüfek,
kurşunlar doğuyor her cinayetten,
o kurşunlar günün birinde
on ikisinden vuracak yüreğinizi.

Soracaksınız: Şiiri neden
düşleri anlatmıyor, yaprakları
ve büyük yanardağlarını anayurdunun?


Gelin görün kanı sokaklardaki.
Gelin görün
kanı sokaklardaki.
Gelin görün kanı
sokaklardaki.

Pablo NERUDA

Çeviren : Ülkü TAMER


Güvercin sahibinin, önüne geçilemez, galebe çalınamaz bir merakı
vardı: İkide bir de tuhaf çeşitlerden yavrular almak için çiftleri birbirinden
ayırır, Şaminin erkeğini kesmenin dişisine, ötekinin dişisini berikinin
erkeğine eş etmek için onları yeni sevdalariyle mahfî ve mestur birer zifaf
yerine kapardı. Bir gün bu merakına Zevrak'la Ebrû hedef oldu. Çırpınarak
i'tiraz etdim. Onlar kümesin en genç, en âşık, en mesûd, hattâ en güzel
çiftiydi. Onlara ilişmek bir parça da bana ilişmek gibiydi. O, mutlaka
fikrinde galebe çalmak için öyle sebepler buldu ki bana mağlûp olmak lâzım
geldi. Ebrû gök mâî bir erkekle, Zevrak bir dişi sarı ile kapandılar. O, bana
bu aşk fâciasından beklenen neticenin hemen zaferini ilân eden bir sesle:
«Bakınız ne güzel yavrular alınacak...» diyordu.

Ben artık bütün kümesi unutmuştum; yalnız bu mahbus çiftlerle meşgul
oluyor, şu hicran devresinde onların bîçâre mecruh kalplerini hisse
çalışıyordum. Zevrak'la Ebrû'ya verilen yeni eşler, eşsizdiler. Kendilerinin
mahremiyeti dâiresine tahsis olunun yeni eşlere hemen sevda ihsas etmek
gayretine düştüler: Gök mâî Ebrû'nun etrafında kuyruğunu sürterek, göğsünü
şişirerek yaşamak sevmek demek olduğunu izaha çalışıyor, sarı muhteriz
taşkınlıklarla Zevrak'ın boynuna gagalıyordu. Fakat ötekiler!.. Ötekiler gûyâ
ağlıyorlardı. Kafesin köşesine büzülmüş, başlarını içeri çekmiş, ağır ağır
kapanarak artık hayatı görmemek isteyen gözleri bulanmış, yemek içmek bile
düşünmeyerek, mateme upramış bedbaht sevdalarına sakit yaşlar döküyorlardı.

Bir sabah Ebrû'nun kafesinde hayret edecek bir şey gördüm: Ebrû yeni
âşıkının ağzını öpüyordu. Nasıl? Ebrû, sen de ah, mini mini kadın, sen de o
sadakat yeminlerini unutan kadınlara benziyordun, değil mi?

O gün güvercinin sahibine anif bir sesle haber verdim: «Şimdi artık
Ebrû'yu çıkarabilirsiniz, yeni âşıkıyle uyuşuyor.» O, güldü, ötekini sordu:
«Zevrak, Zevrak ne yapıyor?» Şübheli bir sesle: «Şimdilik hâlâ düşünüyor!»
dedim.

Bunu şübheli bir sesle söylediğime ne kadar hatâ etmişim! Zavallı
Zevrak! İşte senin hâtırandan aflar diliyorum. Fakat o vefasızdan sonra nasıl
hükmedebilirdim ki, yeni mâşukanın bütün tesliyetleri, bütün okşayışları
neticesiz kalacak; sen haftalarca o sevda fâciasının, o hıyanetin matemleriyle
yüreğinin yaralarını zehirliye zehirliye, her dakika bir parça daha ölerek,
bir parça daha bu hayattan, bu hayatın yalan aldatan saâdetlerinden kaçarak,
eriyeceksin, biteceksin?..

Evet, Zevrâk teverrüm etti, hiç bir şey değil, teverrüm etti; ne
yanındakine, ne kafesin bir tarafından görünen semâya, hattâ kafesin ters
tarafından gelerek kayıtsız, fütursuz bir nazarla içeriye bakmağa çalışan
Ebrû'nun gölgesine bile küçük bir iltifat nigâhını israf etmeyerek, hep o
köşesinde ıslanmış bir kuş mazlumiyetiyle can çekişerek, Zevrak, bir gün son
nefesiyle gagasını açtı; bir küçük şikâyet sesi, ufak bir gu!... bile çıkmadan
öldü.

Biçâre sevda kurbanı!.. O zaman bana bu fâcia, bir güvercin, bir
Zevrak olmak için ne büyük bir arzû vermiş idi! Ben de öyle mes'ud bir
sevdadan sonra onun hicranıyle erimek ölmek isterdim; ben de bir birinciden
sonra saâdet aramamak düşünürdüm; fakat anlaşılan bu mes'elede Zevrak'tan
ziyade Ebrû'nun felsefesinde isabet var!..  


Halid Ziya UŞAKLIGİL
_Zevrak ile Ebru Adlı Hikayeden Kısmi Alıntıdır_





ben başkasının kağıdı olsaydım
yoksul gözlü sokaklar utanır diye
çilek, eski gazeteler gibi mahçup
bir kese kağıdı olur, herşeyi içime atardım

bir mektup kağıdı olurdum uçuk pembeden
"Yüksek bir Türk kızına takdim" edilen
ve harfleri terleyen bir askerin elinden 
çıkar, sılasına mahsus selam söylerdim

belkide boş bir kağıt: bana yağmur
sözden yağar!Böyle teselli ederdim 
vari yoğu boşluk olmuş cümlenin kederini,
bir harf denizi olurdum maviden daha derin

ben başkasının kağıdı olsaydım
kağıttan bir şairin eline sığınırdı kaderim





Haydar ERGÜLEN



Özlüyorum seni sevgilim...!
Yanımdayken bile.
Görmediğim zamanları ise sorma...
Anlatmam imkansız bu aşkla.
Aklım fikrim sen olmuş
Yerim yurdum sen olmuş
Gelir geçer şu dünyada
Herşeyim sen olmuş...
Özlemlerim kat kat
Sevgim ise öbek öbek
Sanadır herşey
Sanadır bu aşk
Sanadır bu özlem
Özlemlerin en güzeli “Sen”
Sen ki ruhum, sen ki dünyam, sen ki benim...
Sen var ya sen, benim herşeyim....


Mehpare ÖĞÜT





Nefesinle üzerimi ört sevdiğim
bırakıp da ellerimi üşütme beni...


Mehpare ÖĞÜT




Hiçbir kadın bir ilişkiye biteceğini düşünerek başlamaz, son olmasını diler… Erkek için tecrübeden ibaret olan bazı yaşanmışlıklar, kadın için büyük kayıplar demektir. Bu yüzden kolay bitiremezler yüreklerinde, biraz zaman gerekir. Dünyanın neresine gidersen git bu böyle… Yaşadığı ilişkinin etkisinden çıkmaya başlayan kadın daha da güzelleşir. İşte tüm güzellik ve ihtişamıyla evren o zaman kucak açar ona. Keşfedilmemiş bütün harikalarını sunar. Hayatın tadılmamış en muhteşem günlerinin kapıları aralanır. Etrafındaki insanların sayısı artar… Bu yüzden kaybetmek istemediğin kadını sakın yokluğuna alışacak kadar yalnız bırakma. Seviyorsan eğer; basit tartışmalardan sonra onu aramamakla cezalandırmaya çalışma, gurur yapma… Bir kadın, bir erkeğin sesini duymamaya alışırsa daha sonradan duymaya tahammül bile edemez. Çünkü kadını bağlayan şey ne kadar sevildiği değil, ne kadar sevdiğidir. Sen ne kadar seversen sev, onun sevgisi bittiğinde her şey bitmiş demektir.

Bir kadın gitmeyi koymuşsa kafasına, buna engel olamazsın… Sevse de gider… Aklı sende olsa gider, gönlü sende kalsa da gider… Kaybetmek istemediğin bir kadını asla incitme, çünkü bunu telafi edemezsin. Çünkü kadın vazgeçtiği kalbe yabancılaşır. Bir kadın karşısında hiç tanımadığı sıradan bir erkek bile, beyninde bitmiş bir erkekten daha şanslıdır…

Bir kadını mutlu etmek o kadar da zor değil, çünkü çok şey istemez bir kadın. Onu gülümsetebilmek için pahalı hediyelere ihtiyacın yok aslında. Ona kendini hediye et, ona ait olduğunu hissettir… Biraz ilgi göster, onu sevdiğini söyle, kendini değerli ve özel hissetmesini sağla yeter. Çünkü bir kadını fethetmek, ona teslim olmaktan geçer…


Ezgin KILIÇ




Nefreti aşmanın tek yolu var: Affetmek. Başkalarını affettiğimizde özgürleşiriz.

Nefret yaşamdan zevk almamızı, insanların güzel yanlarını görmemizi engeller. Hiç kimse saf iyi ya da saf kötü değildir. Salt kötülükleri görmek bir süre sonra şüphe, depresyon ve umutsuzluk denizinde boğar insanı. Nefret dolu bir yaşam umutsuz bir yaşamdır. Affetmek insanı derinleştirir. Affetmek için, insanın ruhsal ve zihinsel olarak kendisini hazır hissetmesi gerekir. Çünkü affetmek bir seçimdir. Kimsenin zorlamasıyla affetmek mümkün değildir. Affetmek bir süreçtir. Birdenbire affedilişler bile bir sürecin ürünüdür. Affetmeyi seçtiğinizde kimse size borçlanmayacaktır. Yani koşullu affetme yoktur. Diğer insanın da sizi affetmesini, değişmesini veya sizin istediğiniz gibi olmasını beklemeyin. Affetmek bir seçimdir. Amacı sizin rahatlamanızdır, sizin özgürleşmenizdir. 

Nefret duyduğunuz kişinin yaşıyor yada ölmüş olması sizin affetme sürecinde duyduğunuz acıların yoğunluğunda bir farklılık yaratmayacaktır. O acılar sizin acılarınız. Affetmek kolay değildir. Fakat özgürleşmek için gereklidir. Çoğu insan affetmenin nefret ettiği kişiyi suçsuz ya da haklı bulduğu anlamına geleceğini sanır. Oysa affetmek, geçmişteki anıların boyunduruğundan kurtulmak, yaşamımızı kontrol altında tutmasına son vermek demektir.

Affetmek, o kişiyi sevmek değil. Affetmek, o kişiyle konuşmak zorunda olmak değil. Affetmek, o kişiyle ilişkiyi sürdürmek değil. Affetmek, o kişinin beklentileri doğrultusunda davranmak değil. Affetmek o kişiyi kucaklamak değil. Affetmek o kişiyi suçsuz bulmak değil. Affetmek o kişiyi haklı bulmak değil. Affetmek o kişinin vermiş olduğu zararları telafi etmek için çaba göstermemek değil. Affetmek kırgınlığın, küskünlüğün, nefretin hapishanesinden özgürlüğe kavuşmaktır. Affetmek, artık acıyı hissetmemektir. Yapılanları zihinsel olarak unutmak zaten mümkün değildir. "DUYGUSAL UNUTMA" affetmenin diğer adıdır.



Alıntıdır…





Ben seni herhangi bir konuda ikna etmeye çalışmıyorum. Ben senin belirli bir teoriye, felsefeye, dogmaya ya da kiliseye geçmeni sağlamaya çalışmıyorum. 
Hayır... 
Ben sadece yaşadıklarımı paylaşmaya çalışıyorum. 
Bu paylaşma sırasında eğer sen de katılımcı olursan aynı şey sana da olabilir. 
Bu bulaşıcı bir şey...


OSHO  





Uyuyamak... Anlatılır gibi değil ancak uyuyamayanlar bilir... Hahaha... Bayağı bir felsefi mi oldu ne ! Her neyse.

Son zamanlarda kendini gösteren bu uyuyamama problemlerini kendi yöntemlerimle çözmeye çalışsam da sanırım başarılı olamıyorum. Kaldı ki yine her zaman ki saatimde yatmış biri olarak istem dışı gözlerimi açtığımda sabah mı oldu ne düşüncesiyle saate baktım ki bir de ne göreyim saat 23:58. Ne yani ben saat 23:00'de yatmamış mıydım. Olmadı. Ne yapsam ki bilemedim. Aldım elime telefonumu başladım oyun oynamaya. Tam bir saat. Hadi bir daha deneyeyim dedim uyumayı. Yok Allah'ım bu gece de uyku haram kılınmış bana. Uyuyamıyorum ya bu seferde sokakta köşe başındaki evden gelen o minicik köpeğin havlama sesi bölmesin mi geceyi. Yırtıyor ortalığı. Kime ne diyorsa artık. Bir de ona sokaktan geçen başka bir köpek eşlik etmesin mi. Oldu mu hiç gecenin bir yarısında muhabbet etmek. Bunun gündüzü var ama öyle değil mi...! Artık aralarında geçen mevzu her ne idiyse ben anlamadım haliyle köpekçe bilmediğimden ama uyumama izin vermediler. Bir ara susacak gibi olduklar ama nafile... Onlar havlaya dursun bu seferde uzaklardan ve derinden gelen bir erkek sesi yırtıyor geceyi. Hah dedim bir sen eksiktin. Mübarek Texas'ta mı yaşıyorum ne dedim içimden. Kalktım, ayaklarımı sürüye sürüye salonun penceresini açtım baktım ortalıkta görünen filan yok. Ama ses uzaklaşarak geliyor hala... Hadi dön yeniden yatağa. Tamam artık sesler kesildi. Artık uyuyabilirsin. Kapadım gözlerimi dalacağım, daldım derken ıhhhh olmuyor olmayacak bu gece anlaşılan uyunamayacak. Saate baktım 03:00. Gecenin yarısı. Hadi bir el daha oyun oynayayım. Paralarım birikmiştir onları toplayayım. Çocuk gibiyim vesselam farkındayım ama bu oyunlarda sarınca tam sarıyor oynayan bilir. Merak mı ettiniz oyunu söyleyeyim belki oynamak istersiniz. Güzel, eğlenceli bir oyun benim için. Adı City Island 2:Building. Eminim aranızda oynayanda vardır. Şehir kurmaca. Kendi şehrini yaratıyorsun anlayacağın. Ahh nerede ? kendi şehrimi kursamda yönetsem. Valla iyi belediyeci olur kesin benden. Ödül bile alırım yeminle. Düzenli olacak yollar, köprüler, evler, binalar... Öyle gelişigüzel değil. Neyse topladım yine paralarımı. Sabaha kadar ancak birikir. Eee ne de olsa para kazanmak için çalışmak lazım değil mi ! ;-) Ve saat 04:00. Maşallah mı desem kendime ne. Yalnız sağ gözüm bir hayli acımaya başladı. Eee uyuyama, bir de üstüne üstlük oyun oyna. Olsun o kadar ama değil mi...!

Gözlerim hafiften kapanıyor, aman Allah'ım en sonunda uyuyabileceğim demek....
Hiçbir şey düşünmeyeyim bari de dağılmasın uykum...
Uyku gibisi yok... Uyuyamayınca daha iyi anlıyor insan...
Uyuyacağım, uyuyorum, uyudu....mmm...

Saat 18:00...Kurulu saat gibiyim mübarek. Temizlik personeli çoktan çalışmaya başlamış bile.. Yollar pırıl pırıl. Mis gibi bir hava yani en azından olabildiğince... Bugüne de erdik en nihayetinde. Günümüz aydın olsun işimiz gücümüz rastgele....



Mehpare ÖĞÜT
_Sabah Muhabbeti_ 




Bazen, bir kadının gözlerine bir bakış yerleşir; ne gurur vardır bu bakışta ne alttan alma, ne bir talep ne de bir serüven vaadi. Gözlerin verdiği bir işaret olduğundan, bir başka bakışla kesişebilir; gelgelelim sözcüğün gündelik anlamıyla ille de bir başkasına yöneltilmemiştir; kimin üstüne alınacağı umurunda değildir.

Bir çocuğun gözlerine yerleşecek bir bakış değildir bu; çünkü çocuklar kendilerini gereğince tanımazlar; erkeklerin çoğunun gözlerine de yerleşemez; çünkü erkeklerin çoğu açıkgözlülük taslar; hayvanların gözlerine de yerleşemez; çünkü hayvanlar, zamanın geçişinden habersizdirler. Romantik şairler, bu tür bir bakışta kadının ruhuna giden kestirme yolu gördüklerine inanırlardı. Ama böyle bir yaklaşım, bakışın saydam olduğu izlenimini veriyor; oysa aslında dünyada ondan daha az saydam bir şey yok.

Kendini kendi olarak ortaya süren bir bakış bu, başka bakışlara benzemiyor. İlle de bir şeye benzetmek gerekirse bir çiçeğin rengine benzetilebilir. Kendi mavisini söyleyen bir güneş çiçeği gibi.

Toplulukta bu tür bakışlar çabucak solar; çünkü ne söyleşilere ortam hazırlarlar ne de alışverişlere. Toplumsal yoklamada kaçaktırlar.




John BERGER




Bir zaman gelir, bütün çıkış yolların kapatılmıştır. Odanda oturursun, bedenindeki, boğazını sıkıştıran, gözlerinin ardındaki gözyaşı torbacıklarında tehlikeli bir biçimde sıkışan o batışan ağrıyı duyarsın. Tek bir sözcük, tek bir el kol devinimi, derken içinde sıkışıp kalmış her şey -irinleşmiş pişmanlıklar, kangrenleşmiş kıskançlıklar, yerine getirilmemiş fazla istekler- öfkeli, erksiz gözyaşları, belli bir kişiye yönelik olmayan boğucu hıçkırıklar ve zırlamalarla dışına taşar. Seni kucaklayan kollar yoktur. "Hadi, uyu, yok bir şey" diyecek bir ses yoktur. Yeni ve korkunç bağımsızlığında, az uykudan, gergin, aşırı duyarlı sinirlerden kaynaklanan o tehlikeli uyarıcı ağrı, kartların bu kez sana karşı hileli biçimde karılmış olduğu, hala da üst üste yığılmakta oldukları duygusuna kapılırsın. Senin bir çıkışa gereksinimin vardır, çıkışlarsa mühürlenmiştir. Gece gündüz kendin için yarattığın o daracık tutukevinde yaşarsın. İçinde fokurdayıp duran o dağarcığı serbest bırakmaz, setteki bir yarıktan dalga dalga akmasını sağlamazsan patlayacağını, parçalanacağını duyumsarsın. Böylece alt kata iner, piyanonun başına geçersin. Tüm çocuklar dışarıdadır; ev dingindir. Klavyede keskin akorların sesi duyulur, omuzlarındaki ağır yükün birazını yitirmenin ferahlığını duyumsamaya başlarsın.


Sylvia PLATH




1923 Mart'ının 15. günü,

Gazi'nin mahşeri bir kalabalık içinde ve Adana İstasyonu'ndan kente doğru iki taraflı uzanan yoğun insan seddi arasından, yaya olarak, alkışlar ve coşkun sevinç gösterileriyle ilerleyişi ardından, o olağan üstü anlatımıyla sözü İsmail Habib Sevük'e bırakalım:

"...Yolun ortalarına geldiğimiz zaman, birdenbire sahne değişti. Matem simgesi gibi baştan aşağı siyahlara bürünmüş bir küme kadın içinden, iki levha taşıyan ikişerden dört kız, birdenbire yolun ortasına dikildi. Bu iki levhada Antakya ile İskenderun'un isimleri vardı ve levhalar Büyük Kurtarıcı'ya kendilerinin de kurtarılmasını söylüyordu.

...İki levha taşıyan dört kızın önüne başka bir kız geldi. 18 yaşlarında sevimli bir kız, söylev veriyor. Elinde kağıt yok, dilinde sürçme yok, tavrında yapmacık yok, ruhtan gelen ve ruhlara giden nutku dinliyoruz.
Beş dakikalık bir söylev; fakat bu bir söylev değil, söz şekline girmiş bir hıçkırıktı. Söylemiyor, inliyor. Bu Antakyalı çocuk bir kız değil, vatandan ayrı kalan o beldelerin dile gelmiş bir ruhu, o beldelerin ağlayan ve ağlatan maneviyatıydı.
Büyük Kurtarıcı'ya "kurtar" diye yalvaran kız susmuştu. Şimdi bütün gözler Kurtarıcı'ya dikildi. Ne diyecek diye bekliyoruz. Onun gözleri de nemli miydi, bize mi öyle geldi, bilmiyorum; yağmurla yıkanmış güneşli birer gök parçası maviliğiyle ışıldayan gözlerini bir an göğe dikti; söyleyeceği sözü gözleriyle gökten avlamış gibiydi. İnsana o an gökten iniyor hissini veren bir tonla tane tane şunları söyledi:

"Kırk asırlık Türk yurdu ecnebi elinde kalamaz." 



“Düğünler de olmasa hiç oynayıp gülemeyeceğiz…İnanır mısın kaç yıldır içimden gelip de bir şarkı mırıldanmıyorum…Zorlasam da olmuyor bu…Oysa böyle değildik gençliğimizde…Birlikte şarkılar söyler, oyunlar oynar, bol bol kahkahalar atardık…Şimdi herkes bam teli gibi gergin…Neşesiz, asık suratlı, her an kavgaya hazır bir pozisyonda beklemede…Yanlış anlamalar, incir çekirdeğini doldurmayacak bir nedenle oluşuveren tartışmalar öyle çok ki inan, çoğu yerde sıradan hale geldi bu tip olaylar…Şu cinayetlere bir bakın!..Katliam gibi…Acımasız katiller, çok şaşırtıyor bizi…Korkuyoruz…Kaybolan çocuklar, artık evlerine sağ dönemiyorlar…Sapıklar her tarafta kol geziyor…Çaresizlik, daha da çok karamsar yapıyor bizleri…Zaten çok az olan mevcut neşemizi de alıp götürüyor…Ne yapmalı bilmiyorum!..” diyordu bir sohbetimizde yakın dostum bana…Haklısın dedim…Hepimiz aynı kaygıları taşımıyor muyuz zaten?..Moralimiz bu nedenle bozuk değil mi?..Birbirimize dert yanıyoruz adeta bağıra çağıra…Nezaket kuralları da dikkate alınmaz oldu artık…Küfürler sıradanlaştı…
Kibar bir arkadaşım, üzüntüyle anlattı bana…”Ben de küfürbaz oldum Asım!..Vallahi hiç şaşırma!..Biliyorum bunu benden beklemezsin; ama gerçek bu…Küfrediyorum artık!..Her şeye kızıyorum…Siyasetçilerin kaba saba konuşmaları, tehditleri, şantajları, arsızlıkları, gamsızlıkları, hiçbir eleştiriye aldırmaz tutum ve davranışları, görsel ve yazılı basının yanlı ve yönlendirici yayınları, gazetecilerin herhangi bir görüşe saf tutuşları, objektif kriterlerin hiç dikkate alınmayışı çok rahatsız ediyor beni…Bile bile yalan söyleyen siyasetçi tipi adeta çıldırtıyor beni…İyi de bu yalanları hop diye yutanlara ne demeli?..İşte bu durum, ağzımdan çıkanları denetlememi engelliyor…Yaa biz bunları hak etmiyoruz diyorum!..Olamaz böyle şey diyorum…İsyan ediyorum!..Söyle haksız mıyım?..Düşün ben bu hale gelmişsem, normal vatandaşımız ne halde tahmin et!..” Haklısın diyorum ona da…Bozulmayan ne kaldı ki değerlerimizden?..Bir bir uçup gidiyorlar göz göre göre…Yapılacak bir şey olmalı elbette!..Her zaman yapılacak bir şey olur çünkü…Olmalı!..

Gençlerimize bakıyorum…Acıyorum onlara!..Acınacak ne var diye sormayın!..Gerçekten acınacak haldeler…İş sıkıntısı had safhada…İş bulabilenlerin çoğu düşük ücrete mecburen talim etmekte…Üstelik garantisi olmayan işler…Patronun iki dudağı arasında her şey!. İstemiyorum seni, muhasebeye uğra!..demeleri an meselesi…Söyleyin nasıl evlensin bu gençler?..Her an işten atılma kaygısı mevcutken…Pek çok genç biliyorum…Arkadaşlıkları var; ama gelecekleri belirsiz…Evlenenler anne ve baba desteğine muhtaç…Ayakta durabilmeleri, çocuk için karar verebilmeleri onlara bağlı…İyi de anne ve babaların sağlık durumları ve ekonomik durumları bu yardımı ne zamana kadar sürdürebilir?..Zihinleri kurcalayan en önemli soru da bu elbette!..

Fasıllı bir akşam yemeği, hiç fena olmaz dedi bir arkadaşım…Eğleniriz, şarkılar söyleriz, stres atar geliriz…Olur mu olur!.. Hoş bile olur diye düşündük…Gittik…Gayet güzel başladı akşam…Şarkılar hep iyi gelir bana zaten!..”Akşam oldu hüzünlendim ben yine!..” şarkısı ağlattı bizleri…İyi de biz neşelenmeye gelmiştik…Niye ağlıyoruz?..Arkadaşım eğildi kulağıma:”Şarkılar hüzün veriyor fark ettin mi?..” Evet dedim fark ettim…Hüngür hüngür ağlıyoruz, hep birlikte…Bir şarkıda vefat eden bir arkadaşım geldi aklıma…Yıllar önce aynı okulda çalışmıştık onunla…Aman her şey boooş!..deyip kahırlandım…Bir taraftan zorlamalı şak şak sesleri, bir taraftan bizi sarıveren hüzün tüneli…Şevkimiz kayboldu…Neşemiz kaçtı, zaten yemekleri de beğenmemiştik…Kalktık, dışarıya attık kendimizi…Havanın soğuk nefesi kendimize getirdi bizi…Vedalaştık ve herkes evine hareket etti…İçimiz istemiyordu, çünkü gergindik…Anladık ki keyif de içerden geliyor…
İçeriden gelmiyorsa dışarıdaki her şey gerçek anlamından çok uzak geliyor bize!..Tadımız olmuyor…Neşemiz kaçıyor…

İçimiz gülmeden yüzümüz de gülmüyor…


Asım ERDOĞAN




Uzat ellerini sevgilim
onlar ne kadar da sıcak bilemezsin
güven yüklü ellerin...
hele ki gözlerin yok mu
bir içimlik değil ömürlük kahve dolusu...
seninle huzurluyum yanındayken
daha özgür, daha barışcıl ve daha güzel
seninle mutluyum yanındayken
daha sevecen, daha kadınsı ve daha coşkulu
seninle mutluyum yanındayken
daha, daha ve daha çok seven...

Mehpare ÖĞÜT






Bir insanı tanımak istiyorsanız.

İnsanları tanımak bir sanattır.

Bir insanı tanımak istiyorsanız, onu dinleyin kafanızdaki tüm sesleri susturun ve açık yüreklilikle karşınızdakini dinleyin bırakın, o dakika karşınızdaki insana ait olsun.
Bir insanı tanımak istiyorsanız diline, tarzına dikkat edin. İnsanın dili ve tarzı bilgi ve bilinç seviyesi ile ilgilidir. Bilgi ve bilinç seviyesi ise okuması ile ilgilidir.
Bir insanı tanımak istiyorsanız, bir dakikalığına iyi bir insan olma çabanızı unutun, kendi yaşamınızdan örnekler vererek kişiyi anladığınızı gösterme çabanızı bırakın, onun dakikalarını çalmadan, o insana zaman ayırın. Çünkü bir dakikalığına hiç bir şey düşünmeyen, fikri olmayan, tecrübesi olmayan bir insan oluverin ve karşınızdakini bütün dikkatinizle dinleyin.
Bir insanı tanımak istiyorsanız; bazen de hiç konuşmayın. Sadece tanımak istediğiniz kişi ile zamanı paylaşın, sessizliği yaşayın. Konuşma zorunluluğundan kurtarın kendinizi. Bir insanı tanımak için onu sessizken dinlemeyi de öğrenmek gerekir.
Bir insanı tanımak istiyorsanız; kendiniz olun, tıpkı hiç kimse olmadığı zaman olduğunuz gibi ve sözcüklerin, seslerin, görüntülerin ötesinde konuşun, hissedin. İşte o zaman karşınızdaki insan size güvenebileceğini hissedecektir.
Bir insanı tanımak istiyorsanız, önce gerçekten o insanı tanımayı istemekle başlayın. O sizi konuşmadan anlayacaktır tıpkı sizin anladığınız gibi..
Bir insanı tanımak istiyorsanız, Bir insanın eşyalarla ilişkilerine bakarak o insan hakkında çok şey fark edebilirsiniz. Evinde çok fazla eşyası olan biri, uzun süre zemin değiştirememiş, olduğu zemindeki farkındalığı onun bir üst zemine geçmesi için yeterli olamamış demektir. Ya da bir diğer bakış açısıyla bu zemindeki konfor alanı o kadar büyüktür ki, terk etmekte zorlanıyordur.
Bir insanı tanımak istiyorsan ona; yaşını, doğduğu yeri, bitirdiği okulları, memleketini değil hayallerini sor. Çünkü, bir insanı tanımak istiyorsanız, borç verin ve onu büyük bir mevkie getiriniz.
Bir insanı tanımak istiyorsanız onunla seyahat edin ya da yemek ye derler. İstedikleri olmadığında takındığı tutum da çok şey gösterir bana göre. Özellikle de menfaati varsa bir kişi, doğasında olmasa bile çok tatlı bir maske takabilir, eğer yol yordam öğrenmişse.
O yüzden;
Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.

Alıntıdır.