Yeryüzüne düşen üç tane cemrevarmış…
İnsanlar farkında olmazmış bunun pek.
Yani; bazı insanlar fark eder, bazısı olduğu gibi yaşarmış..
Ve ilk cemre düşmeden bir ay önce,takvime bakıp hangi güne denk geldiğini öğrenirdim ben.
Bu hiç şaşmadı..

Bir gün…
Tarihler karıştı.
Takvimden kopardığım sayfaların birine not düşülmüş, hayatıma gelişin.
Benim bayramım.
Benim bahar sevincim.
Başlangıcım.


Önceden bilseydim; etrafa çeki düzen verirdim.
Gecelerime sabahları katıp, türkülerle beklerdim seni.
Hoş gör, en olur halimle karşıladım sıcaklığını.
Hoş gör, seni her şeyden korumam gerekmiş gibi sarıyorum ruhumla.
Sarmaşık gibi boğmadan, güneşimizde aydınlansın yüzüm diye çırpınıyorum.


Gökyüzüm..
Senin dünyanda parlayan o yıldız benim.
Aynam.
Aynan.
Yönüm, senin baktığın yer.
Huzur.
Gel, dinleneyim gölgende.
'Sonsuza kadar mutlu oldular..' yazsın bizim hikayemizde..


Şirr : Sessizkadın



Bektaşi bulgurunu kaynatıp kuruması için sermiş, bir yandan bulguru karıştırırken bir yandan da dua ediyormuş:

-Allah'ım ne olur bulgurlarım kurumadan yağmur yağdırma!

Bulgurlar tam kurumaya yüz tutmuşken yağan yağmur Bektaşi'nin bulgur sergisini su içinde bırakmış. Bu zor durum üzerinden bir hafta geçmeden tek ineğini de ahırda ölü bulan Bektaşi, üst üste gelen bu kötü olayları kabullenmekte zorlanmış. Ramazan ayının geldiğini gören Bektaşi oruç tutmaya karar vermiş. Ramazan ayının ilk günü akşama kadar oruç tutmuş. İftara beş dakika kala sigarasını yakmış. Sigarasından çektiği dumanı büyük bir keyifle gökyüzüne üfleyerek:

-Nasıl illet oluyorsun şimdi bana değil mi?
Diyerek kendi kendine söylenmeye devam ederek;


-Ölen ineği de kurbana saymazsam ne olayım, demiş....



Bir insanı sevmekle bitmiyordu her şey...Onun yanında olmak, elinden tutmak, saatler boyunca gözlerine bakmak... Kokusunu içine içine çekmek, sarılıp uyumak, bir film koyup seyretmek ya da hiçbir şey yapmadan sessizce birbirini seyretmek.

Bir gün öyle biri gelir ve girer ki hayatınıza, unutturur kendisinden öncekileri. Yaşadığınızı anlamaya başlarsınız onunla. Sevginin ne demek olduğunu tattırıverir bir anda. Onunla olacağınız saatleri iple çeker, yelkovanın akreple yarıştığı gibi yarışırsınız zamanla. En kötü, en mutsuz, en berbat halinizi bile görmesine izin verir, onun tek bir dokunuşuyla, tek bir sözüyle unutursunuz her şeyi. Seviyorsunuzdur ve seviliyorsunuzdur. Var mıdır bundan daha ötesi...

Yaşınız kaç olursa olsun, hayaller kurarsızın onunlayken de onsuzken de...
Birlikte yapabileceklerinizden, birlikte yapmak istediklerinizden konuşursunuz saatlerce...
Resmini çizersiniz olmayan kağıtlara hayali kalemlerle...
Güneşin doğuşu kadar gerçek, Ay'ın ışığı kadar beyaz...
Olmasa da olur dersiniz güler geçersiniz
Olmasa da olur birlikteyiz ya deriz...
Sonsuz hayalleriniz olsun varsın
Varsın gerçekleşmesin hiçbiri de
Ne kadar önemli olabilir ki bizden daha çok
Önemli olan değil mi ki aynı hayalin içinde olabilmek
Bir sabah pencereyi açtığınızda içeri giren kış soğuğuna rağmen
Varsa eğer yanıbaşınızda sizi ısıtan ve yatağınızı sıcak tutan
Size sarılıp içine sokan
Gözleriyle gözlerinizi delip de geçen
Ellerinizi tuttuğunda güven veren
Korkmayın o zaman yaşamaktan ve sevmekten yana...
Sarılın ona...
Sarılın ve bırakmayın asla...
Ve farkına varın sizi gerçekten sevenin
Kıyaslayın öncekilerle anlayın değerini
Kim ne derse desin umursamayın
Sevin alabildiğinizce...
Sevin içinizden geldiğince...
Yollarda şarkılar söyleyin isterseniz
Hatta dans bile edebilirsiniz.
Yeter ki içten olun ve içten sevin siz de...
İşte o zaman anlayacaksınız ki seviliyorsunuz siz de....
Sevin kardeşim sevin...Sevilmek istediğiniz gibi hem de....


Mehpare ÖĞÜT



Köyümüz şehirden yüksek mi yüksek,
Baban ihtiyarlıyor oğul, bilmem netsek
Söz dinlemiyor artık ahırdaki eşek,
Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul !

Sizi 9 ay 10 gün karnımda taşıdım
Beş oğul bir kızım için yaşadım
Şimdi halim kalmadı, gençliğimi boşadım
Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul !

Köyde bacalar eskisi gibi tütmüyor,
Çorba dahi boğazımızdan geçmiyor
Takatimiz kalmadı işler bitmiyor
Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!

Geçenlerde kasabadan köye doktor geldi
Sağlam kimse kalmadı herkese ilaç verdi
Bana da kendini yorma ansızın gidersin deyiverdi
Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!

Eskiden köyümüzde yağız delikanlılar vardı
Al duvak içinde gelinler, giderken ağlardı
Gençler köyü terk etti, şimdi ihtiyarlar kaldı
Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!

Hani yalnız yaşayan komşumuz Ali amca vardı
O da rahmetli oldu cenazesi üç gün kaldı
Mezarını kazacak delikanlı bulunamadı
Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!

Öğrenci yokluğundan artık okul kapalı
İhtiyarlayınca, babanın döküldü saçı sakalı
Benimde dizlerim tutmaz, ağır işlere bakalı
Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!

İmam usandı, tayin yaptırıp gitti
Bir ezan sesi duyuyorduk o da bitti
Hastalıklar çoğaldı artık canımıza yetti
Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!

Analarda ciğer, evlatlarda merhamet olur
Gezen görür, yaşayan ölür, eden elbet bulur
Hayır duamızı alın biz ölmeden ne olur
Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!

Sizin huzurunuzu kaçırmak istemem
Gelinlerimi severim asla kin beslemem
Şimdi gelmezseniz cenazeme de istemem
Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!

‘’ OĞULLARIN ANA MEKTUBUNA CEVABI ’’
(1. oğul)
Ana, şimdi Akdeniz sahillerindeyiz,
Buralar çok güzel herkese tavsiye ederiz.
Çocuklar diyor, ölürüz de asla köye gitmeyiz
Kusura bakma, çocuklar istemeden biz gelemeyiz!
(2. oğul)
Ana, mektup yazmışsın bize boşu boşuna,
Çünkü daha açarken gitmedi hanımın hoşuna,
Sen idare et artık, bu sene de yalnız başına,
Kusura bakma, ben hanımı gönderemem ana !
(3. oğul)
Ana, gönderdiğin mektubu şimdi okudum hanıma,
Dedi bu devirde hizmet eden var mı?, Allah aşkına,
Ne olur soğuk su katma bu yaştan sonra, pişmiş aşıma,
Kusura bakma ana, gönderemem hanımı ben sana asla!
(4. oğul)
Ana darılma, vakit bulup ta mektubunu okuyamadım,
Şimdi okuyunca ne demek istediğini çok iyi anladım.
Benim hanımdan başka çağıracak gelin mi bulamadın?
Kusura bakma gönderemem, hanım oralara alışamaz ana !
(5. oğul)
Ana abim söyledi, hizmete bizim hanımı çağırmışın,
Olur mu öyle şey, doğalgazdan sobalı eve nasıl alışsın.
Birde önceden başlamış günleri var, onlar yarım mı kalsın?
Kusura bakma ana gönderemem, bu sene bizimki kalsın!

(ortak çözüm)
Ana, ana dört kardeş hanımlarıyla bize geldiler.
Anamızın isteği yerinde, acil çözüm bulalım dediler.
Bizler ne yapacağız diye düşünürken, akılı gelinler verdiler.
Kusura bakma ana, sana hizmete ancak bacımızı uygun gördüler!



Mahir ODABAŞI

Eserin tüm hakları ve sorumluluğu eser sahibine ait olup sahibi istemediği takdirde yayından kaldırılacaktır.
Siirfm.com'a teşekkürlerimle



Peygamber efendimiz, pazartesi günleri oruç tutardı. Sebebini sorduklarında, (Bugün dünyaya geldim. Şükür için oruç tutuyorum) buyurdu...
Bu gece, O doğduğu için sevinenler affedilir. Bu gecede, Resulullah doğduğu zaman görülen hâlleri, mucizeleri okumak, dinlemek, öğrenmek çok sevabdır. Kendisi de anlatırdı. Eshab-ı kiram da, bir yere toplanıp anlatırlardı. Mevlid gecelerinde Eshab-ı kirama ziyafet verir, dünyayı teşrifindeki ve çocukluk zamanında yaşadığı hadiselerden bahsederdi. Hazret-i Ebu Bekir de, halifeyken, Eshab-ı kiramı toplar, Resulullah efendimizin doğumundaki olağanüstü hâlleri konuşurlardı...
İslam âlimleri Mevlid gecesine çok önem vermişlerdir. Hazret-i Mevlana, "Mevlid okunan yerden belalar gider" buyurmuştur.
Resulullah efendimizi övmek ibadettir. Nitekim, Peygamber efendimizi öven çeşitli mevlid kasideleri vardır. (Meşhur olan ve Türkiye'de her zaman okunan Mevlid kasidesini Süleyman Çelebi, 15. asırda yazmıştır.) Mevlid-i şerif okumak, Resulullah efendimizin dünyaya gelişini, miracını ve hayatını anlatmak, Onu hatırlamak, Onu övmek demektir. Her müminin Resulullah efendimizi çok sevmesi gerekir. Bu da zaten imanın gereğidir. Çok sevmek kâmil mümin olmanın da alametidir.


Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Beni ana-baba, evlat ve herkesten daha çok sevmeyen, mümin olamaz.)
(Bir şeyi çok seven, elbette onu çok anar.)
(Peygamberleri anmak, hatırlamak ibadettir.)


Resulullah efendimizi çok övmek, yaratılmışların en şereflisi olduğunu söylemek, Allahü teâlânın, sevgili Peygamberine verdiği üstünlükleri saymak ve Ondan şefaat istemek, büyük ibadettir.


Dularımız bu gece eksik olmasın, kalplerimiz imanla dolsun...

Mevlid Kandiliniz Mübarek Olsun...!



Ne zaman geldin, ne zaman geçtin de bittin koca bir yıl olarak anlamış değilim... Oysa daha dün gibiydi yeni yıl sevincimiz. İçimde yeni heyecanın kıpırdanışları, mutluluk, sevinç gözyaşları, umut yanında bir tutam hüzün, geçmişe gidip gidip gelmeler, anmalar, yitip gidenler, özlemler... Hepsi de bir film şeridi gibi geçmemiş miydi, gözlerimin önünden. Ne garip ! Daha dün gibiydi oysa...

Mevsimler gelip geçiyor, aylar ayları, günler günleri kovalıyor ve iyi-kötü, acı-tatlı bir yılı daha geride bırakıyoruz yine.
Aramızdan ayrılan sevdiklerimiz, aramıza yeni katılan üyelerimiz, eşimiz-dostumuz, akrabalarımız, arkadaşlarımız, kısacası tüm sevdiklerimiz...

Ülkece sevindiğimiz, ülkece ağladığımız, sesimizi duyurmak istediğimiz zamanlar, isyanlarımız, gözyaşlarımız...Kötü olan her ne varsa geride kalsın bir daha yaşanmamak üzere...

Aklımızdan geçip de dilimizle söyleyemediğimiz, yürekten isteyip de henüz gerçekleşmemiş olan umutlarımız, sevinçlerimiz, yeni heyecanlar, yeni birliktelikler, yeni mutluluklar, yeni oluşumlar... her ne varsa şansıyla,uğuruyla, mutluluğuyla ve de fazlasıyla gelsin her birimize.

Her şeyden önce de ülkemiz adına güzel bir yıl olmasını diliyorum.
Kardeşin kardeşi kırmadığı
Zenginin fakiri ezmediği
Hakkın ve adaletin eşit dağıtıldığı
Hüzünlerin sevince,
Acıların mutluluğa dönüştüğü

Sağlık ve Sevgi Dolu, Şanslı, Bereketli, Huzurlu, Umutlu ve de Mutlu Bir Yıl Olması Dileğiyle,,, 


Mehpare ÖĞÜT


Bu yılınızı iyi geçirdiniz mi?
Sağlıklı olduğunuz için hiç sevindiniz mi?
Bu yıl hiç gün ışığı ile uyandınız mı?
Kaç kez güneşin doğuşunu izlediniz?
Bir neden yokken kaç kişiye hediye aldınız?
Kaç sabah yolda bir kediyi okşadınız?
Bu yıl yeni doğmuş bir bebek parmağınızı sıkıca tuttu mu hiç?
Ve siz onu hiç kokladınız mı?
Yaz gecelerinde ne çok yıldız olduğuna hiç şaşırdınız mı?
Kendinize bu yıl kaç oyuncak aldınız?
Kaç kez gözlerinizden yaş gelinceye kadar güldünüz?
Yaşlı bir ağaca sarıldınız mı bu yıl?
Çimlere uzandığınız oldu mu?
Çocukluğunuzdan kalan bir şarkıyı söylediniz mi hiç?
Hiç suda taş kaydırdınız mı bu yıl?
Kaç kez kuşlara yem attınız?
Bir çiçeği dalındayken kokladınız mı?
Bu yıl kaç kez gökkuşağı gördünüz?
Ya da hediye alan bir çocuğun gözlerindeki ışığı?
Kaç kez mektup aldınız bu yıl?
Eski bir dostunuzu aradınız mı hiç?
Kimseyle barıştınız mı bu yıl?
Aslında mutlu olduğunuzu kaç kez farkettiniz bu yıl?
İyi bir yılın, bunlar gibi birçok "küçük şeye"e
Bağlı olduğunu hiç düşündünüz mü bu yıl?
Yayılın çimenlerin üzerine..... acele edin....
Er veya geç... Çimenler yayılacak üzerinize...  

Can DÜNDAR



Efsaneler bilindiği üzere sözlü kültür ortamında yaratılan ve sözlü kültür edebiyat geleneğinin bir türüdür.

Efsane terimi dilimize, Farsça'dan girmiş olup Eski Türkçe'de “sab”, “saw”, ”kep” ve “irtegi” kelimeleriyle ifade edilmiştir.

Batı dillerinde Latince “legendus” kökünden kaynaklanan “legand”, “leganda”, “leyanda” gibi kelimeler efsane karşılığı olarak kullanılmaktadır.

TDK Türkçe Sözlükte ise efsane tanımı edebi anlamda şöyle yapılmaktadır...!
Efsane; “Eski çağlardan beri söylenegelen, olağanüstü varlıkları, olayları konu edinen hayali hikaye, söylencedir.”
Mecazi anlamda ise; Gerçeğe dayanmayan asılsız söz, hikaye vb şeklinde tabir edilmektedir.

Bu kısacık dipnot sonrasında ders kitabımda ilk defa okuduğum, Türk kültüründeki büyük sufilerin, evliyaların hayatlarından, kerametlerinden bahseden efsanelerden biri olan -Taş Kesilme Motifi- olan efsane oldukça ilgimi çekti ve sizlerle paylaşmak istedim.
Gelin okuyalım birlikte....
-o-o-o-o-o-o-o-o-o-

“Erzurum'un, Karayazı ilçesinin Kız Musa adlı köyünde vaktiyle bir adam yaşarmış. Bu adam veliymiş fakat kızı kendisinin sözünü dinlemezmiş. Aynı köyden Musa adında bir genç varmış. Musa bu kızı seviyormuş. Kızla gizli gizli buluşurlarmış. Gençler bir gün aralarında anlaşırlar ve kaçarlar. Kızın babası kaçtıklarını anlayınca peşlerinden gitmemiş. Köylüler gelip, “Müsaade et, biz gidelim, Musa'yı öldürüp kızını getirelim”demişler. Kızın babası müsaade etmemiş “Siz gelin oturun onlar kaçamaz” demiş.

Sabah olunca köylüler, köyün dışında iki kişi görürler. Yanlarına yaklaşınca, delikanlıyla kızı taşlaşmış olarak görmüşler. O günden sonra bu köyün adı “Kız Musa” olarak kalmış.Hala köyün girişinde bu taşlaşmış iki insan şeklini görmek mümkündür.”

-o-o-o-o-o-o-o-o-o-

Efsaneler her ne kadar sözlü kültür ortamında yaratılmış da olsa; kulaktan kulağa ve kuşaktan kuşağa aktarıldığından gerçek olma payı tartışılır ama biz yukarıda paylaşmış olduğum bu kısacık efsaneden yola çıkarak kendi payımıza düşen ve almamız gereken bir takım nasihatlar olduğunu düşünürsek belki de neyi yapmamız ve neyi yapmamız gerektiği konusunda da bir fikir sahibi olacağızdır. Bu efsane ile

1-Köyün adını ve köye yakın olan iki insan şeklindeki kayanın oluşum şeklini,
2-Baba sözünü dinlemenin önemli olduğunun vurgulanması, bir takım toplumsal geleneklerin çiğnenmemesi gerekliliği ve bunun olması halinde Yaradan'ın vereceği cezanın sonucuna katlanmak gerektiği sonucuna varmaktayız...

Hepimizin kıssadan hisse kapmış olması dileğiyle...


Mehpare ÖĞÜT
"Korkunç bir düşmanım var, dedi bana. Bak, nerede olsa benim kadar kuvvetli, benim kadar dikkatli, benim kadar canlı, kendini gösteriyor. Durmadan beni gözetliyor; şöyle bir toparlanayım desem hemen karşıma dikiliyor. Gözüme uyku girmez oldu; ama onunda uyudugu yok. Benim kadar sakin,benim kadar azimli.Hücum etmesini bekliyorum ama benimde artık tehammülüm kalmadı: ona bu üstünlügü bırakmayacagım; kolumu kaldırıyorum;bak tam zamanıymış, o da kolunu kaldırdı.öyle zannediyorum ki, ben ne düşünsem, o da aynı zamanda aynı şeyi düşünüyor. Benden korkuyor, bunu açıkça görüyorum; korkunun ne oldugunu bildigim için de, benden nefret ettigini anlıyorum. Kendimi müdafa etmek için tasarladıgım herşeyi o da tasarlıyor; yayılmak ,açılmak istedim mi, bu da kendimi korumam için bir çaredir. O da aynı şeyi yapmak istiyor. Bir benzerim oldugunu biliyordum zaten; ama kavgalı oldugumuzdan beri bunu daha iyi hissediyorum. İnsanoglu benzerlerini sevebilir mi? Ondan korkmak, çekinmek daha akıllı uslu bir hareket olmaz mı? Beni çeken herşey onuda çekmez mi? Vaktiyle bana aynı şeyleri düşünenler arasında anlaşma oldugunu söylemişlerdi. Ama düşüncelerimiz eger isteklerimizse, daha dogrusu ihtiyaçlarımızsa,aynı şeyleri düşündügümüz takdirde ortaya bir kavga mevzuu çıkmaz mı? Ey düşman kardeşim,bana acı hakikatler ögrettin. Şu anda bile onları teyit ediyorsun. Takındıgın tavırdan, duruşundan, bıkkınlık gösteren hareketlerinden, evet, hem bıkkınlık gösteren hem tehdit eden hareketlerinden,bunu böyle oldugunu anlıyorum. Elvada kardeşlik." İnsanoglu yine insanoglunu gösterek bana bunları söyledi." Ama, dedim ona, bu senin gölgen."
 Mayıs 1927

Emile-Auguste Chartier Alain






Yönetmen: Burak Cem Arlıel
Oyuncular: Murat Yıldırım, Selma Ergeç, Baki Davrak
Yapım: Türkiye
Vizyon Tarihi: 12 Aralık 2014

Film ile ilgili düşüncelerimi yazmadan önce, filmi anlamamız açısından olayın geçtiği tarihsel geçişe değinmekte fayda görüyorum.

28 Mayıs 1944'te 450 bine yakın Tatar bir gece yarısı trenlere bindirilerek Kırım'dan Orta Asya'nın çeşitli bölgelerine gönderilmiştir. Bu sürülmenin Kırımlıların Almanlarla bir işbirliği içinde olduğu ve Stalin tarafından jenoside (soykırım) benzer şekilde sürülmesinin sanki bir haklılığı varmış gibi gösterilmiştir. Tarihsel zincire baktığımızda da Almanların petrol yataklarına gidebilmek için tarihsel ticaret yollarından birinin Kırım'dan geçmesi sebebiyle, kendi egemenliklerine kavuşturmak sözünü verdikleri Kırımlıları, Ruslara karşı kullanmak maksadıyla kendi taraflarına çekmelerini sağlamak amacıyladır.
Madalyonun diğer tarafında ise Rusların Stalin döneminde Kırım sürgünü ile başardığı bu bölgeyi Türksüzleştirme projesinin daha önceleri de Katerina döneminde de söz konusu olmasıdır.
Sonuç itibariyle de amaç her iki emperyalist grubun bu bölgedeki Tatar varlığını süpürüp atmak planında ortak olmalarıdır.

Bu küçük ayrıntı sonrasında filmin konusuna gelirsek; Rus devrimi sonrasında evlerinden, yurtlarından sürgün edilen insanların, yeniden kendi özgürlüklerine kavuşmak adına verdiği mücadeleyi anlatan dramatik ve tarihsel konusu olması açısından da izlenesi bir film.
Aslında tarihsel konusu olan filmleri seyretmeyi sevarim. Çünkü tarihsel bir geçmişi olan ve bir şeyleri öğretmesi açısından o dönemde yaşayan insanların duygularını kısmen de olsa içinizde hissedebilmek, o dönemde yaşayan insanları anlamak açısından çok önemli. Film gerçekten konusu ve oyuncuları itibariyle güzel. Fakat her nedense ben o duyguları içimde bir türlü hissedemedim. Bilmem neden ! O yüzden filmin konusu ile ilgili bir şeyler yazmıyorum ki gidip kendiniz izleyin ve değerlendirin diye. Ama Türk filmi olması açısından da onca saçma sapan, konusu bile olmayan hayal ürünü filmi izlemektense bunu izlemeyi yeğlerim. Elbette ki karar sizin... Gidin izleyin ve güzel olup olmadığına sizler karar verin..


Şimdiden iyi seyirler dileğiyle,,,

Mehpare ÖĞÜT



“Gençlik bir hayat devresi değil, bir akıl halidir.
Yıllar cildi buruşturabilir, ancak heyecanların bitişiyle ruh buruşur.
...
İnsan kendine olan güveni kadar genç,
Kuşkusu kadar yaşlı,
Cesareti kadar genç,
Korkuları kadar yaşlı,
Umudu kadar genç,
Bezginliği kadar yaşlıdır.

Hiç kimse fazla yaşamış olmakla yaşlanmaz.
İnsanları yaşlandıran, ideallerinin bitmesidir.

Kalbi sevdikçe, neşe duydukça, güzellikleri fark ettikçe, beyni yeni şeyler keşfettikçe, herkes gençtir.

İnsanlar yaşadıkça yaşlandıklarını sanırlar,
Halbuki yaşamadıkça yaşlanırlar.

İnsan,
yaşlı olmaya karar verdiği gün yaşlanır.”....

Alıntı  




Bolu beyi, at meraklısı bir beydir. Atçılıkta usta olan seyisi Yusuf'u, güzel ve cins 'at aramak üzere başka yerlere gönderir. Yusuf günlerce gezdikten sonra, obanın birinde istediği gibi bir tay bulur. Bu tayı doğuran kısrak, Fırat kıyısında otlarken, ırmaktan çıkan bir aygır kısrağa aşmış, tay ondan olmuştur. Irmak ve göllerin dibinde yaşayan aygırlardan olan taylar çok makbuldür, iyi cins at olur.

Yusuf, tayı sahiplerinden satın alır. Yavrunun şimdilik gösterişi yoktur. Hatta, çirkindir bile. Ama ileride mükemmel bir küheylan olacaktır. Yusuf bunu biliyor. Sevinerek geri döner. Bey, bu çirkin ve sevimsiz tayı görünce çok kızar, kendisiyle alay edildiğini sanır. Yusuf'un gözlerine mil çektirir. Tayı da ona verir, yanından kovar. Kör Yusuf köyüne döner. Olanı biteni oğluna anlatır. Bolu Beyi'nden öc alacağını söyler.

Baba Qğul, başlarlar tayı terbiye etmeye. Yıllar geçer. Tay artık mükemmel bir küheylan olmuştur. Rüzgar gibi koşmakta, ceylan gibi sıçramakta, türlü savaş oyunu bilmektedir. Bu arada Kör Yusuf'un oğlu Ruşen Ali de büyümüş, güçlü kuvvetli bir delikanlı olmuştur .O da her türlü şövalyelik oyunlarım öğrenmiş pir babayiğittir.

Bir gece Yusuf, düşünde Hızır'ı götür. Hızır ona yapacağı işi söyler. Hızır'ın önerisiyle baba oğul yola çıkarlar. Bingöl dağlarından gelecek üç sihirli köpüğü Aras ırmağında beklerler. Bu üç sihirli köpükle Yusuf' un hem gözleri açılacak, hem intikam almak için gereken kuvvet ve gençliği elde edecektir.

Bunu bilen oğlu Ruşen Ali, köpükler gelince, babasına haber vermeden, kendisi içer. Yusuf, durumu öğrenince üzülür, ama bir yandan, da sevinir. Kendi yerine oğlu, öcünü alacak bir bahadır olacaktır. Bu sihirli köpüklerden biri körün oğluna sonsuz yaşama gücü, biri yiğitlik, öteki de şairlik bağışlamıştır. Bir süre sonra Yusuf, oğluna öç almasını vasiyet ederek ölür.

Körün oğlu Ruşen Ali d:ağa çıkar .Gelen geçeni soyar. Ünü yayılmaya başlar .Kendisi gibi kanun kaçakları yanında toplanmaya başlarlar. Artık adı Köroğlu olmuştur. Bolu şehrinin karşısında, Çamlıbel'de, bir kale yaptırır. Küçük bir ordusu vardır. Çamlıbel'de geçen kervanlardan bac alır. Vermeyen kervanları soyar. Üzerine gönderilen orduları bozguna uğratır.

Bir gün, güzelliğini duyduğu Üsküdar Kasapbaşı'sının oğlu Ayvaz'ı kaçırır, Çamlıbel'e getirir, evlat edinir. Başka bir gün, Bolu Beyi'nin bacısı Döne Hanım'ı kaçır'ır, evlenirler. Aradan yıllar geçer, Bolu'yu basar, yakar, yıkar. Bolu Beyi'nden babasının öcünü alır. Bolu Beyi de Köroğlu'na karşı düzenler kurar. Bir defasında Köroğlu'nu, başka bir seferde de Ayvaz'ı yakalatır. Zindana atar. Ama, Köroğlu ve adamları her zaman hile ve cenkle kurtulurlar.

Köroğlu, ara sıra Gürcistan, Çin gibi uzak ülkelere de seferler açar. Yeni yeni serüvenlere atılır, büyük vurgunlar yapar. Bu arada küçük, fakat heyecanı birçok olay da geçer. Sonunda delikli demir (tüfek) ortaya çıkınca eski bahadırlık geleneği bozulur, dünyanın tadı kalmaz. Ve bir gün Köroğlu, beylerine dağılmalarını söyleyerek Kırklara karışır, kaybolur. Daha önceden Kır-At da sır olmuştur. O Kır-At ki, nice yıllar, olağanüstü bir güçle Köroğlu'na hizmet etmiştir.

Başka bir söylentiye göre, bir Yahudi bezirganın getirdiği tüfekle oynayan beyler, birbirlerini öldürürler. Köroğlu, buna üzülerek kayıplara karışır. Yine bir başka sôylentiye göre de, Köroğlu dağda rastladığı çobanda tüfeği görür. Sorar, ne olduğunu. Aldığı karşılığa inanmaz. Denemek için kendine çevirir, tetiğe dokunur. Ve yaralanarak ölür. Sonra beyleri de dağılırlar.

Yaşlı bir çınar gibi devrilen Köroğlu'nun hikayesi sona erer.

Cahit Öztelli
Üç Kahraman Şair Köroğlu Dadaloğlu Kuloğlu 
Milliyet yayınları-1974

  


Camlı yerlerde oturmalı insan yağmurlar başladığında. Hafif hafif bakmalı kendine. Eski dükkanların radyoları gibi bir ton tutturmalı iç sesinde. Herkesin yazın gidip gürültülediği yerlere gitmeli; Adalara Modalara şimdi bir bakmalı. Yalnız parklardaki ıslak oyun bahçelerinde kırmızı daha parlak olur yağmurdan sonra, oralarda bir sigara yakmalı. Mümkünse tabii, bu kış artık sigarayı bırakmalı. Yüksek yerlere çıkıp şehrin yağmura açtığı yerlerini izlemeli. "Deniz gibidir gökyüzü" der şarkı, esasında gökyüzü gibidir deniz; grileşen denizin kenarından geçmeli. Martılar neden uçmakta inat eder yağmurda? Bunu bir yerden sormalı.
Kış geldi, bu kışı boş bırakmamalı...!
Ece Temelkuran

Hayat,
İlkbaharda dağlardaki karların erimesi kadar çabuk sona erer.
Anlamadan bitiverir.
Yaşadığımız her saniye bize bahsedilmiş birer mucize olsa gerek.
O kadar ki, geri alınması ve tekrar yaşanması olanaksız...
Bunu bil ve her sıkıntılı anında bunu anımsa.
Acıları ve üzüntüleri, hayatının büyük bölümüne yayarak kendini yıpratma.
Dolu dolu, heyecanla, severek, sevilerek yasa....
Sevmekten ve çok sevilmekten korkma.
Sevmek, en yüce değer; ölesiye, uçsuz bucaksız sevmek.
Sevilmekte bir o kadar...
Bir gün arkana baktığında, ki o gün mutlaka gelecek tüm benliğini pişmanlık kaplamasın.
Yapamadıklarının pişmanlığıyla değil, yapabildiklerinin hazzıyla yaşlan...

Susanna TAMARO  


Evvel zaman içinde, hayatın anlamı üzerine düşünen zengin bir tüccar yaşarmış. Bir gün Mısır’da yaşayan bir bilgenin ününü duymuş. Söylenenlere göre bu bilgin kendisine sorulan bütün soruları cevaplayabiliyormuş. Hemen oğlunu yanına çağırıp ondan bu adamın yanına gitmesini ve bilgeye “mutluluğun sırrı nedir?” sorusunu sormasını istemiş.

Delikanlı yorucu bir yolculuğun ardından sözü edilen bilgenin sarayına varmış. Bilge genişçe bir salonda insanların sorularını cevaplıyormuş. Sıra kendisine geldiğinde delikanlı da sorusunu sormuş.” Efendim ben size mutluluğun sırrını sormaya geldim, herkes hayatı boyunca mutluluğun peşinden koşuyor fakat çok az insan mutluluğu yakalayabiliyor. Lütfen beni aydınlatın.” Demiş. Bilge sakin bir tavırla konuşmaya başlamış,” Evlat, şimdi sorularına cevap aryan o kadar çok insan var ki… istersen iki saat sonra gel. Hem herkes dağılmış olur hem de senin soruna daha ayrıntılı bir cevap verebilirim. Şimdi sana bir kaşık verip kaşığın içine de iki damla zeytin yağı damlatacağım. Sen elinde kaşıkla beraber sarayımı gez, bahçelerimi dolaş; ama dikkat et kaşıktaki yağı sakın dökme.”

Delikanlı bilgenin dediği gibi yapmış. Elinde kaşıkla beraber sarayın bölümlerini ve dışarıdaki o eşsiz bahçeyi dolaşmış. İki saat sonra geri döndüğünde bilgeyi yalnız bulmuş. Sabırsızlanarak sorusunu tekrarlamış delikanlı . Bilge yine o sakin tavrıyla konuşmaya başlamış,” nasıl , sarayımı beğendin mi, odalardaki el işi İran halıları nasıldı, ya bahçedeki nadide güller, peki mutfağımda ki enfes yemeklere ne diyeceksin?” Delikanlı afallamış, çünkü kaşıktaki yağı dökmemek için o kadar dikkatli yürümüş ki etrafındaki hiçbir şeye dikkat etmemiş. Bilge bu defa daha ağır bir tavırla,” şimdi tekrar elindeki kaşıkla beraber git; ama bu defa gezerken halılara ,yemeklere, güllere, süs eşyalarına… dikkat et” demiş. Delikanlı tekrar gitmiş,bu defa etrafına dikkat ederek gezmiş. Bilgenin yanına döndüğünde, gördüğü her şeyi tüm ayrıntısıyla anlatmış. Bilgenin güldüğünü fark eden delikanlı elinde tuttuğu kaşığa bakınca, yağı döktüğünü fark etmiş. Bilge gülümseyerek “ işte evlat” demiş,

"Mutluluk etrafı seyrederken kaşıktaki yağı dökmemektir!”




Dere tepe, dağ ova dolaşmasını seven tek gözlü bir adam varmış, yürür yürür gidermiş, gider gider yürürmüş...
Bir gün uzaklarda renkleri karmakarışık bir köy görmüş yaklaşmış köye doğru, yolları bir tuhaf, evleri bir tuhaf, insanları bir tuhafmış köyün...

Girince köyün içine anlamış meseleyi, körler köyüymüş burası, kadınların, erkeklerin, çocukların, velhasıl herkesin sımsıkı kapalıymış gözleri...
Gezginci adam karar vermiş burada yaşamaya: Hiç değilse benim bir gözüm var, diyormuş, körler ülkesinde şaşılar kral olur, derler, bende bunların başına geçer yaşarım

Körlerin gözleri yokmuş ama elleri, kulakları, burunları çok hassasmış, kendilerine göre bir düzenleri varmış. Adam şaşkın hallerine bakıyormuş onların, yürümeleri, konuşmaları doğrusu başka türlüymüş...

Bir gün körlerden biri öteki körün malını aşırmış, sadece tek gözlü adam görmüş bunu, bağırarak ilan etmiş:
—Filanca, malını çaldı falancanın.

Körler:
—Nereden biliyorsun o kadar uzaktan duyulmaz ki, demişler.
— Ben duymadım, gördüm, gözüm var benim görüyorum.
Körler göz diye, görmek diye bir şey bilmiyorlarmış, uzun yıllar içinde çoktan unutmuşlar bu hissi.
— Ne demek görmek, demişler, nasıl görüyorsun yani, duyulmayacak mesafeden anlıyor musun ne olup bittiğini?
— Anlıyorum tabii...
— İnanmayız, imtihan edeceğiz seni...

... Adamı almışlar uzakça bir yere dikmişler, tecrübeleriyle biliyorlarmış o uzaklıktan hiçbir şeyin işitilmeyeceğini.
— Anlat bakalım, şimdi biz ne yapıyoruz, demişler.
Adam anlatmış...
— Oturuyorsunuz, konuşuyorsunuz, şu ayağa kalktı, bu elini oynattı, beriki bacağını sallıyor, derken körler bir evin içine girmişler, bağırmışlar:
— Anlatsana...
— İçeri girdiniz, göremiyorum ki...
Körler bilmedikleri için içeri girmenin ne demek olduğunu:
— Ne olmuş yani içeri girmişsek, elli santim fark etti, anlat anlat, demişler...
— Arada duvar var görmüyorum.
Körler:
— Sen atıyorsun, demişler, demincek tesadüf etti,
Bak, şimdi bilemiyorsun.
— Çıkın dışarı söyleyeyim.
— Bu kadar uzaktan duyunca ha içerisi, ha dışarısı, ne çıkar yani...
— Ben duymuyorum, ben görüyorum, diyormuş adam
— Öyle şey olmaz, demişler, sende bir bozukluk var, saçmalıyorsun, acayip şeyler söylüyorsun, hekime muayene ettireceğiz seni...
... Adamı yaka paça alıp köyün hekimine götürmüşler, hekimde kör tabii...
Elleriyle yoklamaya başlamış adamı, yoklamış yoklamış ve parmaklarını adamın yüzünde gezdirirken:
— Buldum, demiş. Bozukluk burada....
Adamın açık olan gözünü kastediyormuş hekim ve:
—Saçmalaması bundan dolayı, diyormuş, ben şimdi hallederim, düzeltirim onu...

Körler ülkesinde kral olmaya kalkan gezginci zor bela kurtarmış kendini oradan. Körler görenleri anlayamazlar, saçmalıyor sanırlar ve onu da kendilerine benzetmek için gözlerini çıkarmaya uğraşırlar.
H. G. WELLS

  
Aldanma cahilin kuru lafına
Kültürsüz insanın külü yalandır
Hükmetse dünyanın her tarafına
Arzusu hedefi yolu yalandır

Kar suyundan süzen çeşme göl olmaz
Gül dikende biter diken gül olmaz
Diz diz eden her sineğin bal'olmaz
Peteksiz arının balı yalandır

İnsan bir deryadır ilimle mahir
İlimsiz insanın şöhreti zahir
Cahilden iyilik beklenmez ahir
İşleği ameli hâli yalandır

Cahil okur amma alim olamaz
Kâmillik ilmini herkes bilemez
Veysel bu sözlerin halka yaramaz
Sonra sana derler deli yalandır

Aşık Veysel ŞATIROĞLU



Elif" olmak zordur cünkü "elif" olmak yuvarlak bir dünyada dik durmanın dik ve önde belki acıyla ama vazgeçmeden durmanın
dünya ne kadar dönerse dönsün, olduğu yerde kalmanın adıdır “elif” olmak
Zordur “elif” olmak “elif” olmak hep vurulmaktır “elif” olmak yalnızca “elif” olmaktır. ”elif” demeden hiçbir şey denilemez
ben “elif” dedim artık her şeyi söyleyebilirim"
Dostum, “elif” olmayı dilemişim sanırım bir vakt-i seherde, bir cesaretle zorlluğunu bilmemişim o zamanlarda; dilemişim..yar’ın huzurunda bir “elif” misali durabilmeyi dilemişim; oysa şimdilerde dizlerimin bağı çözülür; diz çökerim..be’ye meylederim; “başlasın bu cümle artık!” derken yine “elif” misali kalıveririm bir bir’in huzurunda..yine zorlukla, yalnızca, yalınca.
“elif” olmak zor imiş! ama her elif’in yanında akvâ olan’ın yardımı, yar’lığı var imiş!!

Dostum, bilir misin “elif “ olmaya talip olmak nedir, bilir misin insan nasıl “elif” olur? dilersin o’ndan sadece o’nun yar-lığını, dilenirsin…o’nun kucağından başka mekanlar sana soğuk gelir, üşürsün bir ağustos sıcağında..yürüdüğün yollar sana yabancı gelir; bildik mekanlar sıkar seni..tanımadığın sîmalar sana âşina gelir, tanımadığın kişiler senin niyazına girer; tanıdıkların ise yabancı nazarlarla bakarlar sana. hikmetine eremediğin hallerle örülür hayatın; susmayı seversin; sükûtu seversin; sükûtu hal edinenleri seversin…
Dostum, bilir misin, “elif” bağlanmaz kendisinden sonraki harfe…sadece kendinden önceki harfe bağlanır; en önceki’ne belki de..sen, dünyana sonradan girenlere sıkıca bağlandığın vakit “elif” olmaz adın..sanırsın ki o zaman üzerindeki zorluklar kalkacak; ama herkes yüklenir üzerine..yardımsız yar’lar doluşur dünyana..”yardımıyla gelen yar” gitti diye…
Aklımın al/a/madığı hallerin eteğinde gezinir dururum; belki aklım acziyetiyle susabilmeyi öğrenir diye..başımı tâ yüreğime kadar eğer, dinlerim o kısık fısıltıyı şimdilerde…


Dostum, şimdilerde “elif” der susarım; elimi bileğime koyar dinlerim nabzımı..atışları, dünyadaki hiç kimsenin isminde artmaz…yüreğim dünyadaki kimsenin isminde titremez; bu belki de lütuftur, yar’dandır …bu, belki de “elif “olmanın gereğidir.
ALLAHu a’lem…
“elif” olmayı dileten de “var”imiş dostum;
“yar” olmayı dileyen imiş…

Her elif'in yolunu açacak bir "be" yaratan bir yâr var ki..
Kelâmını başlatır bir elif ile. Cümle içinde elif'in varlığını hissettirir sabretmeyi bilene. Elif'i cümleye sevdirir, cümleye elif'i faydalı kılar..
Kelâm'ını kalbe vahiy kılan bir Yâr vardır ki; Elif'liliğin idrâkinde olmayan her yürek için büyük sıkıntılar verir. Bu, o Yâr'in merhametindendir, fazlındandır..


Yâr'sızlığı seçtiğin gün. "Be" nin yakınlığına el çevirdiğin gündür. Aşk'ı anlatan bir cümle başlamaz artık. Yusuf'un kıssası başlamaz artık. Karanlık bitmez, kuyudan çıkmaz bir sultan;
Züleyhâ'nın yüreği aklanmaz aşk'la..

Yâr'sızlığı seçtiğin gün. Onarılmaz yaralar açılır yüreğine. Varlığından bîhaber olduğun belde-i ahsen'e. Artık sen hüzün mevsimini yaşarsın her dem..
İnşirâhı dileyen dilin yorulur. Aşk'ı dileyen yüreğin yorulur. İnşirâhı dilersin her dem. Zikri özleyen gecelerin şikayetini duyar kulakların. Dilin damağını özler..
Dilin Yâr'in adını özler..

Yâr'sızlığı seçersen "be" nin yanında olduğunu hissedemezsin. Aşk'ı anlatırlar sana, vasfının "arayan" olduğunu anlayamazsın. Girdiğin her sokakta oyalanırsın..
Be'nin sokağına varmaz ayakların. Aşk'ın sokağına varmaz. Senin cümley(l)e aşk'ı anlatman lâzım. Be'yi bulman lâzım. Be'yle olman lâzım..

Aşk hatırına. Yâr'e yakın kıl yüreğini.
Yusuf DUMAN
 Ah Bine-l Aşk Kitabından Alıntıdır...



Unutturacaklarmış sözde SENİ... 
Yıkacaklarmış kurduğun CUMHURİYETİ...
Kusarak besledikleri KİNİ...
Karalamaya çalışacaklarmış SENİ...
Birilerini ürkütüyorsa hala adın...
Korktukları bir şey var belli ki...
Ve...
Değil her On Kasım'da anmak SENİ...
Mütemadiyen yüreklerdesin...
Her şey değişir elbet ama
Değişmeyen tek gerçek SENSİN..


1881  193oo

_Mehpare ÖĞÜT_
.............
Ve bir gün gelecek bir yokluğun içinde bulacaksın kendini.
Hürriyet yok…
Millet yok…
Bayrak yok…
Vatan yok…
Ezan yok…
Adın yok…
Kutsal olan hiçbir şeyin kalmayacak o zaman…
Ve anlayacaksın o gün,
Neden Atatürk’ü sevdiğimi…

_Alıntı_

Unutmadık ~ Unutmayacağız~ Unutturmayacağız