Bir şeyin olmasını çok istiyor ancak olmuyor mu, neden olmuyor diye soruyor musun kendine yoksa zaten olmayacağı bellimiydi diyorsun…. Yanlış yapıyorsun. Bu evrende olmayacak ne olabilir ki. Yer gök dua ile kurulmuşken. “Olmuyor”, “Belliydi olmayacağı” gibi söylemler yerine istediğin şeyi doğru olarak istiyor musun düşün bir kere. Belki de tüm sorun ve sorunun cevabı burada yatıyor. Olamaz mı olabilir… Şimdi gözlerini kapa ve sadece kalbinin atışlarını duy. Şu anda neyin olmasını istiyorsan çok samimi bir şekilde iste Rabbinden. İstemeyi bilmiyorsan o zaman sorun sendedir demek ki… Ve bir kere değil olana kadar iste.

Her sabah gözlerimizi açtığımızda yeni bir hayatın başlangıcı müjdeleniyor bizlere. Şükürler olsun bugüne de uyandık diyebilmek nasıl da güzel bir söylemdir. Bugünü de gördük. Göremeyebilirdik de. Bu, Yüce Rabbimizin takdiridir ki hayat ibremiz durmuş ise bunu değiştirmek elimizde değildir. Evet, yeni bir güne uyandık. Çok şükür Allah’ım. Bugün hava çok güzel, bugün her şey gözüme bir başka güzel görünüyor. Bugün çok güzel bir gün olacak ve ben çok iyi biriyim, harikayım, güzelim. Çünkü Yaradanın bahşettiği tüm iyilik ve güzellikleri kendimde taşıyorum. Kendime güveniyor ve kendimi seviyorum… İşte size enerjinizi yükseltecek ve sizi pozitif hale getirecek olumlamalar… Bunları yapmak zor mu sizce ? Hayır, elbette değil. Önemli olan sadece yapmak. Düşünün bir, sabah kalkıyorsunuz ve suratınız bir karış. Yanınızdaki eşiniz, partneriniz ya da aile üyelerinize o asık suratınızla günaydın demek mi sizi ve onları daha mutlu eder yoksa güler yüzle söylenen bir günaydın cümlesi mi. Ya size, nasıl söylenmesini isterdiniz. İnsan olarak üzerimizde büyük bir enerji taşıyoruz ve maalesef bu enerjimizi doğru kullanmıyoruz. Eğer enerjimizi doğru olarak kullanırsak inanın ki günümüz beklentimizin de üzerinde olacak ve bu enerjimizi hem evimizde, hem de çalışma ortamımızda ve gittiğimiz her yerde yayacağız tıpkı kullandığmız parfüm gibi. İş yerinizde, evinizde, arabanızda mutlaka meditasyon müziklerini dinlenmenizi tavsiye ediyorum. Bu sizi ruhsal olarak sakinleştirecek, ruhunuzu dinlendirecek ve kendinizi zinde hissetmenize yarayacaktır. 

Örnek olarak kendi dinlediğim
https://www.youtube.com/watch?v=GbD91FnNaqg müzikleri size tavsiye ediyorum…

Kendimce paylaştıklarımdan sonra olumlamanın tanımı nedir ? diye bir soru soracaksınızdır elbette.

Olumlama;
1 . Olumlamak eylemi.

2.MANTIK TERİMİ
terimleri arasında olumlu bağıntı, ilinti bulunan, olumlu bir önerme öne sürme, şeklinde tanımlanmaktadır.
"Bütün insanlar ölümlüdür dersek, insanla ölüm arasında bir bağıntı bulunduğunu öne süreriz ki bu olumlamadır"

Aslına bakarsanız olumlama yapmak demek pozitif düşünmek demektir. Bu yüzden ağzımızdan çıkacak her bir kelimenin ve düşüncenin önemi çok büyüktür. Öyle ki olumlama yapmanın ilk ve en büyük şartı pozitif düşünmek ve evrene mesajımızı doğru olarak iletmektir. Biraz önce yukarıda demiştim ki güne güzel başlamak, gülerek günü karşılamak ve kendimizi sevdiğimizi söylemek bizi iyi hissettirecek ve güne pozitif olarak başlamamıza neden olacaktır. Ve tabiî ki de dua etmek. Duanın gücü bütün evrenin kapılarını size açacaktır. Çünkü dua ve olumlama aslında aynı şeylerdir. Yaptığınız her olumlama Yaradana ulaşan dualarınızın bir karşılığıdır. Dua edin. Her nerede olursanız olun duanızı ne kendinizden, ne evinizden ne de çevrenizden esirgemeyin. Dua etmek bir terapidir, Yaradan ile sizin aranızda olan… Çünkü bize, düşündüğümüz ve istediğimiz her şeyi veren sadece ve sadece Yüce Allah’tır. Aklımızdan ve kalbimizden geçen ve dilediğimiz her şey düşüncelerimiz, yaydığımız o büyük enerji ile Allah’a anlık ulaşmakta ve O’da zamanı geldiğinde bize onu vermektedir. Yeter ki istemeyi bilin.
Ben size kendimden bir örnek vermek isterim bu konuda…
Ben, yedi yıl önce kaybettim babamı. Mide kanseri teşhisi konulmuştu ve o gün beynimden aşağı kaynar sular dökülmüştü. Hocalar en fazla altı ay yaşar demişti. O an hissettiğim duyguyu tarif etmem imkansız size. Altı ay yaşar, sonrası yok… Hiçbir şey düşünemez haldeydim. Anneme, kardeşime nasıl diyecektim bunu. Şu an vardı ama altı ay sonra yoktu. Bunu kabul etmek imkansızdı. O an için karmakarışık düşünceler içerisindeydim. Günlerimiz hastane ve ev arasında geçmeye başlamıştı. Birçok kişiden gün geçtikçe ağrılarının artacağını ve hatta dayanılmaz olacağını duymuştum. Ama hiç de öyle olmadı. Çünkü babam kendisi için hep “Allah şifalığımı verecek” diye söylemlerde bulunuyordu. Aslına bakarsanız babam kendince olumlamalar yapıyordu. Ve ben bir gün internet ortamında tesadüfen izlediğim bir video sonunda aslında bu hastalığın korkulacak bir hastalık olmadığını, sıradan basit bir grip virüsü olarak düşünmeye başladım. İzlediğim video “Top Secret” adlı bir belgeseldi. Bu belgeseli özellikle aramadım ama nasıl olmuştu da benim önüme gelmişti hala anlamış değilim. Bu belgeselde olumlu düşünmekten, olumlu düşünmenin bize geri döneceğinden ve mesajımızı evrene doğru iletmemizden bahsediyordu. Evet, bu çok güzel bir şeydi. Olumlu düşünmek… En kötü anımızda bile… Babamın hastalığı kötü bir hastalıktı ve ne yazık ki bu hastalığın evreleri olduğundan ilerlemeye başlamıştı. Benimse tek isteğim babamın hiçbir ağrı çekmemesi, canının yanmamasıydı. Bu belgeseli izledikten sonra içimde öylesine bir rahatlama oldu ki anlatamam sizlere. Gerçekten de bu adı kötü olan sıradan bir hastalıktı. Demek ki pozitif düşünmek babamı iyileştirmese bile en azından acı çekmesini önlemişti. Çünkü benim yaydığım enerji babama da yansıyor, onu rahatlatıyordu. Ve o hiçbir zaman iyileşme ümidini kaybetmemişti. Ve en fazla altı ay yaşar diyen hocalara inat on ay yaşadı. Ve ölümü de bir o kadar güzel oldu. Ölümden korkan biri olarak ilk defa babamda gördüm ölümün güzelliğini. Ruhunu teslim ederken nasıl da rahat bir şekilde bedeninden vaz geçtiğini. Rabbime şükürler olsun milyon kere. Ve her zaman şükretmeye devam edeceğim bana, aileme, sevdiklerime verdiği ve vermediği şeyler için de.. Veriyorsa da vermiyorsa da bir nedeni vardır. Yeter ki istemeyi bilelim insan olarak, kul olarak, dua edelim, olumlama yapalım ve enerjimizi yayalım çevremize.


Güne pozitif başlayın, olumlama yapın, dua edin, şükredin…. Her gününüze…


Sevgiyle
Mehpare ÖĞÜT ŞENGÜL 




İki oğlan çocuğu rıhtım duvarının üstüne oturmuş zar atıyorlardı. Adamın
biri, bir heykelin basamakları üstünde, kılıç sallayan kahramanın gölgesinde
gazete okuyordu. Kızın biri çeşme başında bakracına su dolduruyordu. Bir
meyve satıcısı malının yanı başına uzanmış gölü seyrediyordu. Bir meyhanenin
iç tarafında iki adamın şarap içtiği, açık kapı ve pencere deliklerinden
bakınca görülüyordu. Meyhaneci ön tarafta bir masada oturmuş kestiriyordu.
Bir kayık, suyun üstünde taşıyorlarmış gibi yavaşça, küçük limana giriyordu.
Mavi giysili bir adam karaya çıktı ve halatları halkalara geçirdi. Gümüş
düğmeli siyah elbise giymiş öteki iki adam da, kayıkçının arkasında bir
sedye taşıyordu; sedyede, iri çiçek örnekleriyle süslü, kenarları püsküllü
ipek bir örtünün altında bir insanın yattığı anlaşılıyordu.

Rıhtımda hiç kimse bu yeni gelen kişilerle ilgilenmedi; henüz halatlarla
uğraşan sandal kaptanını beklemek için sedyeyi yere koyduklarında bile hiç
kimse onlara yaklaşmadı, bir soru yöneltmedi, dikkatle bakmadı.

Kaptan, kucağında bir çocukla ve saçları dağınık halde sandalda beliren bir
kadın yüzünden biraz daha oyalandı. Sonra bu yana geldi, sol tarafta suyun
yakınında, yukarı dosdoğru yükselen sarımsı, iki katlı bir binayı gösterdi,
taşıyıcılar sedyeyi kaldırdılar ve alçak, ama ince sütunlardan oluşan bir
kapıdan içeri götürdüler. Küçük bir oğlan pencerenin birini açtı,
taşıyıcıların evde gözden kaybolduğunu görünce çabucak pencereyi gene
kapattı. Ardından kapı da kapandı; kapı siyah meşe ağacından özenle
yapılmıştı. O ana kadar çan kulesinin etrafında uçuşan bir güvercin sürüsü
evin önüne kondu. Güvercinler yemleri bu evde saklanıyormuş gibi, kapının
önüne toplandılar. Bir tanesi birinci kata kadar uçtu ve pencerenin camını
gagaladı. Bunlar açık renkli, bakımlı, canlı hayvanlardı. Sandaldaki kadın
engin bir hareketle güvercinlere yem attı, onlar da yem tanelerini
topladılar ve sonra kadına doğru uçtular.

Silindir şapkasında siyah matem bandı bulunan bir adam, limana giden dar ve
dik sokaklardan birinden indi. Dikkatle etrafına bakındı, buradaki her şey
canını sıktı, bir köşede bulunan çöplerin görünümü karşısında yüzünü
buruşturdu. Heykelin basamakları üstünde meyve kabukları vardı, geçerken
bastonu ile bunları aşağı doğru itti. Odanın kapısını vurdu, aynı zamanda da
silindir şapkayı siyah eldivenli sağ eline aldı. Kapı hemen açıldı, sayıları
elliyi bulan küçük oğlan uzun koridorda bir halka oluşturdular ve eğilerek
selamladılar.

Sandalın kaptanı evin merdiveninden aşağı indi, adamı selamladı, yukarı
çıkardı, birinci katta onunla birlikte ince yapılı, süslü localarla çevrili
avluyu dolaştı ve ikisi de, oğlanlar saygı işareti anlamına gelen bir
uzaklık bırakarak arkalarından gelirken, evin arka tarafındaki serin ve
büyük bir odaya girdiler; bunun karşısında başka ev yoktu, yalnız çıplak,
gri siyah bir kaya duvarı göze çarpıyordu. Sedyeciler, sedyenin baş tarafına
birkaç uzun mumu dikmek ve yakmak işiyle uğraşıyorlardı, ama bunun sonucu
aydınlık meydana gelmedi, yalnızca biçimsel olarak önceden var olan gölgeler
kıpırdadı ve duvarlarda oynaştı. Sedyenin üstünden örtüyü kaldırdılar,
içinde saçı sakalı yabansı biçimde birbirine karışmış, teni güneşte yanmış,
galiba avcıya benzeyen bir adam yatıyordu. Hareketsiz yatıyordu, görüldüğü
kadarı ile soluk almıyordu, gözleri kapalıydı, gene de onun bir ölü
olabileceğini yalnızca çevresi sezdiriyordu.

Adam sedyeye yaklaştı, elini orada yatanın alnına koydu, sonra diz çöküp dua
etti. Kayıkçı odayı terk etmeleri için taşıyıcılara işaret verdi, çıktılar,
dışarda toplanmış olan çocukları dağıttılar ve kapıyı kapadılar. Ancak bu
kadar sessizlik adama hâlâ daha yeterli görünmüyordu, kayıkçıya baktı,
kayıkçı anladı ve yan kapıdan bitişik odaya geçti. Sedyedeki adam derhal
gözlerini açtı, yüzünü adama çevirdi ve sordu:'' Sen kimsin?'' - Adam
şaşkınlık belirtisi göstermeden yukarı doğruldu ve yanıtladı:''Riva Belediye
Başkanı.''

Sedyedeki adam başını salladı, bitkin bir halde kolunu uzatarak, bir koltuğu
gösterdi ve Belediye isteğini yerine getirdikten sonra konuştu:''Biliyordum,
sayın Başkan, ama ilk anda hepsini unuttum, çevrede her şey benimle ilgili
ve hepsini biliyorsam da, sorsam daha iyi olacak. Belki siz de biliyorsunuz,
ben avcı Gracchus'um.''

''Kuşkusuz,'' dedi Belediye Başkanı. ''Bu gece sizi bana haber verdiler. Çoktan
uyumuştuk. Gece yarısına doğru karım seslendi:''Salvatora'', -bu benim adım-
''penceredeki güvercine bak!'' Gerçekten de bir güvercindi, ama horoz kadar
büyüktü. Kulağıma doğru uçtu ve şunu dedi: 'Ölü avcı Gracchus yarın geliyor,
kent adına onu karşıla.''

Avcı başını salladı ve dilinin ucunu dudaklarının arasına koydu: ''Evet,
güvercinler benim önümden gidiyor. Peki, sayın Başkan, Riva'da kalacağıma
inanıyor musunuz?''

''Bunu henüz söyleyemem'', diye yanıtladı Belediye Başkanı.''Siz ölü değil
misiniz?''

''Ölüyüm'', dedi avcı, ''görüyorsunuz. Yıllar önce, aradan çok yıllar geçmiş
olması gerekir, Kara Ormanda -bu yer Almanya'da-bir Alp keçisini kovalarken
kayalardan aşağı düştüm. Ondan bu yana ölüyüm.''

''Ama aynı zamanda da yaşıyorsunuz'', dedi Belediye Başkanı.

''Bir bakıma öyle'';, dedi avcı, ''bir bakıma da yaşıyorum. Beni taşıyan sandal
yolunu şaşırdı, dümencinin yanlış dönüşü, kaptanın bir anlık dikkatsizliği,
yurdumun güzelliği yüzünden dikkatin dağılması; hangisidir bilmiyorum,
yalnız şunu biliyorum ki, yeryüzünde kaldım ve ondan bu yana kayığım
dünyanın sularında dolaşıyor. Ben de, yalnız dağlarda yaşamak isteyen bir
kişi, ölümümden sonra dünyanın bütün ülkelerini geziyorum.

''Öte tarafta sizden hiçbir parça da yok mu?'' diye sordu Belediye Başkanı,
alnını buruşturmuştu.

''Ben'', diye yanıtladı avcı, ''sürekli olarak, yukarı doğru çıkan merdivenin
üstündeyim. Açıkta duran bu sonsuz uzunluktaki merdivende bir aşağı, bir
yukarı, bir sağa, bir sola dolaşıp duruyorum, sürekli hareket halindeyim. Bu
avcı bir kelebek oldu. Gülmeyin.''

''Gülmüyorum'', diye itiraz etti Başkan.

'';Çok anlayışlısınız'', dedi avcı. ''Hep hareket halindeyim. Ama çok
neşelenirsem ve yukardaki kapı karşımda parıldarsa, dünyadaki suların bir
yerinde tek başına duran eski kayığımda uyanıyorum. Vaktiyle ölüşümün temel
yanlışlığı, kamaramda beni çepçevre sarıyor. Kaptanın karısı Julia, kapıya
vuruyor, kıyılardan geçmekte olduğumuz ülkenin sabah içkisini sedyeme
getiriyor. Ağaç bir kerevet üstünde yatıyorum, üstümde -beni seyretmek hiç
de hoş bir şey değil- kirli bir ölü gömleği var, saç ve sakal, gri ve siyah,
ayrışmayacak gibi birbirine karışıyor, bacaklarım çiçeklerle süslü, uzun
püsküllü kocaman bir ipek kadın şah ile örtülü. Baş tarafımda bir kilise
mumu dikili, bana ışık veriyor. Karşımdaki duvarda küçük bir resim var,
herhalde ilkel bir Afrikalı, kargısıyla bana nişan alıyor ve çok güzel
boyanmış bir kalkanın ardında olabildiğince saklanıyor. Gemilerde bazı
ahmakça resimlere rastlanır ya, bu onların en ahmakçası. Bunun dışında ağaç
kafesimde bir şey yok. Yan duvarın bir deliğinden güney gecelerinin sıcak
havası geliyor, eski sandala suyun vuruşunu duyuyorum.

Canlı bir avcı olarak yaşadığım Kara Orman'da, Alp keçisini kovalarken
kayadan düştüğüm günden beri burada yatıyorum. Her şey bir sıraya göre
oluştu. Kovaladım, düştüm, uçurumda kan kaybettim, öldüm ve sandal beni öte
tarafa götürecekti. Bu kerevete ilk kez nasıl neşeyle uzandığımı
anımsıyorum. Dağlar hiçbir zaman benden, o zamanki bu yarı karanlık
duvarların duyduğu şarkıyı duymadı.

Severek yaşadım ve severek öldüm, kayığa binmeden önce silâh, çanta, her
zaman gururla taşıdığım av tüfeği gibi berbat şeyleri mutlulukla fırlatıp
attım ve genç bir kızın gelinlik giyişi gibi ölü gömleğini sırtıma geçirdim.
Buraya yattım ve bekledim. Felâket o zaman geldi.''

''Kötü bir yazgı'';, dedi Belediye Başkanı, elini havada kendinden uzağa doğru
itti''

''Peki, sizin bunda hiç suçunuz yok mu?''

''Hayır'', dedi avcı, ''avcıydım, avcı olmak suç mu? Vaktiyle henüz kurtlarla
dolu olan Kara Orman'da avcı olarak bulunuyordum. Pusuya yatıyor, ateş
ediyor, vuruyor, deriyi yüzüyordum, bu suç mu? İşim beğeniliyordu. 'Kara
Orman'ın büyük avcısı' diyorlardı bana. Bu suç mu?''

''Bu konuda yargıda bulunmaya yetkili değilim'', dedi Belediye Başkanı, ''ama
bence ortada bir suç konusu yok. Peki suçlu kim?''

''Kayıkçı'', dedi avcı.''Şuraya ne yazdığımı hiç kimse okumayacak, bana yardım
etmeye kimse gelmeyecek; bana yardım etmek bir görev olsaydı, bütün evlerin
bütün kapıları, bütün pencereleri kapalı kalırdı, hiç kimse yatağından
kıpırdamazdı, hiç kimse başını yorganın dışına çıkarmazdı, tüm dünya bir
gece barınağı olurdu. Bunun da bir anlamı var, çünkü hiç kimsenin benden
haberi yok ve eğer olsaydı bile, kaldığım yeri bilmeyecekti, kaldığım yeri
bilseydi, beni orda alıkoymasını bilmeyecekti, bana nasıl yardım edeceğini
bilmeyecekti. Bana yardım etme düşüncesi bir hastalıktır ve yalnız yatakta
iyileşebilir.

Bunu bildiğim için, üzerinde çok durduğum -örneğin tam şimdiki gibi kendimi
tutamadığım- anlarda bile yardım gelsin diye haykırmıyorum. Ama etrafıma
bakınınca ve nerede olduğumu, yüzyıllardır -bunu rahatlıkla ileri
sürebilirim- oturduğum yeri göz önüne alınca böyle düşünceleri kafamdan
atmak yeterli oluyor.''

''Olağanüstü'', dedi Belediye Başkanı''olağanüstü bir şey. -Peki Riva'da bizim
yanımızda kalmayı düşünüyor musunuz?''

''Düşünmüyorum'', dedi avcı gülümseyerek, alaycılığını hoş göstermek için
elini Başkanın dizinin üstüne koydu.

'' Ben buradayım, başka bildiğim yok, elimden başka bir şey gelmez. Sandalımın
dümeni yok, ölümün en aşağı bölgelerinde esen rüzgâr onu taşıyor.''


FRANZ KAFKA




MUAZZEZ İLMİYE ÇIĞ

İlk olarak Promete’nin insanlara yazıyı, matematiği, astronomiyi, tıbbı, hayvanları evcilleştirmeyi, gemi yapmayı, kâhinliği öğrettiği efsanesi nedeniyle, batı dünyasında, bütün kültürlerin Yunanlılardan kaynaklandığı inancı yüzyıllar boyu süregelmiştir. Diğer taraftan, Tevrat da bir kısmı tanrı tarafından yazdırılmış, bir kısmı İsrailliler tarafından yaratılmış ilk dinsel ve edebî kitap olarak kabul edilmişti.

Geçen yüzyıl içinde, Mezopotamya’da yapılan kazılardaki buluntular, çıkan binlerce yazılı belgenin çözülüp okunması ile her iki inanç da kökünden sarsıldı. Çünkü Promete’den an az 2000 yıl önce Sumerliler bunların hepsini bulmuşlar, yapmışlar ve kullanmışlardı. Diğer taraftan Tevrat’taki birçok konuların Sumerlilerden kaynaklandığı, metinler okundukça meydana çıkmış ve çıkmaktadır.

Bilindiği gibi Sumerlilerin en önemli bulgularından biri, dillerine göre bir yazı icat etmeleri, onu geliştirmeleri ve kil üzerine yazarak zamanımıza kadar ulaşmasını sağlamaları olmuştur. Bulunan belgeler arasında büyük değeri olanlar edebî yazıtlardır. Bunlar daha çok Sumerlilerin tanrıları ve dinleri ile ilgili konuları kapsamaktadır. Sumer yazarları ve ozanları tanrılarıyla ilgili çeşitli efsaneler yaratmışlar, şiirler yazmış, ilâhiler bestelemişlerdir. Bunlardan başka, destanlar, ata­sözleri, hikâyeler gibi konular da bulunuyor bunlar arasında.

Sumerlilerin dinleri ve edebî yapıtları gerek kendileri zamanında yaşayan, gerek daha sonra gelen Ortadoğu milletlerini etkisi altına alarak izleri, bir taraftan Yunanlılar yoluyla Batı dünyasına, diğer taraftan Tevrat ve Kur’an’a kadar ulaşmıştır.

Sumerlilerden Tevrat’a geçen konular üzerinde Batıda bazı yayınlar yapılmışsa da bu hususta ülkemizde bir yayın yoktu. Aynı konuların Kur’­an’da bulunup bulunmadığı, bulunuyorsa ne düzeyde olduğu soruları beni bir hayli meraklandırmıştı. Bu nedenle geçtiğimiz aylarda Sumer edebiyatından ve efsanelerinden Tevrat ve Kur’an’a geçen konuları karşılaştırmak suretiyle oldukça ayrıntılı bir yazı hazırladım. 1

Sumerlilerin dillerinin Türkçeye benzediği ve dağlık yerden göç ettikleri kamsı gittikçe yaygınlaşmaktadır. Bu nedenle Orta Asya Türk Kültürü ile onların kültürü arasında bir bağlantı bulabilir miyim, düşüncesi ile Prof. Bahaâttin Ögel’in Türk Mitolojisi 2 kitabını zaman zaman incelemekte idim. Hakikaten bazı parellellikler tesbit ettim. Bunları bir başlangıç olarak bu kongrede sunmaya karar verdim. Fakat araştırma­larım ilerledikçe konunun daha genişleyeceğini ve kongre süresini aşacağım anlayarak araştırmayı kısa kesmeye mecbur oldum.

Bahaattin Ögel, Türk mitolojisi temelinin uzay ve dünya ile ilgili inanış ve anlayış olduğunu yazmış. Sumer mitolojisinde de böyle. Sumerliler yaradılış ve evrenle ilgili düşüncelerini toplu bir halde yazmamışlar Ancak bunlar, destanların baş kısımlarında veya ortalarında kısım kısım anla­tılmış. Aynı geleneği Türk destanlarında da buluyoruz.

Sumer yaradılış efsanesine göre, önce her taraf derin ve geniş bir su ile kaplıydı. Bunun adı tanrıça Nammu. Bu tanrıça sudan bir dağ çıkarıyor. Oğlu hava tanrısı Enlil onu ikiye ayırıyor, üstü gök, altı yer olu­yor. Göğü, gök tanrısı An, yeri de yer tanrıçası Ninki ile hava tanrısı Enlil alıyor. 3 Buna göre önce evreni meydana getiren suda olan ana tanrıça ile hava tanrısıdır. Gök ve yer birer tanrı değil onların sahibidirler.

Türk efsanelerinde çok çeşitli yaradılış motifi var 4 Buna rağmen ana motif birbirlerine benziyor. İlk olarak evren büyük bir sudan oluşuyor. Tanrı Ülgen, bazısında insan olan kişi, bazısında şeytan olan Erlik ile bu suların üzerinde uçuyor. Birinde denizden bir taş çıkarak Ülgen’e konacak bir yer oluyor. Başka birinde Erlik, diğerinde kişi, bir diğerinde ise yaban ördeği suyun içinden toprağı çıkararak yeri meydana getiriyor.

Bir başkasında ise Su içindeki tanrıça Akana veya Ak-ene, Ülgen’e yeri ve göğü nasıl yaratacağını söylüyor (s. 332). Ülgen de yere ve göğe “ol” diyor, onlar da oluyorlar (s. 433).

Ülgenin yer ve göğe “olun” demesi ve evreni 6 günde yaratarak yedinci gün dinlenmesi Tevrat ve Kur’an’daki Allahın “ol” diyerek yeri göğü 6 günde yaratması ve yedinci günü dinlenmesi motifi ile paraleldir.

İnsanın yaradılışı: Sumer’de tanrılar çoğalmaya başlayınca kendi iş­lerini yapıp yetiştiremediklerinden yakınıyor ve bütün tanrıların yara­tıcısı tanrıça Nammu’ya gelerek işlerini yapacak kimseler yaratması için yalvarıyorlar. O da oğlu bilgelik tanrısı Enki’yi derin uykusundan uyan­dırarak tanrıların işlerini görecekleri yaratmasını söylüyor. Enki de annesine derin sudan çamur almasını, ona tanrıların görüntüsünde şekil vermesini, ona bu işte yer tanrıçası ile doğum tanrısının yardım edece­ğini söylüyor. Enki, ey anneciğim! yeni doğanın kaderini söyle, diyor, so­nunda o bir insan oluyor. 5

Türk efsanelerinde insanın yaradılışı: Bunların birinde tanrı Ülgen deniz yüzünde toprak parçası görüyor. Bu toprağa “insan olsun” diyor, o insan oluyor. Adı Erlik. Bu tanrı ile kendini bir tutmaya kalkınca, tan­rı etleri çamurdan, kemikleri kamıştan 7 insan daha yaratıyor Türk Mem­lük efsanesinde, bir mağaraya dolan çamurlardan, yağmur ve sıcak etkisiyle 9 ay sonra ilk erkek meydana geliyor. Buna “Ay Atam” demiş­ler, tekrar mağraya dolan çamurlarla 9 ay sonra da bir kadın dünyaya gelmiş. Buna da “Ayva akyüzlü” demişler. Başka bir efsanede tanrı in­san şeklinde 7 erkek ve 4 kadın yapmış. Diğer bir Altay efsanesine göre tanrı Ülgen insanın etlerini topraktan, kemiklerini taştan yapıyor. Kadını da erkeğin kaburgasından. Kadının, Tevrat’a göre Adem’in kabur­gasından yaratılması, Adem ile Havva’nın cennetten kovulması motifi hak­kında Ögel kitabının 475’inci sahifesinde bazı yorumlar yapmışsa da yine bu hikâyenin kaynağı Sumerlilere dayanmaktadır.

Sumer’de Dilmun adında saf temiz tanrıların yaşadığı bir ülke var. Hastalık, ölüm bilinmeyen yaşam ülkesi. Fakat orada su yok. Su tanrısı, güneş tanrısına, yerden su çıkararak orasını tatlı su ile doldurmasını söylüyor. Güneş tanrısı istenileni yapıyor. Böylece Dilmun meyva bahçele­ri, tarlaları ve çayırları ile tanrıların cennet bahçesi oluşuyor. Bu bahçede yer tanrıçası 8 şifa bitkisi yetiştiriyor. Bunlar meyvelenince bilgelik tan­rısı Enki hepsinden tadıyor. Yenmesi yasak olan bu meyveleri yiyen tan­rıya, tanrıça çok kızıyor ve onu ölümle lânetleyerek ortadan yok oluyor... Diğer tanrılar büyük güçlüklerle yer tanrıçasını bularak tanrıyı iyi et­mesi için yakarıyorlar. Tanrıça, tanrının 8 bitkiye karşı hasta olan 8 or­ganı için birer şifa tanrısı yaratıyor. Bunlardan 5 tanesi Tanrıça. Hasta olan organlardan biri kaburga. Onu iyi eden tanrıçanın adı, kaburganın hanımı anlamına gelen Nin.ti’dir. Bu kelimede Nin hanım, ti kaburga­dır. ti’nin diğer anlamı “yaşam” dır. Bu hikâye Tevrat’a geçerken ka­burgadan bir kadın yaratılmış ve ti kelimesinin ikinci anlamı alınarak “kaburganın hanımı” yerine İbranicede “hayat veren hanım” anlamı­na gelen “Havva” adı verilmiştir. 6

Özbeklere göre İnsanın ilk atası Kil Han imiş. Ögel, bunun İran’da­ki Kil Şah’ın bir devamı olduğunu söylüyor. Tevrat’taki “Adam”ın anla­mı da kırmızı toprak.

Görüldüğü gibi gerek tek tanrılı dinlerde, gerek Türk efsanelerinde, Sumer’de olduğu gibi, evren sudan, insan topraktan meydana gelmiştir.

 Türklerin Yeraltı Dünyası hakkındaki inanışları da Sumerlilerin ina­nışına benziyor Sumerlilere göre Yeraltı Dünyasında ölüler nehir yoluyla götürülüyor. Nehrin sonunda Yeraltı tanrıçası Ereşkigal’ın 7 kapıdan ge­çilen sarayı bulunuyor. Oraya gitmek isteyenler için bazı yasaklar var. 7 Aynı motif Türk efsanesinde de bulunuyor. 8 Ögel Kur’an’daki cennetin ırmağı olarak yorumlamak istemişse de bunun Sumer’deki Yeraltı nehri olduğu kuşkusuz. Aynı nehir Tevrat’ta, Şeol, Yunan’da Hades olarak bu­lunmaktadır.

Sumer metinlerinde gök gürültüsü bulutlarını simgeleyen İmdugud adlı kutsal bir kuş var. Bu kuş kaderleri veriyor, sözüne karşı gelinmi­yor ve yardımlar yapıyor. Onun kanatları açılınca bütün göğü kaplıyor. 9 Bu kuş Akadlılarda Anzu adını alarak birinci yüzyıla kadar çiviyazılı metinlerde varlığını korumuştur. Bazen kartal olarak da algılanan bu kuş ve yılanla ilgi bazı hikâyeler var Sumer metinlerinde. Bunlardan bi­rinde aşk tarnıçası İnanna tanrılar bahçesinde dalsız budaksız bir ağaç yetiştiriyor. Ağacın tepesine Imdugud kuşu, ortasında Lilit isimli bir cin ve köküne de bir yılan yuva yapmış. Bu yüzden tahtasından yapmak is­tediğini yaptırmak için ağacı kestiremiyor. Gılgameş imdadına yetişip on­ları kaçırıyor ve ağacı keserek tanrıçaya veriyor. 10

İkinci hikâye: Kral Etana’nın çocuğu olmuyor. Çocuk yaptıran bitki gökte imiş ama göğe çıkma imkânı yok. O, bir gün bir çukura düşmüş kartal yavrularını bir yılanın yemesinden kurtarıyor. Kuş buna çok se­viniyor. Buna karşılık olarak, kralın otu alabilmesi için kanatlarının üze­rine bindirerek göğe çıkarmaya başlıyor. Kuş her yükselişte aşağıda ne gördüğünü sorması üzerine kral evvelâ geniş bir alan olduğunu, gittikçe onun küçüldüğünü, en sonunda da birşey göremediğini, korktuğu için hemen indirmesini söylüyor. 11

Üçüncü hikâye: Kahraman Lugalbanda, Zabu ülkesinden kendi şeh­ri olan Uruk’a dönmesi için, İmdugud kuşunun dostluğunu kazanmak istiyor. Kuş yuvasında bulunmadığı zaman yavrularına yağ, bal, ekmek veriyor ve onlara bakıyor. Kuş yavrularına böyle güzel bakana candan dost olmaya, ona yardım etmeye karar veriyor ve Lugalbanda’nın şehri­ne rahatlıkla dönmesini sağlıyor. 12

Bu üç hikâyedeki kuş ve yılan motifi Asya efsanelerinde çeşitli şekil­de bulunuyor. Telüt Türkleri arasında Merküt soyundan bir boya göre sağ kanadını güneş, sol kanadını ay kaplayan kutsal bir gök kuşu var (B. Ögel, s. 599). Sibirya’da şehirlerin ve yurtların yanında bir sırık üzerin­de ağaçtan yapılmış bir kuş resmi bulunuyor. Kuşa gök kuşu, direğe de göğün direği deniyor. Orta Asya ve Sibirya efsanelerinde bu direk “Hayat ağacı” gibi anlatılmış. Hayat ağacı yerle göğü birleştiriyormuş (B. Ögel, s. 598). Bu kuş ve ağaç İnanna’nın bahçesine diktiği dalsız budak­sız ağaca benziyor. Sibirya ve Orta Asya şamanları kartalı tanrı elçisi olarak görmüşler, esasen Şamanlığın babası da kartal imiş. Altaylıların Kögütey destanında kahraman Karabatur, atlarım çalan Kaankerede adın­daki kuşu ararken onun iki yavrusunu ejderden kurtarıyor. Kuş da Ka­rabutur’a atlarını geri veriyor? Yolda düşmanları tarafından öldürülen kahramanı, kuş hayat suyu vererek canlandırıyor. 13

Kırgızların kahramanı Ertöştük, tepesi göklere uzamış bir çınar ağacı üzerinde Alp Karakuş’un yavrularım yemeğe gelen ejderi öldürüyor. Kuş da ona birçok iyilik yapıyor. 14

Başka bir efsanede Ertöştük’ü kuş yeraltından yeryüzüne çıkarıyor. Çıkarken yiyecekleri bitiyor. Adam etlerinden koparıp veriyor. Yeryü­züne çıktıklarında adamın etlerini iyi ediyor kuş. Bu iyileştirmenin, ku­şun hayat ağacı üzerinde olmasındandır, deniyor (B. Ögel, s. 541).

Bir Uygur efsanesinde, Bilge Buka’nın atalarından birinin dibinde yattığı ağaca bir kuş gelerek ötmeğe, daha sonra adamı tırmalamaya baş­lamış, o sırada ağaçtan zehirli bir yılan indiğini görerek adam kuşu bı­rakmış. Bu kuşa Uygurlar tanrı gözüyle bakıyorlarmış (B. Ögel, 86).

Ögel, bu kuş motifinin eski İran Zend Avesta’dan gelmiş olabileceği­ni söylüyor. Bunda Hazer denizi ortasında bir ağaç üzerinde bir kuş bu­lunduğu yazılı imiş. Tahmuruf ve zal’in tılsımları bu kuştan geliyormuş. İranlılar buna Sireng veya Simurg diyorlar. Araplar da adı Anka, Züm­rüdü Anka. 15 Bunun Araplardan İran’a geçtiği de söyleniyormuş. Buna karşılık Ögel’e göre Türklerdeki Hüma kuşu, peygamberin hadislerinde cennet kuşu olarak bildirilen kuşmuş. Bu cenette oturuyor, zaman za­man 7 kat göğe çıkıp tanrıya gidip geliyor, deniyormuş. İranlılar bunun Çin topraklarında yaşayan bir kuş olduğunu, savunuyorlarmış. Çin ede­biyatında “Cennet Kuşu” motifi büyük önem taşıyormuş. Bu kuş moti­finin, “gök gürültüsü kuşu” adı altında Alaska’dan Güney Amerika’ya kadar bulunduğunu müşahade ettim. Çeşitli adlar almış ve efsanelere karışmış bu tanrısal kuş hikâyesi İ.Ö. en az 3000 yıllarında Sumerliler­de başlamış olduğunu gördük. Hüma kuşunun da aynı kaynaktan geldi­ği kuşkusuzdur Çünkü Sumer’in taıırısal bahçesinde, cennet bahçesindeki dalsız budaksız bir ağaç üzerine tünemiş bu kuş 7 kat göğe çıkıyor.

Görüldüğü gibi, Sumerlilerin İmdugud kuşu, Akatlılarda Anzu, Arap­larda Anka, Zümrüdü Anka, İran’da Simurg, Hindlilerde Garuda, Türklerde Hüma adları altında çeşitli efsanelere konu olarak sürmüştür. Amerika yerlileri arasına kadar uzanan bu kuş motifi de Sumerlilere mi dayanıyor, yoksa hepsi birden daha önce var olan bir kültürden mi alın­mıştır, bunu şimdi söyleyemiyoruz.

Sumer’de kahramanlar tanrılarla bağlantılı, insanüstü güçlere sahip. İlk işleri ülkeye zararlı olan büyük güçteki hayvanı öldürmek. Aynı mo­tifi Türk kahramanlarında da buluyoruz.

Sumer’de 7 temel sayı olarak görülüyor. 7 dağ aşmak, 7 kapı geçmek, 7 kat gök, 7 tanrısal ışık, 7 ağaç gibi. Türklerde temel sayı 9 olmasına karşın 7 sayısı da bulunuyor. Ögel’e göre bu Mezopatomya’dan batı Türk­lerine geçmiş. Göktürk devrinde Kozmolojik bir anlam kazanmış. 7 ik­lim, 7 yıl, 7 gün, 7 gök kısrağı gibi (B. Ögel, s. 314).

Türklerde tanrı ülkeyi uygarlaştırıyor. Sumer inanışına göre de tan­rılar şehirleri, kurumları yapıp insanlara vermişlerdir.

Türk Kaganı, tanrı tarafından çeşitli güçler verilerek insanları ida­re etmek üzere tahta oturtulmuştur. Sumer’de tanrılar şehir beylerini kendileri geçerek ve güçler vererek kendileri yerine ülkeyi idare ettiri­yorlar

Türklerde dağlar tanrıya yakın sayıldığından kutsal olmuşlar. Kur­banlar verilmiş, dağlara. Sumer’de de dağlar tanrılarla insanlar arasın­da bağlantı kurdukları düşüncesiyle kutsal sayılmış. Onun için dağ olmayan Mezopotamya’da Sumerliler tanrı evlerini yapay tepeler üzeri­ne yapmışlardır.

Sumerliler kendilerine “Karabaşlı” derlerdi. Bu deyimin Türkler­de olup olmadığını merak ediyordum. Divan-ı Lûgat-it Türk, cilt III, s. 222’de, Türkler arasında erkek ve kadın kölelere “Karabaş” deyimi kul­lanıldığı yazılı. Manas destanında ise Manas ziyafete yalnız çağrıldığın­da “karabaşlı kişiyiz” demiş. Bu yalnız başımıza “yiğidiz” demekmiş (B. Ögel, s. 513). Alanguva hikâyesinde, Alanguva ışıktan olan çocukları için onların tanrı oğlu olduklarını, “karabaşlı” insanlarla karıştırılma­malarını söylüyor. 16

Sumer’de birbirine karşıt olan nesnelere kendi özelliklerini saydıra­rak atışmalar yaptırılmıştır. Kuş balık, bakır gümüş, kazma saban, yaz kış gibi. Bu Türklerde de varmış. Buna “aytışma” deniyor. Bunun örne­ğini Divan-ı Lûgat-it Türk yaz ile kışın atışması olarak buldum. 17 Konu değişik ama motif aynı. Türklerde de Sumer’de olduğu gibi yaz ve kış tanrıları bulunuyor.

Sumer bilgin ve yazarları vaktiyle yaratılmış ve düzenli olarak işle­yen kozmik varlıkları ve kültür olaylarını m e kelimesi altında toplamış­lardır. Bir tablet üzerinde 100’den fazla m e bulunmuşsa da bunların ancak 60 kadarı okunabilmiştir. Bu kelimenin anlamı bilinmiyor. Bir­birlerine karşıt kavram ve nesneleri içeriyor gibi görünüyor. Kavga ba­rış, doğru yanlış, beylik tanrılık, krallık çobanlık, yalancılık doğruluk, fahişelik gök cenneti fahişeliği gibi. 18 Bu tarz Türklerde de var: Tanrı şeytan, iyilik kötülük, bilgi cehalet, sadakat vefasızlık, yükseklik alçak­lık, ölür yaşam gibi. Buna dualizm deniyor. Ögel’e göre İran mitoloji­sinden girmiş Türklere. Eski Türk Maniheizminde bunlar iki yıldız, daha doğrusu iki kök sembolü ile ifade edilmiş. Hayat ve ölüm ağacı kökleri olabileceği söylenmiş (B. Ögel, s. 421).

Burada Sumer kültürü ile Türk kültürü arasındaki parelellikleri elim­den geldiğince özetlemeye çalıştım. Bunlara daha birçokları ekleneceğinden kuşkum yok. Rahmetli Prof. Bahaeddin Ögel’in belirttiği gibi, Türk efsane ve destanlarında komşularından, Mani dininden, budizmden, Lama dininden, İran’dan, Hrıstiyanlık ve Müslümanlıktan birçok etkiler bulunduğu anlaşılıyor. Sumer etkisi bunlar yoluyla mı gelmişti, yoksa vaktiyle aynı Topraklar üzerinde yaşamış olmalarından mı kaynak­lanıyordu?

Bunu bugün söyleyecek durumda değiliz. Yalnız şunu belirtmeden geçemeyeceğim; Sumerlilerin yaradılış efsanesinden biraz farklı olan Babil yaradılış efsanesinden Türklerde bir iz bulamamam oldukça ilginç.

Aziz Atatürk’ün büyük bir içtenlikle arzuladığı bu tür araştırmaları, daha derin ve kapsamlı olarak genç kuşakların yapacağı ümidiyle sözlerimi bitiriyorum. Teşekkürlerimle.

 DİPNOTLAR

 * Sümerolog, 2. Kısım L. 51/4, Ataköy-İstanbul

1 Muazzez İlmiye Çığ, Sumerlilerden Yahudilik, Hıristiyanlık, Müslümanlığa Ulaşan Etkiler ve Din Kitaplarına Giren Konular, yayınlanmak üzere.

2 Prof. Dr. Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi (Kaynakları ve Açıklamaları ile Destanlar), cilt I, Ankara 1989.

3 Samuel Noah Kramer, History Begins at Sumer, Tarih Sumer’de Başlar, çeviren: Muazzez İlmiye Çığ. Ankara 1990 s. 64-69.

4 Türk Mitolojisi kitabında yaradılış efsanelerine ait sahifeler: s. 279, 432, 446, 451, 465, 466, 469, 475, 483, 486.

5 Samuel Noah Kramer, The Sumerian, Their History, Cultur and Caracter Chicago 1963, p. 150-151.

6 S. N. Kramer, a.g.e ., s. 123-124.

7‘ S.N. Kramer, a.g.e ., s. 203.

8 B. Ögel, a.g.e ., s. 111-112.

9 Thorkild Jacobsen, The Treasures of Darkness, A History of Mesopotamian Religion, Ameri­ka 1978, p. 128.

10 S.N. Kramer, a.g.e ., s. 123-124.

11 Ay. es ., s. 43-44.

12 A .g.e ., s. 179-180.

13 Murat Uraz, Türk Mitolojisi, İstanbul 1992, s. 288-289.

14 Ay. es ., s. 288-289.

15 Bu kuşa ait ayrıntılı bilgi için bkz .: Jussi Aro, Anzu and Sumurgh, Kramer Anniversary, Vo­lume, Alter Orient und Altes Testament, Band 25 (1976), p. 25-28. Araplar bu kuşun Kaf dağında yaşadığına, tüyünü ele geçirenlerin ölümsüz olacağına inanıyorlar.

16 Murat Uraz, a.g.e ., s. 323.

“ Divanü Lûgat-it Türk, Tercümeei: Besim Atalay, cilt I, e. 248, 529, III, s. 178, 278, 367. ‘° S.N. Kramer, a.g.e ., s. 116.




e-kaynak: http://www.akmb.gov.tr/ata/metinler/sempozyum/3.turkkulturuCII-23.htm




Bir balığın çaresizliğini düşünürüm hep oltaya takılan
Kurtulma imkanı olmayan bir idam mahkumunun son isteği ile aynıdır tüm arzusu…
Oysa ki takılmamış olsaydı oltanın iğnesine
Daha görecek pek çok günler vardı önünde…
Ayrı düşmeyecekti en büyük sevdasından
Ve kurulan sofralara meze olup
Düşmeyecekti herkesin payına birer ikişer
Takılmamış olsaydı oltanın iğnesine
Balık olarak yaşayacaktı yine mideye inmeden…



Mehpare ÖĞÜT ŞENGÜL 



CCLVIII*

Sana bir öğüt vereyim. Dinle, bahane bulup kulak asmazlık etme! Seni esirgeyen öğütçü ne derse kabul et!

Gençlerin yüzlerini seyret, zevk al. Çünkü yaşlı alemin hilesi, ömür pususuna yatmıştır; fırsat gözlemektedir.

İki cihanın zevk ve lezzeti aşıklara göre ancak bir arpa değerindedir. Hatta ki cihanın lezzeti daha değersiz bir meta… bu bir arpa ona nispetle pek yüksek bir fiyattır.

İyi bir dostla düzenli bir saz istiyorum… bu suretle zir e bem naleleriyle derdimi söyleyeceğim.

Şarap içmemek, günah etmemek niyetindeyim, ama eğer takdir tedbirime uygun düşerse!

Ezeldeki taksimi biz yokken yaptılar. Az bir miktar dileğine uygun düşmediyse ne yapalım, hoş gör, dahl etme!

Saki, misket şarabını lale gibi benim de kadehime dök de sevgin hatırımdan çıkmasın!

Saki, o  parlak şarap kadehini sun… hasetçiye de deki : Vezirin keremini gör de öl, geber!

Tövbe etmek azmiyle kadehi yüz kere elimden bıraktım! Fakat sakinin göz ucuyla bakışı beni tövbemde sebat etmeye bırakmıyor ki!

İki yıllık şarapla on dört yaşındaki sevgili… bana bunlar kafi! Ne yapacağım bunlardan başka büyükle, küçükle düşük kalkmayı!

Bizim ürküp kaçan gönlümüzü kim zapt edebilir ? Zincirden boşanmış Mecnun’dan haber verin!

Hafız, bu mecliste tövbeden dem vurma… sonra seni yay kaşlı sakiler oklarlar.
Nasihat kunemer bişnev-u behane megir

Her ançi naşıh-ı muşfik biguyedet bipezir
*


Farsça aslından çeviren Abdülbaki GÖLPINARLI







Peleus\'la Thetis\'in Olympos\'ta kutlanan bir düğününe Fesatlık Tanrıçası Eris davet edilmemiş... fesatlık bu ya boş durur mu, düğüne davetsiz gelip masanın ortasına altın bir elma atıvermiş, elmanın üzerinde \"en güzele\" yazıyormuş. Bütün kadınlar elma benim, bana yakışır diyerek elmayı sahiplenmeye kalkmışlar, bunun üzerine en güzeli Tanrılar Tanrısı Zeus seçsin denmiş, ama Zeus elmayı karısı Tanrıça Hera\'ya verse diğer Tanrıçalar kıyameti koparacaklar, başka Tanrıçalara verse bu sefer de karısı ortalığı kaldıracak, Zeus bu işi başından savmak için Kaz Dağlarının yakışıklı çobanı Paris\'i elmayı en güzele vermesi için görevlendirmiş. Bu karmaşadan sonra ortada en güzelim diye üç Tanrıça kalmış. Zeus\'un karısı Hera, Akıl Tanrıçası Atena, Güzellik ve Sevgi Tanrıçası Venüs. Bu üç Tanrıça, yakışıklı çobanın karşısına çıkmışlar. Çobanın elinde \"en güzele\" diye yazan altın elma, karşısında yürekleri heyecandan çarpan üç Tanrıça...

Tanrıçalar başlamışlar akıllarına gelen vaatlerle çobanı etki altına almaya. Atena; ün, şan vaat etmiş, Hera; zenginlik ve kuvvet. Venüs ise, dünyanın en güzel kızını vaat etmiş. Atena ve Hera en güzel elbiselerini giyip, en süslü mücevherlerini takmışlar, oysa güzellik örtü istemez, güzellik onun örtüsü diyen Venüs bunların hiçbirini yapmamış. Paris\'in altın elmayı tutan eli kımıldamış... herkes heyecan içinde ve el geniş bir kavis çizerek Venüs\'e doğru uzanmış. Paris üzerinde \"en güzele\" yazan altın elmayı Venüs\'e vermiş...

PARİS DEDİKLERİ

Paris, öbür adıyla Aleksandros, Troya kralı Priamos\'la karısı Hekabe\'nin en küçük oğlu. Kraliçe onu doğurmadan birkaç gün önce uykusunda bir düş görmüş: karnından çıkan bir alev Troya surlarını sarıyor, bütün şehri yangına veriyormuş. Falcılar bu düşü kötüye yorumlamışlar, doğacak olan çocuk şehri yıkıma götürecek demişler. Bebek doğunca da Priamos onu İda dağına bırakmak üzere bir uşağına vermiş. Uşak Paris\'i dağa bırakmış , vahşi hayvanlar hakkından gelir diye düşünmüş. Ama öyle olmamış, bir dişi ayı gelip bebeği emzirmiş. Bir süre bu böyle gitmiş, sonra çocuğu Agelaos adındaki bir çoban bulmuş, evine götürmüş ve kendi çocuklarıyla bir arada büyütmüş. Paris çobanlar arasıdan güzelliği yardımseverliğiyle dikkati çekermiş, sürülerine çok iyi baktığı için, ona koruyucu anlamına gelen Aleksandros adını takmışlar, dağda önce Oinone adlı bir nympha ile sevişmiş. Evlenmişler, ama mutlulukları uzun sürmemiş.

OİNONE

Oinone İda dağının nymphalarından biridir. Paris ile evlenir. Paris güzellik yarışmasında yargıç olarak çağrıldığında onu vazgeçirmeye çalışır ama başaramaz; ancak bir gün yaralanırsa onu gelip bulmasını söyler. Apollon\'un kendisine verdiği şifalı otlar vardır. Paris Troya savaşının sonlarında Philoktetes\'in attığı bir okla yaralanınca Oinone\'nin bu sözünü hatırlar, ona haber gönderir, ama nympha yardıma gelmez. Paris ölünce Oinone pişman olup canına kıyar.

(Nympha: Aslında başı örtülü, yani gelin anlamına gelen nympha kırlarda, sularda, ormanlarda yaşayan doğal ve tanrısal varlıkların dişi olanlarına verilen addır. Homeros\'a göre nympha\'lar Zeus\'un kızlarıdır.)

ANKHİSES

Troya kral soyundan olan Asarakos\'un oğlu Ankhises Tanrıça Aphrodite ile sevişmiş ve Aineias\'ın babası olmuştur. Homerik denilen övgülerden Aphrodite\'e ayrılmış olanı, bu sevişmeyi en ince ayrıntılarına dek anlatır: Tanrıça Ankhises\'i İda yamaçlarında sığırlarını otlatırken görür, delikanlının güzelliğine vurulur ve dağa iner. Övgüde \"canavarların anası, bin pınarlı İda\" diye tanımlanan İda dağına Aphrodite\'in inişi, peşinde vahşi hayvanlar sürükleyen ana tanrıçanın gelişine benzetilmiş, tanrıçanın büyüsüne kapılan hayvanların ormanlarda, fundalıklarda sevişmesi gösterilmiştir. Tanrıça Phrygia\'lı bir genç kız kılığına girer de öyle görünür Ankhises\'e. Troyalı prens arzu ile yanıp tutuşarak tanrıçaya yaklaşır. sevişmelerinin sonunda gülümser tanrıça, sevgilisine şöyle seslenir:

Senin bir oğlun doğacak,

Troya\'lılara kral olacaktır o

ve çocuklarına çocuklar doğacaktır

sonsuzluğa dek!

Tanrıça doğuracağı oğlanı büyütmek için nympha\'lara vereceğini, onu beş yaşında babasına tanıtacağını ve çocuğun kimin olduğu sorulursa sakın Aphrodite\'in oğlu olduğunu bildirmemesini, yoksa Zeus\'un yıldırımına çarpılacağını söyler ve Ankhises\'i bırakıp gider.


Bir efsaneye göre Ankhises tanrıçanın sözünü tutmaz, fazlaca içtiği bir gün Aphrodite ile sevişmiş olmakla övünür ve çarpılır. Bunun sonucunda topal kaldığı, Troya\'dan kaçarken Aineias\'ın onu sırtına almasının nedeninin bu olduğu anlatılır.