Bu şehir de yaşayan hikayeler vardır. Elbet vardır onlarında bir sonu. Ama her gün o kadar
çok hikaye doğar ki, gidenler  fark edilmez bile. Sadece yasayanların değildir bu hikayeler.

Bir ağacın,bir evin,bir otobüs durağının ve hatta yerdeki sigara izmaritlerinin bile vardır bir
hikayesi. Mesela şuradakine bakın. Evet surda kaldırımın hemen kenarındaki izmarite bakın.
Nasılda ezilmiş. Belli ki biraz evvel öfkeli parmaklar arasından fırlatılmış. Hırsla ezmiş
sahibinin ayakları onu. Kim bilir kime kızgındı böyle. Belki en yakın arkadaşından yediği bir
kazıktı belki de kızının bir sevgilisi olduğunu öğrenmesiydi öfkesini bu bir tek sigaradan
çıkarmasına sebep olan.

Ya şuradaki hemen yolun karsısındakine ne dersiniz. Neredeyse izmarit bile kalmamış geriye.
Tüketmiş onu içen. Heyecanla bir şeylerin olmasını beklerken. Canını alırcasına içmiş en
yakın arkadaşını ve en büyük düşmanını. Sorsak o izmarite neler neler anlatır bize. Onu
içenin yüreğindeki fırtınaları ondan daha iyi kim bilebilir ki....Ama gerek yok belki de
sormaya. Bir düşünsek biz de hayatımda bunun gibi kaç tane içmişizdir ve hepsini
kendilerine ait hikayeleriyle öylesine yere,geride bırakıp gitmişizdir. O orada hikayesini
tamamlarken biz bizimkine devam etmişizdir.
Hah bakın bir tanede şurada var. Hemen  şu ağacın altında. Öylece duruyor,hiç içilmemiş gibi.

Biraz yıpranmış görünüyor , sanki birkaç nefeste olsa çekilmiş. İçen her kimse onu, belli ki
kavuşmuş beklediğine. Atmış elindekini koşmuş sevgilisine, annesine belki de yıllardır
görmediği evladına. Yılların acısını çıkarırcasına çektiği birkaç nefesle
heyecanına, umuduna, coşkusuna ortak etmiş onu .Beklediği görseydi, yerde öylece duran
izmariti bu kadar bekletir miydi acaba onu? O birkaç nefesteki umudu ve umutsuzluğu
hissetseydi kıyabilir miydi acaba bekleyenine?

Hikayeler öyle çoktur ki bu şehirde. Bakmasını bilirseniz her yerdedirler. Elle tutacak kadar
yakındır size ve bir o kadar da uzak. Hepsinde sizden de bir parça gizlidir. Nasıl olurda bu
hikayeler hem birbirlerine bu kadar benzer hem de birbirlerinden bu kadar farklı olurlar diye
sormayın bana. Cevap orada, bakın çevrenize. Herkesin hikayesi ne kadar iç içe görüyor
musunuz? Yollar bir noktada ayrılmış ve hep bir noktada birleşmiş. Hepsinin içinde
birbirinden bir esinti var sanki... Ama herkese farklı acılar,farklı sevinçler yaşatmış bu
hikayeler. Herkes bir yerlere izlerini bırakmış hikayelerinin. Kimisi bir ağaca nakış gibi
işlemiş, kimisi bir durakta bırakmış,kimisi de izmaritlere yazmış hikayesini. Okunsun diye
değil sadece yaşandıkları için. Bir anı gibi, bir imza gibi...


Bu şehir neresi mi? Herhangi bir ülkedeki herhangi bir şehir. Ne fark eder ki? Sizin yaşadığınız yer. Nefes aldığınız, karnınızı doyurduğunuz ve hikayelerinizi geride bırakarak, öleceğiniz yer.

CONVALY







Bilseydin nasıl da sevdiğimi…
Gözlerin için ölebileceğimi
Yeri göğü yıkıp da
Sensiz bir yere gitmeyeceğimi…
                Dursun istiyorum zaman
                Sadece sen ve benle dönsün dünya
                Çılgınlık bu değil mi
                Varsın olsun…
                Seviyorum işte
                Aşk bunun adı…
                Gökyüzünden kalbime inen
                Senelerdir beklediğim
                Ve sonunda gelen
                En sevdiğim
                Beklediğim
                Özlediğim
                Her şeyim
                Biriciğim,
                Ve daha nicesini barındıran
                Seviyorum seni…


"Eşime"

Mehpare ÖĞÜT ŞENGÜL

@ ARALIK 2017




Mevlid ; Mevlid, doğum zamanı demektir. Mevlid gecesi, Rebiul-evvel ayının 11. ve 12. günleri arasındaki gecedir.
Peygamber efendimizin doğum günü, bütün Müslümanların bayramıdır.

İnsanlığın kurtuluşu için gönderilen son ve en büyük peygamber, bizim Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) 571 yılında Kameri aylardan Rebiü'l-evvel ayının 12. gecesi doğmuştur. Bu mübarek geceye "Mevlid Kandili" denir.

O'nun doğduğu çağda dünyanın her tarafında cehalet, zulüm ve ahlâksızlık almış yürümüş, Allah inancı unutulmuş, insanlık korkunç ve karanlık bir duruma düşmüş, dünya yaşanmaz hale gelmişti.

Sevgili Peygamberimizin tebliğ ettiği İslâm dini ile dünya aydınlandı, tek Allah inancı ile kalpler nurlandı. Eşitlik, adalet ve kardeşlik geldi. O'na inanan toplumlar gerçek huzura kavuştu. O'nun doğduğu gece, insanlığın kurtuluşu için çok hayırlı ve mübarek bir başlangıçtır.

Bu gece, müslümanlar arasında yüzyılllardan beri büyük bir coşku ile kutlanmakta, Sevgili Peygamberimiz derin bir saygı ile anılmaktadır. Büyük Türk Alimi Süleyman Çelebi tarafından yazılan ve asıl adı "Vesiletün'necat" olan mevlit kitabı O'nun doğumunu, üstünlüğünü ve mucizelerini en güzel bir şekilde dile getiren değerli bir eserdir.

Peygamberimizin doğum yıldönümlerinde okunan mevlitleri saygı ile dinlemek, O'nun mübarek ruhuna salât ve selâm okumak hiç şüphesiz büyük milletimizin Sevgili Peygamberimize olan engin sevgi ve bağlılığının bir ifadesidir.

Bununla beraber, O'nun ahlâk ve fazilet dolu hayatını öğrenmek ve kendimize örnek almak başta gelen görevlerimizdendir. Asıl o zaman O'nun sevgisini ve hoşnutluğunu kazanmış oluruz.

Mevlid, Peygamberimizden (s.a.v) üç dört asır sonra icat edilen İslâmî bir âdet olmakla birlikte, bid’atın hasene (güzel) kısmına girmektedir. Büyük hadis ve fıkıh âlimi olan İbni Hacer, mevlit merâsiminin meşrûiyeti hakkında şu hadisi zikreder:

İbni Abbas’ın rivayetine göre, Resûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) Medine’ye hicret ettiklerinde Aşure gününde Yahudilerin oruç tuttuklarını öğrenir. Oruç tutmalarının sebebini sorduğunda Yahudilerden şu cevabı alır:

“Bu çok büyük bir gündür. Bugünde Allah, Mûsâ ile kavmini kurtardı. Firavun ile kavmini suda boğdu. Mûsâ da buna şükür için oruç tuttu. İşte biz de bugünün orucunu tutuyoruz.”

“Bunun üzerine Peygamberimiz, ‘Öyleyse biz Mûsâ’ya sizden daha yakın ve evlâyız’ buyurdu. O günden sonra hem kendisi oruç tuttu, hem de tutulması için tavsiyede bulundu.” ( Müslim, Sıyam 127)

Kuran-i Kerim (Enbiyâ, 107) "Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik."


(Isrâ Sûresi, 105) ''Biz Kur'ân'i hak olarak indirdik. O da hakkin ve gerçegin ta kendisi olarak indi. Seni de ey Resulüm, sadece rahmetle müjdelemen ve inanmayanlari ise azapla uyarman için gönderdik.''


(Âl-i Imran Sûresi 31) Ey Resulüm, de ki: "Ey insanlar, eger Allah'i seviyorsaniz, gelin bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarinizi bagislasin. Allah gafurdur, rahimdir (çok affedicidir, engin merhamet ve ihsan sahibidir)."

.....

Dularımız bu gece eksik olmasın, kalplerimiz imanla dolsun...
Kandilimiz mübarek olsun.






insanlarda tek sıcak kanun
üzümden şarap yapmaları
kömürden ateş yapmaları
öpücüklerden insan yapmalarıdır

insanlarda tek zorlu kanun
savaşlarda yoksulluğa karşı
kendilerini ayakta tutmaları
ölüme karşı yaşamalarıdır

insanlarda tek güzel kanun
suyu ışık yapmaları
düşü gerçek yapmaları
düşmanı kardeş yapmalarıdır

hep var olan kanunlardır bunlar
bir çocuğun tâ yüreğinden başlar
yayılır, genişler, uzar gider
tâ akla kadar

Paul ELUARD





Uyumak istiyorum bir müddet
Bıkıncaya dek
Ne gündüzü ağırlamak ne de geceyle baş başa kalmak
Dolanıp çarşaflara sarılıp yorganıma
Uyanmak istiyorum
Ihlamur kokulu bir sabaha…
... 
Oysa daha kar yağacak
Mevsim henüz sonbahar…

Mehpare ÖĞÜT ŞENGÜL
25 ağustos 2017


Hangi deniz eş değer ki gözlerine
Sözlerin olmuş tüm cihana vesile
Gönlümüzde, yüreğimizde, her an her yerde
Bir tek sen varsın Atam
Ömrümüzde…

Yedi cihana salmışsın nam
Eğilmiş herkes önünde
İlkelerinle aydınlatmışsın yolumuzu
Hedefimiz olmuş devrimlerinle…

Karanlıklar aydınlanmış Seninle
Meydan okumuşsun cahilliğe
Kadına verdiğin sonsuz değerle
Yürekten bağlamışsın bizi kendine…

Her On Kasım’da aşk başkadır
Çünkü bize Seni hatırlatır…
Değil on yıllar geçse de yüz yıllar
Her an her yerde her daim
Bir tek SEN varsın yüreğimizde…

Saygı, sevgi, şükran ve özlemle anıyoruz Seni ATAM…
Gücümüz, ömrümüz yettiğince Seni sevmeye devam edeceğiz.
Ne Mutlu Türk’üm Diyene!!!


Mehpare ÖĞÜT ŞENGÜL
1881 - 193oo





Kasım’da aşk başkadır
Çünkü bana babamı hatırlatır.


Doğum günün kutlu olsun babam

:( :(

Mehpare ÖĞÜT ŞENGÜL
01 KASIM 1926 - 2010
“Kimbilir hangi ürkek mevsimi alırsın
gizlice odalara,
saçların balkonları terk edeli kimbilir
ne kadar olmuştur?
annene göstermeden aşağı akardı saçların
kaç kez eksilip çoğalırsın dişlerini fırçalamayı
ezbere bildiğin günlerde…
Mor bir kedi geceyi sıyırarak geçiyordur
kuyruğunda teneke yıldızlar
düşlerinle buluşurken lanetli aynalarda
söylesene hangi ürkek mevsimi alırsın
gizlice odalara…
Ne gece yer rüşveti ne ben
Söz! Annene söylemem…

Yüzüm
hangi dağa baksam
içinde öfkelerinden habersiz
korkunç atlar gezdiren
bu sessiz , yıldızsız.
Yüzüm
hangi yola çıksam
bu yetim avlusu , bu ateş
bu ağlamaklı şey…

Hiç gürbüz
hiç pembe yanaklı
sayfalarımız olmadı mı bizim?
Biz hiç mavi kalacak bir mevsime
çıkmamış mıydık yorgun yokuşlarından
kışın?
Kendiliğinden gelen sözcüklerin misafirliğini
ne çok severdin,
Nasılsın…
Bugünlerde ben iyi gibiyim
yorgun gri kaideler arasında
hüzünlü bir yeşilim,
Ya sen…
Sen… Nasılsın?
Göğsündeki ağrılar nasıl?
İyi misin?

Ben hangi kelimeye açsam ağzımı
Ben hangi kelimeyi nereye koysam
Bir sonbahar konaklar sesimde.
Ben hangi kelimeyle girsem akşama
Ben hangi kelimeyle nereye gitsem
Yokluğunun renginde depremler düşer boynuma.
Ben hangi yaprağın ince hüznüyüm

Sen hangi sersem haydut…”

Birhan KESKİN





Çocukluğuma geri dönmek istiyorum Allah’ım !
Mümkünse, şu an, lütfen…
Kirlenmiş insanların sahte yüzlerine  bakmaktan yoruldum.
Taş olmuş kalplere istemiyorum hiçbir yoluculuk…
Gönlümden vermek gönülden almak tek niyetim…
Ne yazık ki insanların hiçbirinde kalmamış o ruh.
Yalan olmuş sözlerde kaybolmak var
Girdiğin yollarda unutulmak
Çizilen kaderde sıkışmak…
Biliyorum Allah’ım yanmak da var yanılmak da
Ama ben kötü biri değilim bilinsin istiyorum…

Duy beni Allah'ım lütfen duy...!
Çocukluğuma dönmek istiyorum...

Mehpare ÖĞÜT
24 Ekim 






Başka bir aşk istemez, aşkınla çarpar kalbimiz,
Ey Vatan gözyaşların dinsin, yetiştik çünkü biz.
Gül ki sen, neş'enle gülsün ay, toprak, deniz.
Ey Vatan gözyaşların dinsin, yetiştik çünkü biz.

Bir güneştin bir zamanlar, ay kadar kaldındı dün,
Dün bir ay'dın, sislenen boşlukta yıldızsın bu gün;
Benzin uçmuş bak, ne rüya'dır, bu akşam gördüğün?
Ey Vatan gözyaşların dinsin, yetiştik çünkü biz.

Beklesin Türk Oğlu'nun azminden kuvvet bulmayan,
Sel durur, yangın söner elbette bir gün Ey Vatan
Süslenir, oynar yarın, dün ağlayıp matem tutan
Ey Vatan gözyaşların dinsin, yetiştik çünkü biz.

Cemal EDHEM YEŞİL
Beste: Musa SÜREYYA




Bana Küçükken anlatmadılar hayatı,
Söylemediler bana,
Yaşamak için,
Ayaklarım üzerinde durmak için,
 Cambazlık yapmam gerektiğini…
Ben küçücük yüreğimle,
Bir an önce büyümek isterken,
Çıktığım şu hayat yolunda,
Her virajda bir durak,
Her durakta bir engel,
Ve her engelde,
Bir darbe olduğunu,
Ö ğ r e t m e d i l e r …

Ersin Kayışlı



Hz. İsa (a.s) yarım kerpici başının altına koymuş, yatıp uyumuştu. Uyanıp gözlerini açtığında İblis'i başında bekler buldu. Ona.


- A melun başımda ne bekliyorsun? diye sordu.
İblis ona dedi ki:

- Başının altına koyduğun benim kerpicim. Bütün dünya benim malım olduğuna göre, bu kerpiç parçası da benim malımdır demektir. Madem ki malımı kullanıyorsun bana ortak oldun demektir.

Hz. İsa (a.s) kerpici başının altından aldı, fırlatıp attı. Yeniden uyumaya niyetlendi. İblis de savuştu gitti.

Ey dünya dertleriyle üzülen, ip gibi eğilip bükülen adam!

Madem sonunda herşeyi arkanda bırakıp gideceksin, açgözlülük yapmanın, durmadan mal yığmanın ne âlemi var?


Kaynak: Mantıku't Tayr, Feridüddin Attar


Ebu Said-i Mihne tekkede dervişleriyle oturuyordu. Birden içeriye perişan bir halde biri giriverdi. Yapılmayacak şeyler yapmaya, ağlamaya dövünmeye başladı. Şeyh onu yanına gelmiş, yerlere yıkılmış olarak görünce acıdı, kalkıp yanına gitti.

- Ey sarhoş, kendine gel. Burada öyle gürültü yapıp durma, neden ağlıyorsun? Ver elini bana, ayağa kalk, dedi.

Sarhoş ise dedi ki:

- Ey şeyh, Allah sana yardım etsin. El tutmak senin harcın mı? Sen başını al da git. Yıkılmak benim payıma düştü, bırak beni. Eğer herkes düşkünlerin elinden tutabilseydi, karınca yiğitlik meclisinin baş köşesine otururdu. Bu iş senin yapabileceğin bir şey değil, çekil başımdan!

Bu sözleri duyan şeyh yere yıkıldı, sapsarı yüzü kanlı gözyaşlarıyla kızıla boyandı.

Ey kendisinden başka var olmayan, ey herkesin feryadına yetişen, benim imdadıma sen yetiş. Düştüm ben, elimi sen tut.


Mantıku't -Tayr, Feridüddin Attar



Dostum, güneşe bak, toprağa bak, suya bak, buluta bak; fakat, arkana bakma…

Kimin geldiği önemli değil, kimin gelmediği de…

Unutma, yolcu değişir, yol değişir, ama menzil değişmez.

Yolcuya bakıp, yolunu tanıma.

Yola bak, yolcuyu tanı, yolcu hakkındaki kıymet hükmünü ona göre ver.

Vahim olan, yolun yolcusuz olması değil;

Asıl vahim olan yolcunun yolsuz olmasıdır;

Yolsuz, hedefsiz, amaçsız, şaşkın, hercai ve seyyal…

“En doğru yol: en dikensiz yoldur” diyenler seni aldatıyorlar.

Onlar, karanlık evlerinde kaybettiklerini sokak lambasının altında arayan şaşkınlardır.

Aldırma…

Halil Cibran




"Gönülde de bir gizli gönül var."

-Mevlana

Mevlana'nın yakındığı olumsuzlukların başında dinin şekle, insanın da kalıba teslim edilmesi
gelmektedir. Bize bal taşımak için vasıta olan bir kavanozu, içine hiç parmak sokmadan bir
ömür yalayıp durmak ahmaklığı, özündenhikmetinden soyulmuş bir kalıplar yığınını kutsama
illetini çok güzel anlatır.

Rûmi, ruhundan uzaklaştırılmış bir dini gönülden uzaklık olarak görür. Kur'an, Allah'ın mal ve
evlat değil selim kalp istediğini ve son hesap gününde selim kalpten başka hiçbir şeyin işe
yaramayacağını bildirir, (bk. Şuara, 8889)

Gönül; gerçeği gören göz, erdiren öz, samimiyet, ölümsüzlük, isabet ve aşktır. Gönül, Hakk'ın
dinden ve insandan maksadıdır; hayatın bizden beklediğidir. Gönülden habersiz bir din
hokkabazlık, oyalanma ve gaflettir. Dinin şekil ve kural yönü vasıtalar yönüdür. Bu
vasıtalar(vesil)ı, iyi kullanıp gayeler (maksıd) alanına geçemeyen, dinden hiçbir nasip
alamaz. Diyor ki Rûmi: "Ömrün boyunca gönül rem
zinden bir harfin bile kokusunu alamadın; a Kur'an okuyan, hafızsın, ehilsin, ustasın ama, bu
böyle." (DK. 6/130)

Gönülsüz okunduğunda, Allah'ın rahmeti olan Kur'an bile kinlerin, düşmanlıkların leti
yapılabilir. Bu noktaya parmak basan Rûmi, şu muhteşem sözü kulağımıza ulaştırır: "Ağzınla
Ysin okuyorsun ama, kinle bütün bedenin sin gibi diş kesilmiş." (DK 6/436)

Sin, Arap alfabesinin üç dişi olan bir harfidir ve o haliyle bir testere ağzını andırır. Rûmi,
gönülden nasipsiz bir adamın bedeniyle Ysin okumasının onu testere gibi
kesmeyedoğramaya susamış halden çıkarmayacağına dikkat çekiyor. Çünkü gönülden uzak
düşmüş bir iman yapıcı iman olmaktan çıkıp yıkıcı iman haline gelir. Daha doğrusu yapıcı
iman, yerini yıkıcı inada bırakır. Bu inat, iman adı altında sahneye sürülürse de aydınlatma
yerine karartma, yapma yerine yıkma, ıslah yerine ifsd (bozma) sergilediği için insanlık buna
karşı tavır almak zorunda kalır. Ne yazık ki bu tavır alışın adı dine karşılık olmaktadır. Oysaki
bu, dine değil, dini çürüten örtülü inkra karşı bir tavırdır. O halde din adına ilk hareket, dini
içinden çürüten örtülü dinsizliği deşifre etmek olmalıdır. Kur'an birçok ayetinde, özellikle
Mûn suresinde bunu yapıyor. Ve bize gösteriyor ki, dine riyakrlığı sokanlar, görünüşte
namazniyaz içinde olsalar da, dini yalanlayan bedbahtlardır.

Rûmi, bu Kur'ansal espriyi çok iyi yakalamış ve kullanmıştır. Şöyle konuşuyor: "Gönlünü
yıkayıp arıtmamışsın, yüzünü yıkamaktan ne fayda var sana? Hırstan, doymazlıktan
süpürgeye dönmüşsün, daima toztoprak içindesin." (DK. 2/223)

Özü bırakıp, kalıp ve kabuğa mahkum olanlar, dinde derinliği bir şuur ve basiret işi olmaktan
çıkarıp bir sayı tamamlama işi haline getirirler ve elbetteki aldanırlar. Allah'ı sayılara
mahkûm etmeye kalkan zihniyetten yakınırken şöyle dua ediyor Rûmi: "Herkesi boğ, şu
sayılardan kurtar bizi... Sayıların tadına düşmüşüz, başka bir tat ver bize." (DK. 7/347) Sayı
ve kalıp rekoruyla Allah'a ulaşacağını sananları, bir testi suyu, Dicle'nin sahibi sultana hediye
götürmek gibi bir ahmaklık sergileyen adama benzetir. Bunun yerine, boş testiyle huzura
çıkıp hiçliğini, yoksulluğunu itiraf etmek gerekir. Günahkr olarak boyun bükmek, sayı
ukalalığından yeğdir. Ama bu da bir gönül nasibi gerektirir, (bk. Mesnevi, beyt; 28492868)
Sayılara sığınma aldatıcı olduğu gibi kelimelere sığınma da aldatıcıdır. Diyor ki Mevlna:
"Salavt verip duruyorsun ama, Mustafa'nın temizliğinden neyin var, ona bak." (DK. 5/270)
Ruhsal erişi kelime ve laf hokkabazlığıyla ölçen karanlık bezirgnlığa şunu söylüyor: "Nice
inşallah demeyen var ki, canı inşallaha eş olmuştur." (Mesnevi, 1/27) Ve: "Akıllı hacı niceye

dek yedi yedi tavaf ederdurur. Ben, delidivne bir hacıyım, kaç kez döndüğümü saymam bile."
(DK. 4/371)

Rûmi'nin şekil meselesinde çattığı illetlerden biri de kıyafet ve duvar hegemonyasıdır.
Kalıpkıyafete teslim olanları: "İsa'yı bırakıp da eşeğine bakma!" (DK. 3/205) diye uyaran

Rûmi, şunu soruyor: "Hırkayla sarık da nedir? Bunları rehin vermek, himmetin aşağılığından
değil de nedir?" (DK. 4/401) Ve: "Senin dayanağın Tanrı'dır, sopa değil; at sopayı, vazgeç
ondan." (DK. 7/544) Ve: "Külahı bırak da başı ara; sır o başla ele geçer." (DK. 6/134)

Rûmi, günümüz dünyasında da Müslümanları kemiren şekilperestlik illetine parmak
basmakta, bu illetin, Hz. Peygamber'i bir kıyafet putu halinde algılayan gafletine şu darbeyi
indirmektedir: "Mustafa'nın şekli yok oldu mu, lemi Allahu ekber kaplar." (DK. 5/287) Ve
bunun aksi yapılıp Mustafa, bir bedevi kıyafetinin ihyasından mutlu olan bir ruh halinde
tanıtılınca, lemi sadece yaygara kaplar.

Kur'an, engizisyona giden yolları tıkamıştır. Bu tıkamada alınan tedbirlerden biri de
mabetduvar hegemonyasını yıkmaktır. İslam'da mabet vardır ama, resmi mabet yoktur. Yani
her mümin ibadetini dilediği yerde ve tek başına yapabilir. Hz. Resul bunu ifade için: "Bütün
yeryüzü bana ve benim ümmetime mescit yapılmıştır." diyor.

Bütün yeryüzünün mescit yapılması ve insanın duvarlardan, bu duvarları saltanat ve sömürü
aracı olarak kullanan odaklardan kurtarılması Kurana bağlı tevhit erlerinin temel
görevlerinden biridir. Mevlna bu görevi en iyi biçimde yapan Hak yolcuları arasındadır. Diyor
ki: "İsa dördüncü kat göğe çıktıktan sonra kiliseyi ne yapsın." (DK. 5/205) Ve: "Can İsasmın
mescidine gökyüzü tavanı daha layıktır." (DK. 7/326)

Hakk'ı büyük yeryüzü meydanında kucaklayamayanlar onu duvarlar arasında hapiste biri
sanıyorlar. Onların o duvarlar arasında bulacakları olsa olsa nefislerinin putudur, Allah değil.

Rûmi şöyle konuşuyor: "Ne aptaldır o adam ki sevgili onun evindedir de o eve gelmez, boş
yere olmayacak yerlerde koşup gezer."(DK. 3/130) Ve şöyle belirtir duvar hegemonyasından
kurtuluşunun mutluluğunu: "Hamdolsun Allah'a, mihrabın da haçın da hüküm sürdüğü şu
daracık yerden, onun aşkıyla sıçrayıp kurtulduk." (DK. 6/218)

Rûmi'ye göre dini, formüller, kalıplarkurallar halinde sundukları sanılan peygamberler,
esasında gönül mimarlarıdır. Uyanık ruhlar, nebileri böyle anlamış, dini de bu anlayışla
yaşamışlardır. Kalabalığın, nebileri kuralcılar olarak düşünmeleri, onların gerçek çehrelerini
göremediklerindendir. Yoksa hiçbir nebi, içi pisliğe boğulmuş bir çanağın dışını yıkayıp
yıkayıp övünmeyi hüner diye tanıtmamıştır. Şöyle diyor: "Canla, gönülle peygamberlerin izini
izliyorum; aşağılık kişiler gibi kaçmadım." (DK. 4/213) Ve: "Dinin içyüzünü, özünü dile;
kabuklarından vazgeç." (DK 2/441) Ve: "Kır da içini çıkar." (DK. 7/358)

Gerçi kabuk ve kalıp özü bulabilmek için gereklidir, özü o taşır ama, bulmak ve öze geçmek
gayedir. Gayeyi yakalayamayan tembel ve karanlık benliğin kabuğu ilahlaştırmasına müsade
edilmemeli. Rûmi'nin şikyeti de esasen bu "kabuğu ilahlaştırma" illetindendir; yoksa o şeklin
ve kabuğun lüzumsuzluğunu asla söylememiştir. Diyor ki: "Meyva ham oldukça kabuğun
içinde kalması iyidir; fakat olgunlaştı mı artık kabuk zararlı olur. Kuş, yumurtanın içinde
kanatlandı mı bilki artık yumurta perdedir, kötüdür." (DK. 3/100) Başak yetişsin, olgunlaşsın
diye çekilir derdi, sapınsamanın. Sap ve samana sürekli bağımlı kalmak ise Rûmi'ye göre
eşekliktir: "Sen bir başağa benzersin, canın buğdaydır, bedenin saman; eşek değilsen ne diye
ot otluyorsun, yüzünü öze çevirsene." (DK. 7/115)

Nihayet bir nokta gelir ki, şekil ve kural gönül kuşunun ayağına pranga olur. Bu noktada:
"Gönül, din halkasından kaçıyor." (DK. 4/213)

Dine gönülle bakmayı, dini gönülle yaşamayı, dinde taklitçiliğe karşı da koyuyor Rûmi. "Suyu
başkalarının oluklarından alan kişi hırsızdır." diyen Rûmi, düşüncelerini şöyle sunuyor:

"Canlar, canlara şekil veren ustaya akmada; fakat bu akış, akıllıların dillerindedir, aşıklarmsa
gönüllerinde."

"Dillerde olan şey, "ben batanları sevmem" hükmüne girer; gönüllerdekiyse "kalan iyi
şeylerdir." der."

"Gönül göğe benzer, dilse yeryüzüne... Yeryüzünden göğe varmaya pek çok konaklık bir yol
var."

"Gönül buluta benzer, göğüsler damlardır... Şu dilse oluktur sanki; yağmur oradan akar."

'Yağmur suyu gönülden göğüslere tertemiz yağar; fakat adamın içi pisse sözlerinin de
aslıfaslı yoktur."

Bu sözler, bulutu yağmur yağdıran, damı bulutu çeken, oluğu da suyu akıtan adama göredir."

"Suyu başkalarının oluklarından alan kişi hırsızdır... Başkalarının damlarındaki suyu aşıran,
söz nakledendir."

"Kimin gözyaşlarından nerkisler biter, güller açarsa odur aşık... Nerkisler toplayıp demet
yapansa bir iş başarandır ancak."

'Tartış zamanı, terazinin kefeleri denktir ama adamın dili doğru söylemedi mi, kefenin biri
ağıverir."

"Kim canının halini giyinmiş, canının rengine bürünmüşse hangi cevabı verirse versin,
gerçekte soru sormadadır o."

"Bilgisigörgüsü tam olan hekim, hastaya acı bir ilç da verse zulmediyor gibi görünür ama
zalim değildir, adalet ıssıdır o."

"İsterse karanlık olsun; ayak, ayakkabısını tanır; gönül de zevk yoluyla, vardığı konağın
hangi konak olduğunu anlar."

"Gönüle gir, şu tufanda Nuh'un gemisine at kendini... Durak korkulu ama gönlüne korku
girmesin kardeş." (DK. 7/628)

Rûmi'nin gönülşekil bahsinde altını çizdiği noktalardan biri de gönül sırrının insanla
eşanlamlı olduğudur. Gönülden habersiz bir dkı, bir medeniyet, bir fert insandan da
habersizdir. Ve gönlün ihya edildiğine en büyük delil, insanın ihya edilmesidir. İnsanın
ezildiği, horlanıp bir kenara itildiği bir dünyada ne dinden bahsedilebilir ne de Allah'tan.

"Otuz cüzü eline alıp çileye girdin; otuz cüz benim, vazgeç çileden." (DK. 7/543) diyen Rûmi,
gerçek Kuf'an'm insanın gönlü olduğunu, Kur'an okumanın da insanı okuyup anlamak
olduğunu söylüyor:

"Gönlün varsa gönül kbesini tavaf et... Anlam kbe'si gönüldür; ne diye toprak sanıyorsun
onu?"
'Tanrı, suret kbesini tavaf etmeyi, onun vasıtasıyla bir gönül ele alasın diye buyurmuştur."
"Bir gönül incittin mi bin kez yaya gitsen de Kabe'yi tavaf etsen Tanrı kabul etmez."
"Malınımülkünü ver de bir gönül al; al da o gönül, mezarda, o kapkara gecede ışık versin
sana."
'Tanrı kapısına binlerce altın torbası götürsen Tanrı, bize getireceksen gönül getir der."
"Çünkü der, altın, gümüş, kapımızda hiçbir şey değildir... Bizi istiyorsan istediğimiz gönüldür
bizim."
"Senin, bir saman çöpü kadar değer vermediğin yıkık gönül, Arş'tan da üstündür, Kürsi'den
de, Levh'ten de, Kalem'den de."
"Hor bile olsa gönülü hor tutma; o horluğuyla gene de pek üstünlük üstünüdür gönül."
'Yıkık gönül, Tanrı'nın baktığı varlıktır; onu yapan can, ne de kutludur."
"Kırılmış, iki yüz parça olmuş gönlü yapmak, Tanrı'ya hacdan da yeğdir, umreden de."
'Tanrı defineleri, yıkık gönüldedir... Yıkık yerlerde pek çok defineler gömülüdür."
"Kul gibi, köle gibi gönüllere hizmet için kemer kuşan da sırlar yolu, yüzüne açılsın."
"Sana kutluluk gerekse, devlet istiyorsan, gönüller almaya, ululuğu bırakmaya bak."
"Gönüllerin yardımı seninle atbaşı beraber giderse kalbinden hikmet kaynakları akar."
"Dilinden sel gibi Abı hayat akar; soluğun, Mesih'in soluğu gibi hastalıklara ilç olur."
"Sus, her kılında iki yüz dil olsa da söylesen, gönül, gene de anlatışa sığmaz."
Dışın ihyası uğruna için, şeklin kutsanması uğruna özün ihmali, insanın başlangıçtan beri en
büyük belası olmuştur: "Baş gözüyle bakış yüzündendir ki dünyada senin ve benim gibi
binlercesi, durmadan helak olur, kör olurgider."(DK. 3/122)
"İnsana bütün korku, içinden gelir; fakat insanın aklı, daima dışardadır."
'Yûsuf gibi, boyuna dışarıyı okşardurur; halbuki içinde, kanına kasdetmiş bir kurt vardır."
"İçinde, nasıl bir çirkin var; bir görse ödü patlar."
"O çirkinlik, bir saldırışta ölürgider; fakat insan, ona zebûn olmuştur." (DK. 6/230)
Şöyle sesleniyor. "Bal çanağının ağzı kapalı, sense üstünüyanını yalayıp duruyorsun. Çanağı
yere çal, kır, görmek duymaya benzemez." (DK. 5/179)
İnsanı erdiren, mutlu eden ve sırları çözen görüş, gönül gözünün görüşüdür. Der ki Rûmi:
"Baştan başa gönül kesil, çünkü Tanrı huzuruna yol bulan, sadece görüştür." (DK. 5/52) Bu>
görüşten yoksun bulunan filozoflar, daha doğrusu felsefe, kafa gözüyle baka baka
yorulmaktan öte bir şey elde edememiştir. "Gönülde İsa gibi babasız bir güzel resmedersin
de anlamada İbn Sina bile buzda kalakalmış eşeğe döner." (DK. 5/431)

Kafa gözüne bağlı kalanların din adına konuşmuş olmaları onları filozoflardan fazla farklı
kılmaz. Rûmi, fıkhın "caizdirdeğildir" tartışmalarını da belli bir noktadan sonra felsefenin
birbirini çürütmekten öte hüneri olmayan saçma tartışmalarına benzetiyor. 'Yürü, bilgi
öğrenenlere katıl; fıkıh bilgisinin çevresinde dön de caizdirdeğildir lafları başını yüceltsin
senin." (DK. 7/634) Ama şunu da unutmamalıyız ki: "Ebu Hanife, aşka ait ders vermedi; Şafii
aşktan rivayette bulunmadı. Caizdirdeğildir sözleri ecel vaktine kadardır; aşıkların
bilgisineyse son yoktur." (DK 5/117)

Nihayet Rûmi işin özetini gündeme getiren soruyu soruyor:

"Ölümsüz olarak dünyayı parlatan, fakat ne küfür, ne de iman olmayan ışık nerede?
Meknsızlık denizi incilerle dolu, fakat içinde insanlık incisi bulunan hangisi?" (DK. 6/225)
Böylece Rûmi, tüm gelenekselformel kabullerin ötesinde bir insan gerçeğine çağırıyor ve bu
gerçeği yakalamada gönül denen bakış ve eriş kudretine sarılmayı öneriyor: "Gönül,
göklerden de yüce, göklerden de geniş!" (DK 6/283) diyen gönül eri Mevlna sözü kendisine
de getiriyor ve: "Benim yüzümü kafa gözüyle göremezsin." (DK. 5/66) diyor.
Mevlna düşüncesinde gönlün bir adı kalp, bir adı da candır. Can, tüm ölümsüzlüğün sembol
adıdır. Can, Allah'tan bizde olandır. Çan'ın karşıtı ten'dir ki Rûmi onu, iğretinin, ölümlünün
sembol adı olarak kullanır, insanda can süvari, ten binektir. Can, yani gönül tüm varlığı
güden süvaridir.

Yaşar Nuri ÖZTÜRK





Yazmayacağım işte hiçbir şey…
Tüketmişiz tüm sözcükleri nasıl olsa
Bir parça gülüş, bir parça söz
Yaşamak bile zorunlu ihtiyaç…

Kapatın tüm perdeleri
Girmesin gün ışığı içeri
Susturun tüm zilleri
Bozmasın, gelip de hiç kimse keyfimi…

Atacağım dolaplardan
Ne var ne yok eskilerden kalma
Yenilerini alıp da
Dizeceğim boylu boyunca…

Canım isterse kalkacağım yataktan
Zorlayamayacak kimse beni
İstersem yıkanacağım
Varsın, dağınık kalsın saçlarımda…

İçtiğim bir bardak çay
Onu da içmem bundan sonra
Katık ettiğim peynir düşünsün halini
Kim yiyecek diye senden sonra…

Alıp da başımı
Gezeceğim şehri bir uçtan bir uca
Basılmadık yer bırakmadan
Keyfine varacağım dolaşmanın da…

Yazmayacağım işte hiçbir şey
Okuyan yok nasıl olsa.
Okusaydık adam olurduk
Söylenmiş bir yalan nasıl olsa…


  EYLÜL 2017

Mehpare ÖĞÜT ŞENGÜL





Gün biter gülüşün kalır bende
anılar gibi sürüklenir bulutlar
Ömrümüz ayrılıklar toplamıdır
yarım kalan bir şiir belki de

Aykırı anlamlar arayıp durma
güz bitip sular köpürür de
kapanmaz gülüşünün açtığı yara
uçurum olur zaman her gece

Her gece yeni bir savaş baslar
acı ses olur, ses deli yağmur

Sığındığım her yer adınla anılır
ben girerim sokağı devriyeler basar
Bir de gülüşün eklenir kimliğime.


Ahmet TELLİ



Geçenlerde, eski ve en başarılı öğrencilerimden biri, bir dergi, yayımlamak üzere kendisinden
bir öykü istediğinde, bu teklifi şöyle reddetti:

“Teşekkür ederim ama yazmayı bıraktım.”

“Ama niçin?”

“Yazmak çok zor, çoğu zaman düş kırıklıkları ile dolu. Sahip olduğum her şeyi verdim ama ne yazık ki yeterli değilmiş.”

Bunu söyleyen, yeni başlayanların çokça kıskanabileceği başarılı bir yeni yazardı. Çünkü beş
öyküsü satılmış, iki tanesi ulusal dergilerde yayımlanmış ve bunların hepsi iki yıldan az bir
zamanda gerçeklemişti. Yeni bir taktikle yanaşmaya karar verdim:

“En başarılı bulduğun romancının adını söyle.”

“Balzac.”

Hah, şimdi tuzağıma düşmüştü. Balzac’ın öğretmenleri Balzac'a “tahta kafa” adını
takmışlardı. Ailesi onun edebiyatla ilgili girişimlerini engellemek istemişlerdi. Balzac iki yıllık çalışmanın sonunda manzum trajedisini gururla gösterip okuduğu zaman çığlık atmışlardı. Tanıdığı tek eleştirmen olan bir arkadaşı, ona, yazardan başka her şey olabileceğini
söylemişti. Balzac ününü kazanmadan önce, sekiz yıl içinde otuz bir ciltlik kurmaca yazılar
yazdı. Büyük ve önemli kitapları da yoldaydı.

Sonra John Fitzgerald ile ilgili bir yazı okumaya başladım. Fitzgerald'ın ilk ekonomik
başarısını, otuz yıl denedikten sonra Papa Bir Mormonla Evlendi (Papa Married a Mormon) ile kazandığını anlatıyordu. Güldü ve başını salladı. Profesyonel yazı yazmak isteyen üniversite öğrencilerine ders Vermek oldukça eğlenceli bir şey. Aynı zamanda sıkıntı ve bunalım da yaratan bir şey. Benim birçok yetenekli öğrencim, tam kendilerini geliştirmeye başladıkları sırada vazgeçtiler. Aynı zamanda Westem Revieu, Reader's Digest, The Saturday Evening Post ve The New Yorker gibi dergilerde öğrencilerimin yazılan çıkıyor. Ama bir arkadaşım gelip de çocukların ne oranda başarılı olduğunu sorduğunda, “Sen bir de bırakanları, vazgeçenleri görecektin,” diyorum. Neden böyle yapıyorlar? Neden bir zamanlar istedikleri tek şey olduğunu düşündükleri yazmayı bırakıyorlar?

Bir kez William Faulkner ile konuşma şansım olmuştu. Bana yazma dersini anlattırdı.
“Öğrencilerin yazı mı yazmak istiyor, yoksa yazar olmak mı:'” diye sormuştu bana. Sorumun
cevabı burada işte. Bazı öğrenciler ve yazma işine kendi başlarına göre başlayanlar yanlış
nedenlerle yazıyorlar. Daha mürekkebi kurumadan, taslaklarını dergilere gönderiyorlar ve
yayıncılar da onları utandırmakta geç kalmıyor. Konuşulmak için yazıyorlarsa da biraz zaman
geçince yazmanın ne kadar gereksiz olduğunu anlıyorlar. Bu çocukların büyük bir kısmı,
Faulkner’in haklarında konuşmayı düşündüğü çocuklar. Yetenekleri var. Yazmak istiyorlar.
Ama bir hocaları onları itmekten vazgeçtiği zaman, onlar da bırakıyorlar. Neden? Ben bazı
sorulan ve cevaplarını biliyorum. İşte burada bunları anlatacağım: Birçoğu yaşamlarını
kazanmak zorunda. Sizin gibi, benim gibi. Başarılı yarı-zamanlı, öğrenciler perişan durumda.
Sarah Jenkins romanını kuaförde saç kurutucuların altında, otobüse bindiğinde, on beş
dakikalık aralarda yazmıştı. Şimdi kendi arabası, hatta şoförünü işe alacak parası var ama o
eski yazı ortamlarını arıyor.

Kimse bu çocuklar dikkate alınıyor. Esprili bir bakış açısıyla, kimse bir yazara benzemez.
Bazılar ailesinden gördüğü kadar herkesten anlayış bekler ve yardım arayarak yazar. Bir de
daha şanssız olanlar var ki, onlar ailesi tarafından bile yanlış anlaşılıyor. Birkaç sene önce bir
öğrencim “McCall’s” adlı öyküsünü sattı. On beş gün boyunca karısı ve ailesi ona yardım
etmeye çalışırken bir felakete sürüklediler. Her öğleden sonra çocukları evden uzaklaştırıp,
ortalığı toplayarak onu daktilosu ile yalnız bırakıyorlarmış. İki üç saate ve de büyük bir
sessizlik içinde çalışma ortamı sağlanmaya çalışıldıktan sonra öğrencim kapıda belirdiğinde
hoplaya zıplaya gülerek üzerine atılıp neler yazdığım soruyorlarmış. Elbette bu koşullar
altında çalışmalar hiç de iyi gitmemiş ve bu sıkıntı, bu baskı bir süre sonra dayanılmaz olmuş.
Zavallı çocuk o günden beri hiçbir şey yazamamış.

"Bir editör olsa da öykülerimi yayınlasa."

Çoğu zaman onların, eğer yazdıklarını basacak birinin olduğunu bilseler, her gün
yazacaklarını söylediklerini duydum. Elbette kim yazmaz ki. Önemli olan kimse ilgilenmezken yazmaya devam etmek, yalnızlık ve korku ile yüzleşmek. Öğrencilerimle doğrudan konuşurum. Onlara bu yayıncılık mekanizmasının nasıl işlediğini anlatmaya, sınıfa yayıncıları davet ederek onları tanıtmaya çalışırım. Çünkü rekabet her geçen gün daha da kızışıyor. Son olarak onlara yazabileceklerini ya da vazgeçebileceklerini söylüyorum, seçimi kendilerinin yapacağını ve kolay olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Eğer yine de yazmaya kararlılarsa, onların tarafındayım. Ve yıllar sonra bana yazmadıklarını söylerken çok mutsuz görünüyorlar.
Onlara bir yol bulmaları için yardım etmeye çalışıyorum. Onların kafasındaki sorun tek bir
noktada düğümleniyor. Gün yeterince uzun değil. Bu yılların eskitemediği bir bahanedir. Ben
de ihtiyaç duyduğumda hep bu bahaneye başvururdum. Ancak bu tamamen bir saçmalık.
Çoğumuz, bizden çok daha yoğun olan ama başarıyla devam eden yazarlar tanıyoruz.
Caroline Miller, Pulitzer Ödülü'nü kazandığında otuzlu yaşlarının başındaydı. South Georgia
Okulu’nun müdürü ile evliydi. Üç çocuğu vardı ama parası ve zamanı pek yoktu. Miller, kek
almak için gittiği markette kasada bile yazıyordu.

Zaman zaman tekrar başlamalarına yardım edebiliyorum. Onların gerçek problemi ile ilgili
öyküler anlatıyorum. Bir günlük tutmalarını öneriyorum çoğu zaman. Böylece yazmak
sıradan bir eylem haline gelecektir. Somerset Maugham’in sözünü hatırlatıyorum: “Yazmak
bir alışkanlıktır. Alışması kolay, bırakması zordur.”

Fred Shaw