Rivayet ederler ki, Taklamakan diyarında vaktiyle kör bir adam yaşıyordu. Bu zavallı adam alemin güzelliklerini, harikalarını ve mucizelerini göremediği için o kadar çok üzülüyordu ki, sonunda gönlü de gözleri gibi karardı. Kederi artıkça arttı ve akıttığı gözyaşları dillere destan oldu. Onun kara bahtı için şairlerin düzdüğü manzumeler, musikişinaslar tarafından bestelenip, hanendelerce okuna okuna nihayet memleket sınırlarını aştı. Çok uzak ülkelerden birinde yaşlı bir sihirbaz, Pazar yerinde ağlayan sızlayan bir kalabalık görünce, merak duygusuyla aralarına karıştı ve kör adamın kaderini dile getiren türkülerden birini okuyan muganniyi o da dinledi. Gönlü o kadar kabardı, hisleri o kadar çoştu ki, bir yolunu bulup zavallıya görme gücü kazandırmaya karar verdi. Sarayına giderek papağanına tez zamanda uçup körü bulmasını ve ona davet mesajını iletmesini söyleyerek kuşu saldı. Papağan uöup giderek, o sırada evinin bahçesinde ağlayan körün kafasına kondu ve ona ona sihirbazın davetini iletti. Görme umudu canlanan zavallı da, omzunda kendisine yolu tarif eden papağan olduğu halde, demir asa demir çarık yollara düştü ve sonunda sihirbazın sarayına vardı. Sihirbaz ona bir camgöz verdi.Adam, efsunlu sözler söylenir söylenmez bu gözle görmeye başlayacaktı, öyle ki, ok yaydan böylece bir kez fırlatıldığında, adamın tekrar kör olmasına imkan yoktu. Adam gözü aldı ve efsunlu söz sihirbazın ağzından çıkar çıkmaz gözün gördüğü her şeyi görmeye başladı. Fakat yol yorgunu olduğu için sevincini tam anlamıyla belli edecek durumda değildi. Bu yüzden sihirbaz onu sarayında kırk gün ağırlamaya karar verdi. Gelgelelim, sihirbazın karısını görür görmez adamın aklı başından gitti. Günler ve gecelerce kadını düşündü taşındı. Sonunda sarayın hamamına gidip kadının yıkanacağı kurnanın üzerine bir yere sihirli cam gözü koydu ve derhal odasına geri dönü. Kadın, o sırada içeride kendini seyreden sihirli bir göz olduğunu, dolayısıyla adamın o anda memelerini ve mahrem yerlerini görmekte olduğunu bilmeden hamama girip yıkanmaya başladı. Böylece adam kadını doya doya seyretti. Ne var ki sihirbaz bu işin farkına varmıştı.Bu yüzden adamdan gözü geri istedi ve onu kovdu. Fakat adam, ne kadar uzakta olursa olsun, o sırada sihirbazın sarayında olan gözün gördüğü her şeyi görmeye devam ediyordu. İntikam almaya kararlı olan sihirbaz, tellallar bağırtı;p dünyanın en çirkin, en gudubet acuzesini buldu ve bir ressama kadının resmini yaptırdı. Resmi bir odaya koyup gece gündüz aydınlık kalması için üstüne bir fener astı ve tam önüne de, o sihirli gözü koydu. Sonunda o nankör adam, ömrü boyunca bu gudubet, çirkin acuzeyi seyretmek zorunda kaldı ki, bu da kör olmaktan bin beter bir şeydi.

****************

Ve bir başka kör hikayesi,Kitab-ül Hiyel'den

“Rivayet ederler ki vaktiyle Bağdat’ta bir hırsız yaşıyordu. Fakat mesleğinde o kadar beceriksizdi ki, çalıp çırpmak için gece yarısı girdiği evlerde, zifiri karanlık nedeniyle sehpalara, taburelere çarpıp deviriyor, uyuyan kedilerin ve maymunların kuyruklarına basıp bağırtıyor, yerde yatan insanlara takılıp tökezliyordu. Sonunda hem yakayı ele verip sopa yiyor, hem de ekmeğini kazanamadığından aç kalıyordu.
Gecelerden bir gece sihirbazın birinin sarayına gizlice girdi. Ancak saraydaki cinlerden birinin kuyruğuna basınca sihirbaz uyandı ve bu beceriksiz hırsızın haline kahkahalarla güldü. Hırsız aman dileyince ona acıdı ve bir dilek dilemesini istedi: Böylece o, sihirbaza, kendisine karanlıkta görme gücü vermesini, çünkü kedilerin kuyruklarına basıp baldırlarını tırmalatmaktan usandığını söyledi.Bu dileği bir şartla kabul edildi. Hırsız karanlıkta görecek ama ışıkta göremeyecekti. Yani insanlar için karanlık neyse hırsız için de ışık o olacaktı.
Adam bu şartı kabul eder etmez karanlıkta tıpkı bir baykuş gibi görmeye başladı. O gece hiçbir yere takılıp sendelemeden tam beş evi soydu ve ağzına kadar altın gümüşle dolu çuvalı evine taşırken güneş yükseliverdi: Zavallı hırsız, gün doğar doğmaz bir kör olmuştu. El yordamıyla evine gitti. Verdiği karara bin pişman olarak, gece olunca sihirbazın sarayına tekrar vardı ve ondan içine düştüğü zor durumdan kendisini kurtarmasını rica etti. Haline acıdığı için sihirbaz ona büyülü bir fener verdi. Fener ışık yerine karanlık saçarak onun gündüzleri de görmesini sağlayacaktı. Ama bu kez, onun saçtığı karanlık nedeniyle çevrede buluna diğer insanlar hiçbir şey göremeyeceklerdi.
Aldığı bu hediyeye sevinen hırsız, gündüzleri meyhaneye bu fenerle gidip gelmeye başladı. Gelgelelim, onun yaydığı karanlık nedeniyle yarenleri hırsızı görüp tanıyamadılar. Bütün bunlardan sonra o, karanlıkta kendisi görürken arkadaşlarının onu göremeyeceğini, aydınlıkta da arkadaşları onu görürken kendisinin onları göremeyeceğini anlayıverdi.
Sonunda para pul hırsı nedeniyle yapayalnız kaldığını kavradı. Böylece altın ve gümüşler içinde, ama tek başına, mutsuz bir hayat sürdü.

****

İhsan Oktay ANAR




Yayın Yılı: 2011
Kitap Kağıdı
200 sayfa

13,5x19,5 cm
Karton Kapak
ISBN:9754471827
Dili: TÜRKÇE


Ahmet Mithat Efendi tarafından 1875 yılında kaleme alınan ve batılılaşmanın insanlar üzerindeki yarattığı etkiyi anlatan ilk Türk romanlarındandır.

Romanda Felatun ve Rakım adında iki kahraman vardır. Felatun babadan kalma zenginliği ile gününü gün ederken, Rakım ise gayretli, dürüst, güvenilirliği ile etrafında sevilen, sayılan; çalışkanlığı ile takdir edilen bir insandır.

-o-o-o-o-o-o-o-o-o-o-o-

Aslına bakarsanız bu iki karakter günümüzde hala mevcut. Sadece modern anlamda kılık kıyafeti kendine örnek alarak yeniliklere açık olduğunu ve hatta bir Avrupalı'dan farkı olmadığını savunan ancak özünde hala eski niteliklerini barındıran kısacası kafaca değişmeyi beceremeyen insanları anlatması açısından da önemli bir kitap...

Elbette ki tüm kitabı burada anlatmak niyetinde değilim ancak yanlış batılılaşma yolunda yazılan ilk Türk romanlarından birisi olmasından dolayı bence okumakta yarar var diye düşünüyorum. Okumuş olanlara bir sözüm olamaz elbette.

Aslına bakarsanız Şubat ayında almış olduğum bu kitabı bloğumun sol tarafında kitap kapağını koyarak sizlerle paylaşmıştım ancak sadece yirminci sayfasına kadar okuyabildiğim bu kitap her nedense sıkmıştı beni. Aradan geçen iki-üç aylık bir zaman diliminden ve sınavlarında bitmesiyle yeniden elime alıp okumak isteği geldi diyebilirim. Çünkü bu zamana kadar okumaya başladığım bir kitabı alıp da yarım bıraktığım olmamıştır. Olduysa da mutlaka kitabın yazınsal ya da konusal bir sıkıntısından dolayı bırakmışımdır. Her neyse ki bu bir hafta içinde ala koya bitirdim. Ne de olsa çalışan insanız. Aslında bir gün içinde bile okunabilecek bir kitap. Önceleri sıkıldığım ve okumaktan vazgeçtiğim kitabı bitirince, hele ki sonu benim de istediğim gibi bitince değmeyin keyfime... Ne yapayım Allah biliyor ya hüzünlü biten hiçbir kitabı sevmiyorum, okusam bile beni fazlasıyla etkisi altına alıyor. 

Diyeceğim o ki ders kitaplarımın bir tanesinde ödev olarak verilmiş ve okuyun denilen bu kitabı bitirmenin mutluluğu içerisinde size de tavsiye ediyorum. İlk başta sıkıldığım gibi bu sefer sıkılmadan okudum. Şimdi de sıra okumak isteyen sizlerde...



Mehpare ÖĞÜT ŞENGÜL




Herkes mutsuzsa mutlu olanlar kim !
Kuma gömüp de kafamızı
Görmezden geliyoruz olan biten her şeyi
Sırtımızı dönüp gerçeğe
Yalanlara inanıyoruz hep birlikte…
Varımızı  yok edenlere
Yok edenlere inanmayı tercih ediyoruz
Her nedense…
Oysa ki yaşanacak bir dünya varken
Yaşanmaz hale getiriyoruz el birliğiyle
Güneşi gömüp karanlığa
Çıkacağımızı sanıyoruz düzlüğe…
Kaldı ki yaşanacak ömrümüz var
Görecek nice günlerimiz
Yalandan kim ölmüş diyemeyiz
Doğrular varken
Güzele çirkin
Doğruya yanlış
Sadece düşünün
Bunlar ne için
Ya da kim için
Bilmeliyiz…
Düşünün bir kere!

Mehpare ÖĞÜT ŞENGÜL
2018





Kanayan yerlerimiz var,
Sarılmayı bekleyen yaralar
İç çeken gönüller, ağlayan gözler var…
Gidip de gelmeyenler
İmkânsızı isteyenler
Sevilmeyi bekleyenler
Özlemeyi bilenler
Yalnızlığında yitip gidenler…
Ah’lara karışmış vedalar
Keşke’lere dönmüş sevdalar
Belki de, belki de her şeyden çok uzakta yaşayanlar.
Bir ihtimal daha olsaydı diyenler…
Ve bu dünyada ne işim vardı diye soranlar…
Sorarım size!
Hangimizin elinde
Üzerimize yazılmış kaderi değiştirmek…
Kader ki; senin alın yazın, yazgın, mukadderatın…
Kader ki; doğumundan ölümüne…
Kader ki; evrenin yaratılmasından kıyametin kopuşuna dek
Her şey ama her şey Allah’ın iradesinde iken,
Sen mi değiştireceksin üzerine yazılan kaderi.
Oysa ki hayatımızdaki tek gerçek ölümken…
Kim değiştirebilir bu kaderi…
Söylesenize…

Söyleyin ey dostlar!
Kader nedir?
Kader, alın yazın, yazgın, mukadderatın
Kader ki  Allah’ın sana verdiği yaşamın ta kendisi…
Yaşadığın kadar var, var olduğun kadar insansın.
Yaşamdan ölüme, ölümden gerçeğe dönüş yolunda
Toprağa düşen
Bir damlasın sadece…
Bir damlasın ve ete kemiğe bürünen bir insanken
Hata ve sevaplarınla günü geldiğinde
Döndürüleceksin geldiğin yere…
Ve hesap vereceksin Rabbine…
İşte senin kaderin
Alın yazgın, mukadderatın…
Kader ki doğumundan ölümüne…
Her şey ama her şeyin Allah’ın iradesinde olduğu
Senin değişmeyen /  değiştirilemeyecek tek gerçeğin…

Ve sırf bu yüzden
Her şeyi çok düşünmeyecek, çok da irdelemeyeceksin aslında
Çünkü sen nasıl düşünürsen düşün
Her şey olacağına varıyor nasıl olsa…
İşte o yüzden
Kader deyip geçeceksin bazı şeylerin üstünden
Ve geçip yaşamayı seçeceksin hala insanken….

Mehpare ÖĞÜT ŞENGÜL  
09 Şubat & 03 Nisan 2018





Yağmur yağıyordu...
Benim saçalarımda kırağılar vardı,
Onun omuzuna konmuş bir gül.

Kapıyı açtım
Elinde eski bir bavul
Yüzünde daha eski bir hikaye
Geldim dedi, geldim işte.

Sana kendimi getirdim
Belki unutmuşsundur
Birlikte söylediğimiz şarkıları getirdim
Birkaç gömlek bir pijama altı
Tuttuğum notları
Serin volta boylarında adımları sayıp susuşlarımı
Elimle büyüttüğüm nazlı bir menekşeyi
Gökyüzüne verdiğim dualarımı
Çakmağımı sigaramı tabakamı
Ve kitaplarımı getirdim

Döndüm dedi, döndüm işte.
İçeri girdi, aksıyordu ayağı
Oysa; nasıl da akardı bayrak gibi önümüzde
Nasıl da oynardı saçları rüzgârı bulanda
Bir ceylan gibi nasıl da koşardı

Ayağın, dedim...
İçerde, dedi
Bir bakır tas bıraktım
Bir kehribar tesbih
Birkaç kitap
Bir kaç iyi arkadaş
Tüketilmiş bir ceza
Ve bir ayak


Güldü sonra
Dedemin yemen çölünde bıraktığı ayağı
Ben içeride bıraktım,
Kurban olsun ikimizinki de, memlekete.
Oturduk

uzun uzun baktık birbirimize
Onüç yıl sonra yeniden karşı karşıya
Bir deli gençliği
Birlikte düşürmüştük yollara
Bir yüreğimiz vardı, onu koymuştuk ortaya

Ben başımı onun omzuna yaslardım
O tale'al bedrü okurdu kulağıma
Ben bazı geceler oturup ağlardım
O dua ederdi hepimizin adına
Bir sonbahar akşamı ayrılmıştık
Caddelerde arabalar akıyordu
Yağmur yağıyordu

Babalar,ekmekleri saklamış ceketlerinin altına
Korkuyla evlerine koşuyordu
Düdükler ötüyordu, sirenler çalıyordu
Şehri kimler çalıyordu?
Oysa; biz onunla
Yüreğimizi koymuştuk ortaya...

Arkasından baktım
Elinde bir bavul
Cebinde ikimizin yüreği
Şifadan ayrılık, rahmetten yoksulluk
Şen olasın mapusluk!

Kaldır gözlerini yerden, dedi
Onüç yıl dediğin ne ki?
Bana mektup yaz
Bir menekşe resmi yap
Ve bir gül gönder anama
Kaldır gözlerini yerden, dedi
Onüçyıl dediğin ne ki?


Yürüdü Yusuf
Yanıp sönen mavi ışıklar düştü gölgesine
Onüç yıl bekleyecektim
Onüç yıl..
Kavuşmak için
Cebinde rehin götürdüğü gençliğime.


| İbrahim SADRİ



Tanımadığınız biri için üzülür müsünüz ! Ya da ne kadar üzülebilirsiniz.
Parmağınızı  ya da herhangi bir yerinizi acıttığınızda canınız yanarken, içinizden bir şeylerin akıp da gittiği oldu mu hiç ! Olmuştur herhalde…

İşte ben de şu anda hiç tanımadığım biri için üzülüyorum günün bu vaktinde…
Kendisi, belki de hiç iyileşmeyecek olan bir hastalıkla mücadele ederken, canından can olan evladını kaybediyor ve bu kişi bir anne.  Bu anne ki evladının ilk ana rahmine düştüğünde ki heyecanını yarım bırakıp onun doğduğu anda geçirdiği  rahatsızlık sebebiyle eriyip giderken günden güne.. kendisi de amansız bir hastalığa yakalanıyor ve iyileşmeyi umarak. Çünkü ona ihtiyacı olan bir evladı var arkada bıraktığı… İyileşmek zorunda… Kime emanet edebilir ki gözünün nurunu. Dokuz ay onun heyecanıyla yaşamışken, onunla ilgili hayaller kurarken.. Kim vazgeç diyebilir ki ondan…

Hayat diyoruz ya garip bir yer. Her acıya, her türlü şansızlığa ve üzerimize yazılan kadere rağmen yaşamaktan bıkmadığımız, körü körüne bağlandığımız, acıyı yaşarken bile dualara sarılıp, yine de çok şükür dediğimiz bir yer…

Bazen, bu tarz üzücü haberleri aldığımda çok üzülüyorum ve niye diyorum kendi kendime. Kendi kendime diyorum ama aslında Rabbim’e en çok da bu sorum ve söylenmem.  Böyle bir hakkım yokken. İnsanız neticede, üzülüyoruz. Üzülmemek de elde değil ki, ne yapalım.

Anne olmak ayrı bir duygu eminim... Ben bu duyguyu yaşamamış olsam da, hani diyoruz ya hep, bir su damlasından ibaretiz. İşte o andan itibaren dokuz ay büyük bir heyecanla kaşı kime, gözü kime benzeyecek diye sürekli düşünüp hayallendiğin, en sevdiğimden parçam dediğin, aile olmanın bilincine daha iyi vardığın ve bir canın katılmasıyla kadınlığını daha bir hissettiğin, üzerine ve omuzlarına düşen yükün artmasıyla, ayaklarının altına serilen Cennetin en güzel köşelerinden bir yer edindiğin… Ve doğduğu andan itibaren değil, sen, son nefesini verene dek üzerine düşüp titrediğin canın… Ve bir gün, sıralı ölüm beklerken senden evvel toprağa verdiğin evladını bir daha görememek ne acı bir duygudur Ya Rabbim. Sen sabır ver. Sen sabır ver. Sen sabır ver canım Allah’ım… Sen büyüksün, sen her şeye kadirsin… Sorgulamak bize düşmez, ama o yavru için Cennetinin en güzel köşesini ayırdığını biliyorum ve biliyorum ki o annenin ölene dek geçmeyecek olan acısını hafifletecek olan da yine Sen’sin. Sen büyüksün Allah’ım. Şu anda ve her zaman, günün bu vaktinde ve her daim,  darda kalan tüm kullarına Sen yardım et, onları feraha çıkar Yarabbim. Kulluğumuz Sana, sevgimiz Sana, dönüp geleceğimiz yer yine Sana… Sen bilirsin hallerimizi, darda koyma… Bu anne için çokca sabır ve yanına aldığın yavru için de sana sığınırız Allah’ım.. Mekan-ı Cennet ola…




Mehpare ÖĞÜT ŞENGÜL



Bir gün Yusuf Peygamber’i merhameti yüksek bir çocukluk arkadaşı ziyarete geldi. Yusuf’a kardeşlerinin yaptıklarını, onların kıskançlıklarını hatırlattı. Bunun üzerine Yusuf,

‘o kıskançlık bir zincirdi, biz ise aslandık. Zincire vurulmak aslanı utandırmaz’ dedi.

Dostu ona kuyudaki halini sordu. Yusuf,

‘Ay görünmez olduğunda nasıl olursa, ben de kuyuda öyledim. Ay görünmez olur, sonra tekrar çıkar gökyüzünde. Buğdayı toprağın altına atarlar, sonra onu başak olarak biçerler. Sonra değirmende öğütürler ama bu kez ekmek olur, cana can katar.’


Yusuf yaşadıklarını anlattıktan sonra dostuna dönüp,
‘Söyle, bana nasıl bir hediye getirdin? Dost ziyaretine eli boş gidilmez!’ diye sordu.
Allah mahşer günü kullarının ne hediye getirdiklerini bilmek ister. 'Yoksa buraya dönmeyi beklemiyor muydunuz?’ diye sorar.

Dostu dedi ki Yusuf’a,
‘Sana getirmek için düşündüklerimin hiç birisini sana layık bulmadım.
Senin güzelliğinin benzeri yoktur. O yüzden sana bir ayna getirip hediye etmeyi uygun buldum.’

Aynasını sundu. Varlığın aynası yokluktur.


Mevlana Mesnevisi’nden







Ey sevgili! olur da çehrene bir bakış atabilirsem ve yüz yüze gelebilirsek,
Gönlümde taşıdığım derdini anlatırım sana, nükte nükte, ince ince…

Ayrılığında kalbimin kanı, şu iki gözümden akıyor,
Dicle nehri, denizler, çeşmeler, dereler misali…

Ey sevgili! olur da çehrene bir bakış atabilirsem ve yüz yüze gelebilirsek,
Gönlümde taşıdığım derdini anlatırım sana, nükte nükte, ince ince…

Hüzün dolu gönlüm, aşkını can kumaşına dokumuş,
İplik iplik, sicim sicim, tel tel, aheste aheste…

O güzel yüzünü görebilmek ümidiyle sabâ rüzgârı misâli dolaşıp durmuşum,
Ev ev, kapı kapı, sokak sokak, mahalle mahalle…

O nazik dudaklarının çevresi…yanaklarında misk-i anber kokan tüyler…
Gonca mı gonca, gül mü gül, lâle mi lâle kokular…

Ey sevgili! olur da çehrene bir bakış atabilirsem ve yüz yüze gelebilirsek,
Gönlümde taşıdığım derdini anlatırım sana, nükte nükte, ince ince…

Ayrılığında kalbimin kanı, şu iki gözümden akıyor,
Dicle nehri, denizler, çeşmeler, dereler misâli…

Hüzün dolu gönlüm, aşkını can kumaşına dokumuş,
İplik iplik, sicim sicim, tel tel, aheste aheste…

Tâhire, kendi gönlünü dolaştı da senden başkasını bulamadı,
Sayfa sayfa, perde perde, kat kat…

Ey sevgili! olur da çehrene bir bakış atabilirsem ve yüz yüze gelebilirsek,
Gönlümde taşıdığım derdini anlatırım sana, nükte nükte, ince ince…

Ayrılığında kalbimin kanı, şu iki gözümden akıyor.
Dicle nehri, denizler, çeşmeler, dereler misâli…

**********

1814-1852 yılları arasında yaşamış olan ''Tahirih Kurretu'l-âyn'' diye bildiğimiz İranlı kadın şair Fatimih Baraghani tarafından yazılmış bir şiir, rûberû. Farsça, yüz yüze anlamına gelmekte… Günümüzde de Mohsen Namjoo tarafından bestelenip seslendirilmiş.


Ø  Müziği bu linkten dinleyebilirsiniz  https://www.youtube.com/watch?v=pBP9-RBzBRA





4. Murat zamanı denilince akla hemen içki yasağı gelir. Kendisi içmesine rağmen 4. Murat memlekette içkiyi ve fal taşlarını yasaklamış, yasaklara uyulup uyulmadığını da bizzat kendisi kontrol eder olmuştu. Yanına iki adamını alan 4. Murat tedbili kıyafet İstanbul sokaklarında dolaşır, yasakladığı içkinin içilip içilmediğini kontrol ederdi. Yasağa uymayanlar da en ağır şekilde cezalandırılırdı.

Yine günlerden bir gün 4. Murat yanına adamlarını alır ve teftişe çıkar. Ancak bu sefer şehir merkezini değil de köyleri teftiş edecektir. Ne de olsa içmek isteyenler köylerde gizli gizli içiyor olabilir. Köyün birinde adamın birinin süt sağdığını görür. Süt sağımı ilgisini çeker ve başlar adamı izlemeye. Köylü sütü sağar, kovasını doldurur tam işi bitti derken kovasına bir tekme atar ve tüm sütü döker. 4. Murat hayretler içinde bu duruma tepki verir. “Bre adam sen naparsın, sağdığın sütü neden dökersin?” İşine karışılmasına sinirlenen köylü 4. Murat’a bir tokat patlatarak “Sen kim olursun da benim işime karışırsın” der. 4. Murat yediği tokatın etkisiyle kendisinin padişah olduğunu açığa çıkarır. Köylü karşısındakinin padişah olmasından hiç rahatsız olmamış bir şekilde “Padişah da olsan benim işime karışamazsın. Ben padişahlıktan anlamam, sana karışmam, sütçüyüm, süt işinden anlarım. Sen de bundan anlamazsın, karışamazsın” der. 4. Murat köylünün kendine olan güvenini takdir eder ve adama hak verir ancak yediği tokat da ağırına gitmiştir. Tokatın intikamını bir şekilde almayı aklına koyarak köylüyü İstanbul’da saraya yemeğe davet eder. Köylüden yemeğe geleceği sözünü alarak ayrılır.

Aradan iki ay geçmiştir. Köylü peynirini yapar ve satmak için İstanbul’a gittiği sırada padişahı ziyaret için saraya uğrar. Kapıdaki görevliler köylünün kıyafetlerine bakarak içeri almak istemezler ama köylünün ısrarı üzerine padişaha sorarlar. “Köylü kılıklı birisi sizi görmek istiyor” derler. 4. Murat telaş içinde hemen köylüyü içeri almalarını emreder ve adamlarına deniz kenarında en kallafisinden bir sofra hazırlamalarını buyurur. Sofrada altın kaşık ve çatallar, değerli taşlarla süslenmiş çanak çömleklerle servis yapılmasını emreder. Padişah ve köylü sofraya otururlar. 4. Murat çorbasından bir kaşık içer ve altın kaşığı denize atar. Değerli taşlarla kaplı tuzluğu kullanır ve sonra denize atar. Sadrazam ve adamları hayretler içinde padişahı seyretmektedir. Köylüden ise çıt yoktur. Sadrazam sonunda dayanamaz sorar: “Padişahımız efendimiz, bilmeden bir kusur mu işledik? Neden o değerli eşyaları atarsınız, bize mi kızdınız?” Köylü oradan ayağa kalkar ve bu sefer de sadrazamın suratına tokatı indirir. “Padişahın işine ne karışırsın?” der. Padişah tokatın intikamını almak isterken, sadrazamı da tokat yemiştir.

Alıntı…


Kadındır; cefayı da vefayı da bilen, çeken…

Hangi kadındır ki analık ve eş olma duygularından yoksun olsun. Bu yüzden boşuna dememiştir Peygamberimiz “ Cennet anaların ayakları altındadır” diye ve yine değildir boşuna “yuvayı dişi kuş yapar” sözüde…


Kadın, koklanmayı bekleyen bir çiçektir; yalnız sulamak gerekir. Siz onu ne kadar sular ve ona ne kadar özen gösterirseniz, o da o kadar güzel kokmaya, açmaya ve açtıkça da etrafına güzellikler sunmaya devam eder.

Kadın bir hamurdur yoğurmasını bilene…Ona öyle şekiller verebilirsiniz ki bir tüy kadar hafif ve bir pamuk kadar yumuşak olabilir, eğer iyi ellerdeyse. Kısacası onu bir melek ya da şeytan yapmak sizin elinizdedir.

Kadın bir denizdir aslında, ucu bucağı olmayan… Ancak onu keşfe çıkmaya karar verdiğinizde bulabilirsiniz. Öylesine ki içinde her şeyi barındıracak kadar derindir. Acıyı, sevinci, hüznü, mutluluğu, neşeyi, terk edilmeyi… Bunların hepsi de onun en gizli hazinesidir yürek denen sandığının içinde. Yeri ve zamanı geldiğinde çıkarıp kullandığı.

Kadın cesurdur;Yeri geldi mi sevdiğini tüm dünyaya haykıracak kadar hem de. Yeter ki karşılık bulabilsin sevgisine. Eğer sevildiğini hisseder ve anlarsa ve siz de ona hissettirmeyi başarabilirseniz şayet, kendinizi şanslı hissedin çünkü; bir kadın tarafından seviliyor olmanın tadına varabileceksiniz demektir.

Kadın güven demektir verebiliyorsanız aynı şekilde. Ne verirse insan onu alır hesabıyla; eğer siz güven duymak istiyorsanız ona da bu güveni vermelisiniz ki zarar görmesin ilişkinizde ve her telefon çalışında ya da eve her geç gidişinizde sizi kapıda asık suratla karşılayıp; içinden çıkamayacağınız “neredeydin ?, kiminleydin ?” gibi binbir soruyla karşılamasın.

Kadın güçtür; her başarılı erkeğin arkasında yer alan.
Kadın, kadındır her şeyden önce de. Aşk, sevgi, romantizm eşliğinde… Ve yaşamak istedikleriniz yaşattıklarınızdır aslında.

Kadın güzeldir her yaşta. Eğer sizde katkıda bulunabiliyorsanız ona bir şekilde.

Kadın zekidir, tüm erkeklerle boy ölçüşebilircesine.

Ve kadın bir hazinedir… Bu yeryüzünde ki tüm elementleri kendinde barındıran paha biçilmez nitelikte.

Ve kadındır bir erkeği aslında adam eden; bundan adam olmaz denilse bile.

Ve kadın ki; Adem bile Havva’dan beri tüm erkeklerin gözdesi olmayı başarabilmiş yegane varlık bu evrende…

Eğer, bir kadını seviyorsanız ona iyi davranın… Unutmayın ki; sizin anneniz ve kız kardeşiniz / leriniz de bir kadın.

Tüm ülkem kadınlarının ve dünya kadınlarının, 08 Mart Dünya Kadınlar Günü Kutlu olsun. hak ettiğiniz tüm değerlere ve güzelliklere sahip olabilmeniz dileklerimle…

******

Ben kadınım!
Doğuran, besleyen, büyüten
Yeri geldi mi erkeğinin yerine eve para getiren...
Bakan göze, tutan ele mahrem
Babadan olma, anadan doğma
Doğduğu günden itibaren kaderine razı gelen...
Konuşsa ayıp, sussa anlaşılmayan
Ezilen, dövülen, öldürülen
Sevilmeyen, hor görülen, kimliksiz-kayıp
Adı sadece kadın olan kadınım ben
Tüm kayıp kadınlar gibi yaşamadan ölen...

Mehpare ÖĞÜT ŞENGÜL