HAYAT etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
HAYAT etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster


Hayat, yordu bir çoğumuzu...
sınadı elinde olan her şeyle
kelimeler yetersiz kaldı,
ıslandı tüm cümlelerimiz de
ve biz ne zaman bir ohh dediğimizde
derin bir sessizlik çöktü olduğumuz yere...

Mehpare ÖĞÜT









Bahçelievler 7. caddeyi baştan sona gezmeyi çok severim…Bu caddede özellikle güneşin batmak üzere olduğu saatler harika görüntüler verir izleyenlerine…Eşimle, caddeyi dolaşırken, restaurantlarda, cafelerlerde küçük gruplar halinde oturan insanları gözlemleriz…7. caddede rahattır herkes…Kimse kimseyi rahatsız etmez…Özgürce dolaşır her yaşta insan…Cıvıl cıvıldır cadde…Bayılırım böyle ortamlara…Çünkü ben de özgürce hareket edebilmeyi isterim…Şu ne der?..Bu kıyafetim nasıl karşılanır?..Tek başıma rahatça dolaşabilir miyim?..soruları yanıtı ne olursa olsun, rahatsız edicidir…Huzuru bozar…Gençler, rahat kıyafetleriyle birbirleriyle şakalaşırlar…Gülüşürler…Yaşlı insanlar da kısa adımlarla caddede yürürler…Onların tin tin halleri çok hoştur…Bir sahil kasabasını andırır 7. cadde…Denizi eksiktir sadece…Onu da hayal edebilirseniz ne âlâ…Mutluluğunuz kat be kat artar o zaman…Huzur dolar yüreğinize…


Geçen gün 7. caddeyi iç huzuruyla gezerken, tahta barikatlarla çevrilmiş, bir inşaat alanının önünde pejmürde kıyafetli, yüzü kirden ve güneşten simsiyah olmuş oldukça genç bir insan gördük…Boylu boyunca yatıyordu inşaatın önünde…Ürkerek bakıyordu insanlar ona…Hayvan olsa sevgi gösterecek, acıyacak ilgileneceklerdi; ama o başkaydı… Yaklaşmak istemiyordu onu görenler…Korkuyordu…Kimsesizdi o…İnsan olarak doğmuştu; ama şimdi başka bir gözle görülüyordu…Ondan oldukça uzak bir açıyla geçiyordu insanlar…Ağır bir kokusu vardı…Yakın çevresi etkileniyordu bu kokudan…Eşimin elini tuttum…Biraz bekle diye işaret ettim……Durdum, hareketlerini inceledim…Dondurmadan sonra içeriz diye bir küçük su almıştık, istedim onu eşimden…Sonra suyu uzattım onun ellerine…Aldı ve lıkır lıkır içti…Beni gören bir kişi daha yaklaştı usulca…5 TL. attı önüne…Onu da aldı…Herkes acıyan, korkan ve çekinen gözlerle bakıyordu…Sokakta yaşayan kimsesiz bu insan yardım edilmeyi bekliyordu…

Sosyal Hizmet Uzmanı Aziz Şeker, açıklamaları huzur kaçırıcı nitelikte…”Kimsesizler toplumsal bir kategori olarak sosyal-ekonomik durumları tamamen bilinmeyen sosyal gurupların başında gelmektedir…Sosyal devletin baş tacı, liberal devletin baş düşmanı, muhafazakar devletin yerine göre oy sayım zamanlarında temel sosyal reklam deposu; kimsesizler ordusu… Aynı zamanda bu bağımlı ordu ülkemizin de önemli toplumsal sorun alanlarından birisini meydana getirmektedir… Cumhuriyetin kurucusu her ne kadar, “Cumhuriyet kimsesizlerin kimsesidir” dese de, yalnız hastane köşelerinde terk edilmiş veya hastane acillerine bir gece yarısı bırakılıp kaçılmış değil, bazen kırsal dünyada kimi ahır odalarında özel donanımlı bir hücreye hapsedilir gibi koruma altında tutulan insansız; “özürlü” yüzler olarak da görürüz onları… Çoğu, insan olmanın onurunu bir gün bile olsun yaşamadan ölür!...”
Ben kabullenemiyorum kimsesizliği…Onlar da insan…Yaşama hakkı en az bizim olduğu kadar onların da var…Sevgi istiyorlar…Sıcak bir yuva istiyorlar…Hakları değil mi bunları istemek?..Biz de olabilirdik onların yerine…Evsiz, barksız, kimsesiz kalabilirdik…İnsanca yaşama hakkından mahrum bırakılabilirdik…İster miydik sokakta yaşamak…İster miydik itilip kakılmak…İstemezdik elbette!..O halde anlamalıyız onları…Yardım elini uzatmalıyız…Elbette gücümüz oranında…Elbette olabildiğince…
Yalnızlık, bir şekilde giderilir; ama kimsesizlik tarif edilemez bir boşluktur…Düşünebiliyor musunuz kimsenizin olmadığını?..Çıldırır insan…Size destek verecek, arka çıkacak, moral verecek hiç kimsenin olmaması ne acıdır…Kimsesiz çocuklara, kimsesiz yaşlılara devlet mutlaka elini uzatmalıdır…Bir tek kimsesizimiz bile sokakta kalmamalıdır…Sosyal devlet olmanın gereğidir bu…Erdal Sezer’in “Kimsesizler” şiiriyle bitirelim sohbetimizi…

Sorma ismimi bilmiyorum…
Kaldırım derler,
Sokak çocuğu derler,
Hep ezerler…
Olmadı ne anam, ne de beni sevecek babam...
Karanlıktır tek dostum, kaçışımdır kendimden…
Bilmiyorum kimim! Neyim, neciyim…
Nereden geldim, nereye gidiyorum…
Hem sen kimsin, polis misin abi!
Ben bir şey yapmadım, ne olur götürme abi!
Yine dövmeyin beni! Yakmayın canımı…
Karnım aç abi…
Bir simit, bir kuru ekmek, ne olursa yerim abi...

Sevgiyle kalın!..

Asım ERDOĞAN




Her şeyi düzeltebilirmişiz gibi geliyor değil mi? Bütün küslükleri bir gün bitirebilir, bütün gönülleri şak diye alabilir, bütün ertelenmiş dostlukları bir gün ''hadi'' deyip gerçekleştirebiliriz sanıyoruz değil mi? Nasılsa daha zaman var. Nasılsa daha bir ömür yaşayacağız. Nasılsa dünya küçük...
Nasılsa bir yerde karşılaşırız. Oluru varsa tesadüfler yaratır zaten öyle değil mi? Nedir ki acelemiz? Derken...
Ölüm giriverir araya. Bütün planları bozar. Barışmadan, dost olmadan gidiverir o... Baka kalırsın. Elinde bir sürü kelime. Bir dakika dersin. Benim daha sahnem bile gelmedi, nereye?... Kalp kırdıysan bir özür bile dilemediğine yanarsın, kalbin kırıksa bir sitem edemediğine... Öyle kalırsın. ''Neden daha önce gidemedim ona da şu gönlümü al da dost olalım artık demedim'' dersin. Birden fark edersin ki, meğer o kadar zamanımız yokmuş. Meğer bir ömür daha yaşayamayacakmışız. Meğer yolun sonuna gelmişiz...
Ertelemek.. Ah ne feci bir şey. Bu gün değil yarın.. Yarın değil öbür gün... Bu ay değil öbür ay... Sonraki bayram... Belki seneye... Doğru değilmiş. Yapmamak gerekirmiş... Bu gün bir kez daha öğrendim ki, biriyle dost olmak istiyorsan hemen olman gerekiyormuş... Acele etmek gerekiyormuş. Hiç vakit kaybetmemek gerekiyormuş...
Kalbini kıran özür dilemiyorsa dilemesin. Sen istiyorsan dostluğun devam etmesini, o zaman git ona... Konuş onunla... Zaman hızla akıp gidiyor. Bir geri sayım var. Kalan zamanı bizim görmediğimiz bir geri sayım... Tık tık akıyor zaman...
Çok fazla işimize kaptırıyoruz kendimizi. Çok fazla kendimize kaptırıyoruz kendimizi. Çok fazla elimizdeki mutluluklara kaptırıyoruz kendimizi. Çok fazla endişemiz, korkumuz var. Çok fazla gururumuzun esiriyiz. Çok fazla gurur etrafında dönüyoruz. Çok fazla ''asla'' larımız, çok fazla ''hiç'' lerimiz ve çok fazla ''katiyen'' lerimiz var. Çok fazla tükürdüğümüzü yalayalım mı, yalamayalım mı hesabı yapıyoruz...
Çok fazla vazgeçiyoruz. Çok fazla düşünce okumaya çalışıyoruz. Çok fazla okuyamadığımız düşüncelerin yerine kuruntu kuruyoruz. Çok fazla sinirleniyor, çok fazla kin bağlıyoruz... Çok çok çok fazla. Her şeyden çok fazlamız var. Safrayı o kadar basmışız ki gemi hiç hareket etmiyor artık. Gidemiyor. Duruyor öyle orta yerde. Yalan hepsi yalan bunların.

Ölüm var işte..
O yüzden...
Acele etmeli...
Ölüm var..
Yakında veya uzakta...
Ama var işte..



Alıntı





Ellerim ceplerimde yürümeyi severim bazen…Rahatlatır beni bu tür yürüyüş…Hele hiçbir şey düşünmek istemediğim anlarda kurtarıcı olur benim için…Aldırmayan, umursamayan bu tavır, yine de düşüncelerden alıkoyamaz beni…Bir kedinin hızla önümden geçişi, çöp varillerinde torbaları didikleyen bir sokak köpeği ilgimi çeker…Yaşamak için mücadele eden her canlı, değerlidir benim için…Hep söylerim dostlarıma!..Bu dünya nimetlerinden, canlıların tümünün yararlanması kadar doğal bir şey olabilir mi?..Nimeti de külfeti de eşit paylaşmak gerekmez mi?..Keklikpınarı kaldırımlarında yürüyüşümü sürdürüyorum…Hüzün dolaşıyor adeta…Herkes evinde olmalı…Tek tük insan görüyorum yanımdan geçen…Hiç telaşlı değiller onlar da…Belli ki aceleleri yok…Aheste yürüyorlar benim gibi…Evlerinde olanların salon ya da oda ışıkları, karanlığı yırtarcasına gözlerime ulaşıyor…

Bir yaşlı teyze de salonda ayaklarını uzatmış, elinde bastonuyla geleni gideni seyrediyor…Perdeler kapatılmamış…Durup ona bakıyorum…Arka fonda evin içinde gezinen aile üyelerini görüyorum…Bir sofra hazırlığı içindeler…Teyzenin yaşam çizgisini merak ediyorum…Kimdir bu teyze?..O yaşa kadar acaba neler yaşadı?..Kaç çocuğu ya da kaç torunu var?..Kimle evlendi?..Mutlu mu mutsuz mu bugüne kadar sürdürdüğü yaşam?..Sayfalar açılsa bir roman çıkar karşımıza…Her insanın yaşamı bir roman aslında…Birbirine hiç benzemeyen dünyadaki insan sayısı kadar roman…İnsanı tanımak, benim için roman okumak kadar hayati…Dinliyor ve öğreniyorum…Dersler çıkarıyor, değerlendiriyorum…

Yalıkavak’ta denizde sabah saatlerinde kızımla birlikte yüzüyoruz…Açılmayı severiz ikimizde…Uzakta olan ve yanımıza yaklaşmaya çalışan bir bayanı fark ettim o an…İyice yakınlaşınca: “Günaydın!..Nasılsınız?..” diye sordum…Gülümseyerek “İyiyim!..” dedi…Kızıma dönerek ”Aman kızım dikkatli ol!..Gerçi baban yanında; ama sen yine de pek açılma!..” uyarısında bulundu…İlgisi hoşuma gitti…Hangi otelde kaldıklarını sordum…Aynı otelde olduğumuzu sevinerek öğrendim…O akşam, gün batımı için otelin şezlonglarına oturduk ailecek…O bayan geldi…Hemen yanımızdaki şezlonga da o oturdu…Gün batarken biz koyu bir sohbete daldık…Ankaralı olduğumuzu söyleyince irkildi…”Ankara mı?..Çok acı anılarım var benim Ankara ile ilgili…” dedi…Başladı anlatmaya: “İki kızım, bir oğlum vardı…Şimdi bir kızım bir oğlum var…İstanbul’da oturuyoruz…Bundan 20 yıl önce kızım Gazi Üniversitesi’ni kazandı ve Ankara’da kayıttan hemen sonra ona bir ev tuttuk…Babaannesi de gönüllü olarak onunla kaldı…Kayınvalidemin bu fedakârlığını hâlâ unutamıyorum…Son sınıfa kadar her şey çok güzeldi…Ben de zaman zaman onları ziyarete gidiyor, bir eksikleri varsa tamamlıyordum…Çok sevilen bir öğrenciydi kızım…Öğretim üyeleri de arkadaşları da ona hayrandı…Pırlanta gibi bir insandı…Sosyal ve sevecen bir yapısı hemen dikkat çekiyordu…16 yıl önce bir motosiklet kazasında kaybettik kızımı…” Ağlamaya başladı…Eşim de gözyaşlarıyla ona eşlik etti…Benim içim de öyle bir burkuldu ki gözyaşlarıma hakim olamadım, bırakıverdim yanaklarıma…Hızla döküldüler…Üçümüz de ağlıyorduk…

Hemen atıldı…”Sizi üzmek değildi maksadım…Benzetmek gibi olmasın; ama tam kızınızın yaşındaydı…Mezuniyetine bir hafta kalmıştı…Mezuniyet törenini göremedi ne yazık ki…Tabi biz de göremedik…Oysa ne kadar çok istiyordum, onun mezuniyetini görebilmeyi…Arkadaşıyla bir motor gezisi yaparken sarhoş bir sürücünün kurbanı oldular… Kırmızı ışıkta geçmiş ve motora hızla çarpmış, sarhoş sürücünün otomobili…Motoru kullanan arkadaşını da kaybettik ne yazık ki…Yıkıldım adeta!. İnanamadım…”Olamaz!..Olamaz!..” diye haykırdım…Eşim çok rahatsızlandı bu ölüm olayından sonra, çok yıprandı…Kayınvalidem de bu acıya fazla dayanamadı ve iki ay sonra vefat etti… Acımız öyle büyük ki…Ne zaman kızım yaşında birini görsem aklıma geliyor onun zamansız ölümü…Bir torunumuz var…Şimdi bizim her şeyimiz o!..” Gün battı…Yalıkavak öyle bir kızıllığa büründü ki…Eşlik etti sanki bu acıya…O kızıllıkta bir insanda bir roman okuduk biz aslında…Sayfalar dolusu roman…

Hayatımız bir roman hepimizin!..Sayfaları nasıl doldurduğumuz ancak roman kapağı açılınca anlaşılıyor…Kapakları kapalı duran açılmayı bekleyen o kadar çok roman var ki…


Asım ERDOĞAN






İkinci dörtlüğü: “Doymadım,doyamadım sevmelere seni ben / Kimseyi koyamadım yerine yeniden / Saymadım, sayamadım sensiz geçen yılları / Ne inkar ne itiraf bu yalnızca sitem…” olan, Sezen Aksu’nun sevilen ve hiç unutulmayan şarkısını hepimiz biliriz ve söyleriz…Duygu yoğunluğu bir hayli fazla olan etkileyici bir şarkıdır, sitem…Bir Sezen Aksu klasiğidir… Doğa güzelliklerine, sevdiklerimize, dostlarımıza, eşimize, çocuklarımıza, kedimize, köpeğimize doyamıyoruz, bu bir gerçek…Sevgiye doyamıyoruz, gezmeye doyamıyoruz, öpmeye, koklamaya doyamıyoruz…Hayat öyle güzel ki yaşamaya doyamıyoruz…

Arabesk anlayıştaki, “Batsın bu dünya!”, “Allah’ım bu dünyaya ben ne geldim!” isyanlarına hep karşı çıkmışımdır…Bu dünyaya gelmenin bir şans olduğunu, acılara, sıkıntılara ve sorunlara rağmen kısaca her şeye rağmen yaşamanın, nefes alıp vermenin güzel olduğunu kabul edenlerdenim…Yaşamak güzel!..Bakın şöyle bir etrafınıza, görün bütün güzellikleri…Güneşin içimizi ısıtan ışınlarını, denizin kıyıya vuran ve sahili okşayan dalgalarını, renk renk açmış saksı çiçeklerini, kayanın içinde, bulduğu küçücük toprak parçasında çiçek açan kır çiçeğini, şarkı söyler gibi ahenkle öterek daldan dala konan çeşit çeşit kuşları, evinizin bir köşesinde kıvrılıp uyuyan kedinizi, kuyruk sallayarak beni gezdir diye gözünüzün içine bakan köpeğinizi, gülen gözleriyle size koşan çocuklarınızı, günaydın diyerek sabah öpücüğü konduruveren sevgili eşinizi, sıcacık yuvanızı görün…Yaşamak ne güzel diye haykırın!..

Yaşamak güzel!..Sevmek, sevilmek güzel!..”Bu niye olmadı?” “Şu niye bana bunu söyledi?” “Onlar neden beni istemedi?” “Niye bana sormadı?” gibi bizi rahatsız eden soruları, arka arkaya sıralamayın….Bu sorulara bir başladınız mı yaşamınızın karardığını, yaşama sevincinize sekte vurulduğunu, suratınızın asıldığını siz de biliyorsunuz…O halde bu afra tafra niye?..Oysa, her şeyi olduğu gibi kabullenmek gerekir…Arkadaşınızın, dostunuzun, eşinizin huyunu değiştirmeye kalkmayın!..Hem çok yorulursunuz hem de olumlu sonuç alamazsınız…Çünkü, herkes kendi yaptığının doğru olduğuna inanır…Kendini beğenmeyen kim var Allah aşkına?..Birbirine kırgın insanları dinleyiniz…İki taraf da karşı tarafın haksız olduğunu, kendine göre haklı nedenlerle size sıralayacaktır…Hiç kimse, ben haksızım, arkadaşıma karşı haksızlık ettim, demez…Ahh diyebilse keşke, özür de dileyebilse, ne kadar iyi olur; ama dileyemez…Üzüldüğünüzle kalırsınız…Siz olduğunuz gibi görünün, herkesi de olduğu gibi kabul edin, lütfen!..

Yeni doğan güneşin ilk ışıklarına bayılırım…Otelin ya da kaldığınız bir evin balkonundan karanlığı yırtarcasına çıkan bu muhteşem doğuş, yeni günün de müjdecisidir adeta…Bir bardak çay eşliğinde, doğanın sessizliğinde olağanüstü kızıllığı izlemek ne güzeldir…Doymadım, doyamadım ben bu ilk ışıklara…Güneşin batışındaki hüzün de öyle gizemlidir ki…Yerini yavaş yavaş karanlığa bırakırken, yüreğinizde hissedersiniz, terk edilmişliği…Ama olsun!..Ben yine de doymadım, doyamadım güneşin batışını izlemeye…Tekne gezilerine hayranım…Güzel bir koyda tertemiz denizde yüzmek ne harika bir duygudur…Doymadım dostlar, doyamadım pırıl pırıl denizde yüzmeye…Sahilde bir akşam yemeği…Masa donatılmış…Sevdiklerinizle berabersiniz…Dilinizde Türk Sanat Müziği şarkıları…Doyamadım yemek eşliğinde şarkılar söylemeye, inanın doyamadım…Akşam ışıklarında, sahilde sevdiğimle el ele yürümeye doyamadım…

Şırıl şırıl akan dereleri, gürül gürül akan şelaleleri izlemeye doyamadım…Orman içi yürüyüşlere, sevdalara, aşkın kavuran ateşine, şiirlere, türkülere, okumaya, öğrenmeye, öğretmeye, sorgulamaya, eleştirmeye, düşünmeye, direnmeye, isyan etmeye, doyamadım…Ülkemin güzel insanlarına, öğrencilerime, dostlarıma, arkadaşlarıma doyamadım…

Sevgili eşime, canımın en hayati parçası kızıma, anneme, babama, kardeşime, tüm yakınlarıma doyamadım…Yaşamayı seviyorum…Ölüm gelene kadar bu doymazlık sürecek…Nefes aldığım sürece sürecek…

Doymadım, doyamadım sevmelere ben…


Asım ERDOĞAN