Yazma çabalarınızın en başında, genellikle düşüncelerin yetersizliği başlıca sorunu oluşturur.
Hatta yazı makineleriyle yaşamayı öğrenmiş olan birçok profesyonel yazar bile bu zorlukla
karşılaşır. Çoğu edebiyatçı, herhangi başka bir andan, sonunda bu noktaya gelir. Alaysı ve
gülünç biçimde, “Yazacak bir şey bulamıyorum!” der talihsiz yazar kendi kendine ve onun
için çok sıkıntılı olan bu durumda, tiksinti içinde yazmaktan vazgeçer.
Belki de vazgeçmesi gerekir. Yazmak, dünyada kesinlikle bir gönüllü çabadır. Yolun
başındaki yazar, yaşamı ve çevresi hakkında, yazılması mümkün olmayan düşünceler geçirir
aklından. Yazamayınca da suçu yanlış yerde arar ve kurmaca becerisini asla gösteremez.
Yapın hakkında çeşitli düşüncelere sahip olmadan öykü yazmanın mümkün olmadığı açıkça
ortada. Gerçek daha yalın ve daha rahatsız edicidir. Yolun başındaki yazar, iyi öykü
düşüncelerinin ortaya çıkması için gerekli çalışmayı yapmayı reddeder ve başarısız olur.
Düşünceler istemez ama moral güç ister. Şaşırtıcı ve özgün düşünceler bulmak önemli
değildir, çalışmak için yeterli olan sağlam bir düşünce akışının nasıl oluştuğu önemlidir.
Olgun düşünceler ancak olgunluktan, deneyimli insanlardan çıkar. Ama eğer yazar
olgunlaşmayı ve deneyim kazanmayı beklerse, orta yaşta böyle düşüncelere sahip olabilir. Bu
düşünceler de yalnızca olgundur, sanat yapmak için yeterli değildir. Yeteneğiniz, anlatım
alışkanlığınız, her şey öğrencilik yıllarınızdadır.
Öykü düşünceleri oluşturma, bir yöntem sorunu, özellikle bir enerji sorunudur. Edebiyat
kilerleri boş olan birçok genç yazarla bu sorunu tartışarak, çalışmalarıyla ilgili önemli yanlış
anlamalar yüzünden kötü işler çıkardıklarını öğrendim. Bu yanlış anlamaların en önemli olan
üçü üzerinde duralım:

I) Esinlenmeyi beklemek: Genç yazarlar, hatta has edebiyata gönül vermiş olanlar da,
yazmanın bir tür rahiplik işlevi, radyo dalgaları gibi gökten yayılan büyük düşüncelerin
peşine düşerek yapılan kutsal bir sanat olduğunu düşünüyorlar. Gerçekte yazmak çaba
gerektirir. Sözcüklerin kağıt üzerine koyulmasını, bunu birisinin yapabilmesini gerektirir.
Kaçan bir şey yoktur, ama düşünceler vardır. Çalışmak size nasıl yardım edebilir? Yazmak
için, ya bazı düşüncelere sahipsinizdir ya da değilsiniz. Hepsi bu!
Ama hepsi bu değil. Öykü düşünceleri oluşturmak, tıpkı el yazısıyla yazarken olduğu gibi,
örgütlü, enerjik ve dikkatle gerçekleştirdiğiniz çalışmalarınızın bir boyutudur. Eğer
esinlenmeyi beklerseniz, iyi bir düşünceyi hatırlamaktan çok unutmaya hazırlanmış
olursunuz. Öykü düşünceleri oluşturmanın yolu, bunun için bir şeyler yapmaktan geçer.
Düşüncelerinizi ve her türlü gözlemlerinizi not defterlerine, gazete sayfalarına, kağıt
parçalarına yazın. Bunu alışkanlık haline getirin. Malzemelerinizi ilk seferinde fazla
acımasızca sansür etmeyin. Bırakın gelsinler. Daha sonra üstünden geçersiniz. O zaman en
iyilerini alın ve gerisini atın. En büyük yazarlar, ürettikleri yıllar boyunca, daima not defterleri
tutmuşlardır. Sizin bunu daha dikkatli yapmanız gerekir.

Il) Kendine inanmamak: Genç yazarlarda, yazma güdüsü okuma güdüsünden önce gelir.
Büyük yazınsal sanat çalışmaları onu derinden etkiler. Diğerlerinden daha iyi olma
tutkusuyla yakar ve aynı kalitedeki yapıtı daha kısa sürede gerçekleştirebilmesi için aceleci
bir girişimle ileri fırlatır. Saygıdeğer bir tutku! Bununla birlikte, bir genç yazarın ilk
karalaması, bu muhteşem performansıyla üstünde yükseldiği zemin karşılaştırıldığında,
kötüdür. Kendi düşüncelerini basmakalıp, kötü ve çocukça bulur. Konuları büyük
ustalarınkine benzeyen düşüncelerinden ve denemelerinden vazgeçer. Bunlar onun için çok
fazladır. Ve umutsuzluğa düşer.

Genç yazar, hayran olduğu sanatçıların hiçbir zaman tipik olmayan başyapıtlarım nadiren
hatırlar. Bu yapıtlar, bütün bir ömrün ürünlerinden yapılmış dikkatli seçimlerdin En büyük
ustaların kimi başyapıtlarındaki tutku ve Yüceliğe sahip olmadığı için kendi düşüncelerinizi
cesurca ifade etmekten kaçtığınız konusunda, kendinize karşı dürüst değilsiniz. Kendi
köklerinize sahip çıkın, tıpkı ustalar gibi. Kendinize zaman tanıyın. Başka birinin biçimini
taklit etmeye çalışmayın. Kendinize inanın. İlk ürün hiçbir şeydir; yerleşik alandır,
alışkanlıktır her şey.

III) Gerçek yaşamla ilgilenmemek: Genç yazarların on tanesinden dokuzuna, ne konuda
yazmak istediklerini sorun, çok azının cevabı derin olanla, sonsuz olanla, insan olmakla ve
kendi yaptıklarıyla ilgili olacaktır. Hatta yazdıklarını okuduklarında, kendi kendilerine, “Ah,
evet, yaşamla ilgiliyim, bundan eminim,” derler ve yazarlıkta başarılı olabilmek için
ilgilenmeleri gereken düşünceler içine girmezler.

Fark şurada yatıyor: insanlarla olmayı seviyorsunuz; bazı arkadaşlarınız var; dedikoduculuğu
ayırabiliyorsunuz; “karakterler” konusunda okumayı seviyorsunuz ama bu yeterli değildir.
Bütün bunları yapabilirsiniz. Henüz yazınsal düşünceyi, araştırmayı ve çözümsel kavrayışı
içeren gerçek bir ilgi içerisinde değilsiniz. Saldırgan ve dinamik olmayan insanlarla, sabırsız
ve çok dinamik olabilirsiniz. Dinsel ya da ahlaki bir idealist olabilirsiniz. İnsanların ahlak
çöküntüsü sizi şoka uğratabilir. Eğer siz yalnızca onların iyiliğini ve kötülüğünü
düşünüyorsanız, gerçek bir yazınsal duygu içine giremezsiniz. Bir yazarın işi, yargıda
bulunmaktan çok betimlemektir. Edebiyat, insan zaaflarının bir kaydıdır. Bu zaaflarla
ilgilenirken hoşgörülü almalısınız ve onların nedenlerine inerken meraklı bir tahammül
göstermelisiniz.

Yukarıda genel olarak açıklanan düşünceleri uygulayabilmek için, lütfen, birçok genç yazar
tarafından başarıyla uygulanmış olan aşağıdaki önerileri göz önünde bulundurun.

Başlarken: Eğer kendinizi öykü düşüncesi oluşturmaya hazır hissediyorsanız ve yazmak için
yeterli gücü bulamıyorsanız, panik yapmayın. İçinde bulunduğunuz olumsuz durum,
düşüncelere sahip olmamanızdan değil, onları yazmak için gerekli alışkanlığı oluşturmamış
olmanızdan kaynaklanmaktadır. Yapmanız gereken ilk şey, kendi kendinize “yazı makinesi
paniği”ni yenmektir. Herhangi bir şey yazın. Bir yazma alışkanlığı oluşturmaya başlarken,
kağıt üzerine sözcükler düşürmeye başlarken, yazdığınız şeyin kalitesi, yazma ısrarınızı
geliştirmede güvenilir bir yoldur. İlk önce yalnızca niceliksel amaçla yazın. Kendinizi gereken
hızda yazmak için eğittiğiniz zaman, günün ilginç olayları üstüne yüz sözcük söyleyin, bu
notlarınızın niteliğini geliştirmek için çalışmaya başlamaya hazırsanız, onları seçin ve en iyi
düşünceleri alarak belirli bir sitemle öyküleştirmeye başlayın.

Not defterleri ve dosyalar: Her iyi donanımlı yazar, günün ya da gecenin kimi zamanlarında
kısa notlar almak için bir cep defteri taşır ve çalışmalarında kurgu ve taslaklarını öyküleme
ve tasnif etme yollarını bilir. İlk önce uygun boyutlarda kullanışlı bir not defteri edinmek iyi
olur. İkinci olarak, bir ofis dosyası edinmek gerekir. Bir yığın ambalaj kağıdı bile bu amaca
cevap verebilir. Ustalığa giden en iyi yollardan birinin, çeşitli konularla ilgili olarak
dosyalanmış malzemelerin içinden, belirli bir konuyu çoğaltmak olduğunu hatırlayın. Bu
yüzden işinizin mekanik gibi görünen bu bölümünü küçümsemeyin.

Okumalar: Çok okumalısınız. Özellikle öğrencilik günlerinizde oburca okumalısınız. Yaşam ve
dünya ile ilgili bilgilerinizi artırmak için çok okumalısınız ve başka yazarların bu işi nasıl
yaptıklarını öğrenmelisiniz.

Romantizm kompleksi: Bu ifadeyi, kendi yaşam ve çevrelerinin ilginç olduğuna inanmayan
yeni yazarlar için kullanıyorum. Bunlar uzak iklimlerdeki insanların, olayların, yabancıların
daha etkileyici olduğunu düşünürler. Ancak bu durum, yazınsal materyalin miktarının, bir
yerde yaşayan insan sayısı ile orantılı olduğu gerçeğini değiştirmemektedir.

Kendinizi yazın: Kurmaca yazmak bütün sanatlar içinde en mahrem olanıdır. İçinde çok
değerli, kutsal, biricik coşkular taşıdığını düşünen ve bunlarla başkalarını etkileyerek popüler
olmayı uman kişi, başka şeyler yapmalıdır. Emin olun, sizin en iyi yazınız, en çok size ait
olandır. Düşleriniz, tutkularınız nelerdir? Onları yazın. Yaşamınızdaki dönüm noktaları
nelerdi? Hangi etkenleri içeriyordu? Ne oldu? Yaşadığınız her deneyimin önemi nedir? Diğer
insanları onların içine koyarak, bu bunalımlar etrafında öyküler tasarlamaya çalışın. Ama
aynı duyguları ve aynı konuları koruyarak yapın.

Eviniz bir laboratuardır: Çoğu genç yazar kendi evindeki insanlık durumlarına yoğunlaşmış
bir çalışmayla kazanabilir. Kendi aile çevreniz sessiz olabilir ve size oldukça sıradan gelebilir.
Ama ilişkileriniz ve arkadaşlarınızın oldukça dramatize edilmiş hayali önerileri öykü
düşüncesi oluşturmanıza yarayabilir. Örneğin, bir genç kız kardeş ya da erkek kardeş gözlem
altındadır. Onu bir öykü tasarımı içinde izleyin. Ne görüyorsunuz? O ne yapıyor? Onları içine
çeken sorunlar neler? Onun kahramanı kim? Bu kahramana hangi davranışlarla ve nasıl
tapıyor? Kahramanının bazı yüz kızartıcı şeyler yapmış olduğunu öğrendiğini varsayın. Onun
üzerindeki etkisi ne olmalı? Ne yapmayı planlıyor?

Yoğun bireysel çalışmalarınızın yanı sıra, yaşamın bazı özel dönemlerine dokunmanız iyi olur.
ilk elden çalışabileceğiniz özel bir toplumsal soruna eğilmeniz iyi olur. Bu sorunu, özellikle
her evresinin duygusal niteliğini keşfetmek için arayarak çalışın. Sabırlı olun. Eğer eğitim,
boşanma, kent politikası, gençlik ya da çalışma ahlakı gibi konuları seçerseniz, konunuzun
macera, trajik ya da komik yanlarının bulunup bulunmadığına ve hangi noktaya
yoğunlaşacağınıza dikkat etmelisiniz. Herhangi bir mistik “düşünüp taşınma” süreciyle usta
olabileceğinizi tasarlamayın. Yazın!

Yaşamın gizlerini çözün: Bütün gözlemlerinizde, olayların gerisindeki daha önemli nedenleri
araştırın. Büyük insan sorunlarının, bulundukları yeri size göstermek için hoplayıp
zıplamadıklarını, bağırıp çağırmadıklarını hatırlayın. Bir insanlık durumunun en önemli
yanının, onu tanımadan anlatılamayacağı, akılda tutulması gereken en önemli şeydir.
İnsanlar hakkındaki belirsiz düşünceleriniz üzerinde biraz derin düşünürseniz başarılı
olabilirsiniz. “Yazmayan” bir yazar olmayın. Karakterlerin davranışlarını ele veren bütün
ayrıntıları yazmalısınız.

Büyük yazarlardan öğrenin: Bazı yazarlarda karakterler kendileriyle ilgili sözcükler kağıda
düşürülürken ortaya çıkmazlar. Turgenyev, doğru dürüst öykü yazmaya başlamadan önce,
belirsiz, başıboş karakterlere çalıştı. Çehov da başlangıçta benzer şeyler yazdı ve attı.
Neredeyse her yeni başlayan yaza. başlangıç saatini çok fazla erteler. Güzel bir bitiş kurgusu, mükemmel bir yapıt, yüksek tutku umarlar. En büyük yazarlar, tekrar ediyorum, bunu
yapmazlar. Yeni başlayanlar da yapmamalıdır.

Bu yazıda, öykü düşünceleri oluşturma konusunda eksik de olsa bazı doğruları vurgulamaya
çalıştım. Ancak yolun başındaki yazarların, başarılı olma sürecinde anlamakta zorluk
çektikleri gerçekleri belirttim. Bu gerçekler sonuç verici yöntemler gibi görülüyor. Eğer
kuşkunuz varsa, önerilerimi mahkûm etmeden önce onları deneyeceğinizi umuyorum.
Sonuçlarına kefil oluyorum.

 Thomas H. UZELL




"Güzel ama bu neyi kanıtlar?"Bir matematikçi, Goethe'nin "Iphigenie"sini okuduğunda söylemişti bunu: Güzel ama bu neyi kanıtlar? Pek yerinde olmayan bir tümce ama binlerce şiiri karşısına alıyor. Bu tür şiirleri eleştirmek isteyen biri ne yapacağını bilemeyebilir, eleştirilecek birşey yokmuş gibi gelir ona, bildiği tek şey şiirin yazılıp basılmış olduğudur yalnızca. Doyurucu bir yapıtla ilgili olarak söylendi diye, matematikçimizin bu düşüncesini tümüyle yadsımak doğru olmaz. Ona Iphigenie'nin neyi kanıtladığı anlatılabilir; ama eğer bu herhangi başka bir yapıt için yapılamıyorsa, o zaman o yapıt önemsizdir, çünkü içerdiği bir anlam yoktur.

Bir şiirden ilk beklenen, okurunu içerdiği tinsel ortama çekmesidir. Bu, pek önemi olmayan, belirsiz, formal diyebileceğimiz bir işlemdir. Bir şiirin etkileme gücü, yerel, kişiye özel, ulusal ya da sınıfsal alanda kısıtlı kalabilir. Çoğu kişiyi etkisi altına alan şiirlerin, ille de en iyi şiirler olmaları gerekmez. Halkın söylediği şiirler, hiçbir zaman yalnızca halk şiirleri değildir. "Halk"ı etkilemeyen halk şiirleri de vardır. Şunu bilmemiz gerekir: Etkileme gücünü en üst düzeydeki sanat şiirlerinde bulabileceğimiz gibi,en değersiz şiirlerde de bulabiliriz; halk şiirleri kadar sone de, operet şarkıları da, doğum günü şiirleri de etkileyici olabilir.

Bir şiirin, herhangibirini hatta seni, içerdiği tinsel ortama çekiyor olması, henüz bir şeyi kanıtlamaz. -Sana henüz onu okuman gerektiğini kanıtlayamam demek istiyorum.-Şiirlerin bir şeyi kanıtlaması da zor gibi görünüyor. Diyelim ki, bizim matematikçinin karşısına Pisagor teoremini kanıtlayan bir şiir çıktı. O Zaman bu şiirin bir şeyi kanıtladığı sonucuna mı varacaktı acaba? Belki; ama biz ona,"Iphigenie"nin bir şeyi kanıtlamadığını söylediğinde yaptığımız gibi, belki yine karşı çıkardık. Evet, eğer şiir olarak boş ise, derinliği yoksa ve hiçbir ipucu vermiyorsa karşı çıkardık. Matematikçimizi etkisi altına alsa bile, belki de yine karşı çıkardık.

"Güzellik" kavramını ele almaksızın daha fazla ilerleyemeyeceğimiz ortaya çıkıyor. Bu kavrama gereksinim duymamız hiç de ayıp değil, ama biraz sıkılıyor insan. Çünkü son derece belirsiz, çok anlamlı bir kavram; tümüyle "zevk"e bağlı olduğu düşünülüyor, zevk de "bilindiği gibi " bireysel, bu nedenle de "tartışılamaz".

Eğer fizyolojik alandan yola çıkar ve zevki fizksel olarak ele alırsak, o zaman tartışmaya da pek gerek kalmaz. Ağzımıza bir lokma alır, yüzümüzü buruşturur ve "çok ekşi" deriz. Bir mısra okuduğumuzda da, yine tatsız tuzsuz, yavan, zevksiz hatta iğrenç bir şey karşısında olduğu gibi hoşnutsuzluk duygusuna kapılabiliriz. Ayrıca fizyolojik zevkte bile, zevk almayı öğrenme diye bir şey vardır. Bu öğrenme yoluyla olabileceği gibi, yalnızca koşullarımızın değişmesine debağlı olabilir. Zevk değişebilir -fizyolojik olan da değişir-.

Mimariden bir örnek verebiliriz. ileri mimarlarımız son yıllarda yalın bir yapı sanatı üzerinde duruyorlar. Özetlersek, pratik olanı güzel buluyorlar. Burada ilginç olan, işçilerin reaksiyonu. Genel olarak bu yapı sanatını onaylamıyorlar. Düz çizgileri olan evleri beğenmiyor, onları kışla ya da tutukevi olarak adlandırıyorlar, yeni fonksiyonel mobilyaları da zevsiz bulup alabildiğine eleştiriyorlar. Yalın yapı sanatının tüm ürünleri onların ağızlarında yavan bir tat bırakıyor. Neden?
Mimarların çoğu gelişmiş kişiler olduklarından, en önemli ve en ileri sınıf olarak gördükleri işçilere yöneliyorlar ama bir işçi için evin ne demek olduğunu da unutuyorlar. Bir işçi için ev, hiçbir zaman sığınalacak bir yer, tüm gereksinimlerin olabildiğince pratik çözümlendiği bir mekanizma değildir.

Şairin Akıldan Korkması Gerekmez
Şiirlerini okuduğum birkaç kişiyi yakından tanıyorum. Bunlardan bazılarının şiirlerinde, şiir dışı alanlardaki konuşmalarına oranla çok daha az akıl ögesi görülmesi beni hep şaşırtmıştır. Acaba bunlar şiirin salt duygu işi mi olduğunu düşünüyorlar? Acaba salt duygu işi olan bir şey var mı? Eğer var olduğuna inanıyorlarsa, o zaman en azından şunu bilmelidirler: Duygular da aynı düşünceler gibi yanlış olabilir. Bu gerçeğin onları uyarması gerekir.

Birtakım şairler, özellikle de çiçeği burnundakiler, şiir yazarken havaya girdiklerinde, mantığın süzgecinden geçen herşeyin şiirsel atmosferi bozacağından korkarlar. Bu konuda söylenmesi gereken, bu korkunun ahmakça bir korku olduğudur. Büyük şairlerin yaratma eylemlerini konu alan yazılardan bilindiği üzere, onların şiir yazarken içine girdikleri atmosfer hiçbir zaman, öyle sağgörülü, soğukkanlı bir düşüncenin bozabileceği türden, yüzeysel, dengesiz, çabucak geçecek bir ruh durumuna benzemiyor. Belirli bir coşku ve uyarılma durumu hiçbir zaman soğukkanlılığın doğrudan doğruya karşıtı değildir. Hatta şunu da kabul etmek gerekir; düşünsel ölçütlere uyma konusundaki isteksizlik, şairin içinde bulunduğu atmosferin son derece verimsiz olduğunun bir göstergesidir. O zaman şiir yazmayı bırakmak gerekir.
Şiirin başarısı, duygu ve aklın eksiksiz uyumuna bağlıdır. Birbirlerini çağırıyorlar mutlu: Karar ver hangisi, o mu, bu mu!

Şiiri Elekten Geçirmek
Amatör şair, şiire düşkünlüğü arttığında, şiirinin yaprakları tek tek koparılan bir çiçek gibi incelemesinden hoşlanmaz; tomurcuk gibi narin oluşumlardan koparılan sözcük ve imgeler ile getirilen katı mantık onu rahatsız eder. Buna karşı söylenecek söz, çiçeklerin bile içine birşey batırıldığında solmadığıdır. Şiir eğer, yaşayacak güçteyse, zaten yaşar ve en güçlü operasyonlara bile dayanır. Yek bir kötü mısranın bir şiiri hiçbir zaman tümüyle yok edemeyeceği gibi, tek bir iyi mısra da onu kurtaramaz. Kötü mısraları duyumsayıp ortaya çıkarma, bir başka yeteneğin öteki yüzüdür; kendisi olmadan şiirden gerçek anlamda zevk almanın söz konusu olamayacağı bu yetenek, iyi mısraları duyumsayıp ortaya çıkarma yeteneğidir. Bir şiir bazen çok çabuk yazılır, bazen de uzun çalışmalar gerektirir. Amatör şair, eğer şiiri ulaşılmaz görüyorsa, birşeyi unutuyor demektir; şiiri yazan şair, okurun da yaşayabileceği türden sıradan duyguları onunla paylaşmak istemektedir; ancak, şiirin formüle edilmesi bir işlem sonucudur; geçici olan durağanlaştırılmış, bir ölçüde masif bir görünüm kazanmıştır. Şiiri uzlaşılmaz gören kişinin, ona yakınlaşması da zordur. Eleştirel ölçütlerin uygulanmasında özde yatan yine de hazdır. Bir gülün yaprakları tek tek koparıldığında, her biri ayrı güzeldir.

Eleştirel Tutum
Eleştiriyi ölü, verimsiz, zaman aşımına uğramış bir şey olarak düşünmek çok yanlış.Kritiğin böyle algılanmasının yaygınlaşmasını Bay Hitler ister. Gerçekte ise eleştirel tutum, tek verimli olan, insana özgü olandır. Eleştirel tutum, işbirliği, ileriye yöneliş ve yaşam demektir. O olmadan, sanattan gerçek tat alınamaz.

Varoluşumuzun artık politikadan soyutlanamadığı günümüzde, eğer şiirin üretim ve tüketimi mantık ölçütlerinin ortadan kaldırılmasına bağlı olsaydı, o zaman şiirin varlığını sürdürmesi de söz konusu olamazdı. Duygularımız (içgüdüler, coşkular) tümüyle paslanmış durumda olup, maddesel gereksinimlerimizle sürekli bir çatışma içinde bulunmaktadır.

Eleştiri, hoşa gitmeyen bir kusur bulma işlemi biçiminde olsa bile, hiçbir zaman haz almayı engellemez. Proleterya eğer eleştiriyi zevkle yerine getirme yeteneğine sahip olmazsa, burjuva kültür mirasına nasıl sahip çıkabilir? Tarihsel bilinç eleştirel bilincin kendisidir; o olmadan proleteryanın bunu gerçekleştirmesi olanak dışıdır; bu bilinmelidir. Burada yapılması gereken, nesnenin içinde bir zamanlar yetkin olanın duyumsanmasıdır; bu yetkinlik zamanla olumsuza doğru bir değişim göstermiş, yetkinliğin içindeki öz artık görünmez, kırıcı bir deyişle, artık tat alınamaz duruma gelmiştir.

Bertolt BRECHT

Çeviren: Yıldız ECEVİT
 Kaynak : http://www.halksahnesi.org/yazilar/siir_mantik/siir_mantik.htm





gönlümdekileri yazsam aklımdakiler şaşar
yaram derindir mecalim yok sözle işgale
ne derlerse desinler sevdim, seveceğim ömrüm oldukça
İster yerin üstünde, isterse yerin altında 
durana kadar dünya döndüğü müddetçe...

Mehpare ÖĞÜT ŞENGÜL
2017


İnsanın içindeki yalnızlığını başka birinin yalnızlığı ile paylaşmak istemesi kadar doğal ne olabilirdi ki ! Gördüğüm gördüğün olsun, dokunduğum dokunduğun ve öptüğün dudaklarım. Bir tek, bir tek kalbim var sana verebileceğim. Bir de tutman için sana doğru uzanan ellerim.

Geç kalınmış bir birliktelik belki de bizimkisi. Yıllar içerisinde acıları yoğurduğumuz, hüzünlerde boğulduğumuz, mutluluğun adını bile unuttuğumuz. Unuttuğumuz diyorum,  sahi biz en son ne zaman mutlu olmuştuk.  Ne zaman ağız dolusu gülmüş ve ne zaman bir “ohh” çekmiştik.  Çok gerilerde kalmıştı muhtemelen ve o gün bugün değin yalnızlığımızla birleştirip ruhumuzu, amaçsızca dolaşıp durmadık mı yeryüzünde.

Hep bir arayış içerisinde, hep bir sorgulayışın peşindeydik bunca zamandır. Peki ne geçti elimize. Koca bir hiç değil mi! Oysa, onca arayış içerisinde beklentilerimizi karşılayacak bir şeyler olmalıydı bu hayatta! Olmalıydı ama olmadı. Üzüldük, kahrolduk ya sonra,  ne geçti elimize! Hiçbir şey. Demek ki bunca üzülmeye,  bunca düşünmeye değmezmiş yaşadıklarımız. Olsun varsın. Bunların hepsi de bizim için bir deneyimdi. Deneyim olmadan yaşamı öğrenmek ise mümkün değildi. Çünkü yaşam deneyimler sonucu oluşuyordu ve her deneyim, kişiliğimizi geliştirmek ve ruhumuzu yüceltmek adına önemliydi, gerekliydi… Ve işte şimdi, tam da olmak istediğimiz gibi, ait olduğumuz yerdeyiz.

Sen Ben’de Ben Sen’deyim… Var mı ötesi…

Mehpare ÖĞÜT ŞENGÜL

2017 “Sana Dair Karalamalarım”


“İnanç, göremediklerinize inanmaktır; bu inancın ödülü ise inandıklarımızı görmektir…”

 Kim söylemiş bu güzel sözü bilmiyorum, geçenlerde gazetede bir köşe yazarı tarafından günün sözü olarak yazılmıştı…

 Aklıma takıldı, yoğunlaştım bu sözün üstüne, inandığım şeyler hep göremediklerim miydi, ve en sonunda inandıklarımı görebiliyor muydum diye…

 İnançla hayal arasında nasıl sıkı bir bağlantı vardır diye…

 Hayatta bir şeylere inanmak, yaşama bağlı olma isteğini arttırır, bunu bir çok kez yaşadım, gördüm…

 Fakat şu bir gerçektir ki, bir şeylere inanmakla bitmiyor olay…

 Çaba gerekiyor, emek gerekiyor, olumlu düşünce gerekiyor ve hayalleri inanca, inancı gerçeğe çevirmek gerekiyor…

 Bunlar olmazsa, kalbimizdeki inanç, göremediklerimize inandığımız ve bu inandıklarımızı en sonunda göremediğimiz için dünyamızı karartıyor, bizi bambaşka bir insana çeviriyor…

 John Fowles, “Fransız Teğmenin Kadını” adlı o mistik romanında, Charles adlı zengin bir soylunun Sarah adında bir hizmetçiye bir anda aşık olup, onun ortadan kaybolmasından sonra içindeki o nerden geldiği belli olmayan büyük bir inançla yıllarca izini sürmeye başlar bu esrarengiz kadının….

 Nerde olduğunu bilmeden, şehir şehir dolaşarak, günlerce, aylarca sürer bu arayış…

 Ne olursa olsun Charles’ın içindeki inanç bitmez, tek dayanağı odur çünkü…

 Göremediği bir şeye inanmıştır ve ne yazık ki,

 Başka güvenebileceği bir şey kalmamıştır…

 Ne olursa olsun sevdiği kadını bulacaktır, onu göremese bile ona inanmaktadır, onun yanında olmasa bile onu sonsuz bir aşkla sevmektedir….

 Peki siz olsanız ne yapardınız?

 Kısa bir süre içinde gördüğünüz bir insana çılgınlar gibi aşık olduğunuzun biraz geçte olsa farkına varsaydınız ve ona koşarak gittiğinizde yerinde bulamasaydınız, üstelik nereye gittiğine, kimin yanında olduğuna dair en ufak bir detay bile öğrenemeseydiniz, ama ne olursa olsun içinizde bir inanç olsaydı?

 Ben bu kitabı okurken Charles istediği kadar inançlı ve inatçı olsun, ne olursa olsun Sarah’ı asla bulamayacak ve bu kayboluşun etkisi bir kabus gibi çökecek onun yaşamına diye düşünüyordum…
Ama öyle olmadı…

 Yüreğindeki inanç, Charles’ı sevdiği insanı bulmak için zorladı, gidebileceği her yere gitti, bakabileceği her yere baktı, girip çıkmadığı yer kalmadı…

 Gazetelere ilan verdi, özel dedektifler tuttu, yolda gördüğü herkese onu sordu….

 En sonunda günün birinde Londra’da Sarah’ı bulmaları için tuttuğu özel dedektiflerden onun bulunduğuna dair bir telgraf aldı, koşa koşa gitti ona, içindeki inancın bir gün gerçekleşmiş olmasının verdiği sevinç ve hüzünle….

 Onun yanına geldiğinde gördü ki, karşısında artık sevdiği insan yoktu…

 Evet, görmediği bir şeye inanmıştı yıllarca ve bunun ödülü olarak en sonunda onu görebilmişti…

 Ama acı bir hüsranla bitti bu inancın sonu, Sarah onu çılgınlar gibi sevdiğini bildiği halde Charles’a “uğraşacak yeni ve daha güzel şeyler” bulduğunu, hatta yaşamında başkasının olduğunu söyleyerek bu inancı, bu yarınlara umut veren sevgiyi bir anda yok etti…

 Charles, onca zaman göremediği bir şeye yürekten inanmış ve bunun ödülü olarakta onu en sonunda görebilmişti, ama tüm bu umut, çaba ve inanç onun hayatını mahvetmekten başka bir işe yaramadı…

 Bu trajedinin sonu şu cümlelerle anlatılıyordu:

 “Hayat, gizemli kurallar ve gizemli seçimler nehri, ıssız bir kıyı boyunca akıyordu; diğer ıssız kıyı boyundaysa Charles şimdi yürümeye başlamıştı, kendi cesedinin taşındığı bir cenaze arabasının ardından yürüyen bir adam gibi. Mutlak bir intihara doğru mu yürümektedir? Sanmam; çünkü, sonunda kendinde bir inanç zerreciği bulmuştur, üzerinde bir şeyler inşa edebileceği gerçek bir benzersizlik…hayatın bir simge olmadığını, tek bir bilmece ve onu bilememekten ibaret olmadığını, tek bir yüzü olmadığını ve zarlar bir kere kötü gelmişse hemen bırakılamayacağını anlamaya başlamıştı….”

 Evet, Charles’ın inancı gerçekleşmişti ama boşa çıkmıştı…

 İnanmanın ona verdiği ödül acı bir deneyimden başka bir şey olmamış, belki onu daha güçlü ve olgun yapmış belki de insanlara ve sevgi kavramı üstüne güvensiz ve olumsuz bir bakış açısı kazandırmıştı…

 Hayatta her şey gelebilir insanın başına, kesin olan tek bir şey vardır ki, tüm inançlarınıza, umutlarınıza, beklentilerinize, hüsran ve hayal kırıklıklarınıza rağmen dünya dönmeye devam ediyor ve inancınız bir kez olsun boşa çıktıktan sonra her şeyden vazgeçmek yapılabilecek en basit şey oluyor…

 Siz ne yapardınız bilmiyorum, ama eğer benim sevdiğim insan ansızın ortadan kaybolsaydı ve içimde hala bir şeyler olduğunu hissetseydim, ne olursa olsun onu bulurdum, en azından içimde kalanları söylerdim ve kendi iç huzuruma kavuşurdum….

 Tüm bunları yapabilmek ve yürekten hissedebilmek için göremediğim bir şeye inanmak pahasına, sırf o sevginin varlığı, o sevgilinin yokluğu içimi acıtmasın, beni saplantılı bir varlığa çevirmesin diye, durmaksızın arardım onu….

 Bulduğumda karşıma nasıl ve ne tavırla çıkacağını bilmeden, kalbimdeki inançla, her şeyi göze alarak…

 Çünkü sonunda ne olursa olsun, inancımın ödülünü alacağımı bilirdim ve karşı taraf ne yaparsa yapsın, inancımın verdiği ödül, içimde kalanların dışarıya vurulması ve karşımdaki insanın ne olursa olsun onu sevdiğimi bilmesi bana yeterdi…

 Belki size az şeyle yetinmek gibi görünebilir tüm bunlar, ama ne kadar inanırsanız inanın, sonunda elde edeceğiniz ödül sizin istediğiniz gibi olmayabilir…

 Bir gün taparcasına sevdiğiniz insanın karşısına çıkıp onu ne kadar sevdiğinizi, onun için her şeyi göze alabileceğinizi söylediğinizde size hiç ummadığınız bir şekilde karşılık verebilir…

 Belki içinizdeki inanç hüsran dolu bir hayal kırıklığına, belki de eşi benzeri bulunmayan bir mutluluğa sebep olabilir, ama tam olarak ne olacağını kimse bilmez…

 Charles sevdiği insanı bulacağına inanmasaydı belki de içinde kalan sözlerle, hislerle ve yok olan sevgilisinin hayaliyle günden güne kötüye gidecek, belki de intihar edecekti…

 İnandı ve buldu, ödülünü aldı…

 Belki istediği ödül bu değildi ama hiç değilse içinde kalan tek bir şey olmadı, yapabileceği, söyleyebileceği her şeyi söyledi…

 Sonra yaşamaya devam etti…

 Böyle platonik bir aşkın acısından sonra bile bir “inanç zerreciği” buldu içinde…

 Çünkü bir kere inanıpta hüsrana uğramak, bir daha hiçbir şeye inanmamanız anlamına gelmez, aksine sizi daha çok inanmaya ve kendinize güvenmeye teşvik eder…

 Tabi bu görüş, bakış açısına göre değişir…

 Hayat, öyle mistik, tuhaf, beklenmedik ve farklı kavramlar barındırır ki içinde, yaşayan varlıklar olarak bir şeylere inanmak, bir şeyleri umut etmek ve bir şeyler yapabileceğimize inanmaktan başka bir seçeneğimiz yoktur…

 Her şey istediğimiz gibi olmayabilir, çünkü çoğu şey bizim kontrolümüzde değildir…

 En azından inançlarımızı biz kontrol edebilir, ne olursa olsun sonunda göremediklerimize inanmanın ödülünü kazanmanın mutluluğunu yaşayabiliriz…

 En azından sevgi ve saygımızı biz kontrol edebilir, ne olursa olsun en sonunda ulaşılmaz sandıklarımızı sevmenin ve belki de sevilmenin ayrıcalığını yaşayabiliriz…

 “İnanç, göremediklerinize inanmaktır; bu inancın ödülü ise inandıklarımızı görmektir…”

 Bu ödülün ne olacağını bilmeden, tatlı bir sürprizle mi yoksa sizi yıkmaya yetecek bir hüsranla mı karşılaşacağınızı bilmeden, inancınıza güvenerek yola çıktığınızda, bence kaybedecek fazla bir şeyiniz yoktur, en sonunda kazanacağınız ödül olumlu veya olumsuz da olsa, sizi daha farklı ve güçlü bir insan yapmaya yetecektir…

 Kaynak: “Fransız Teğmenin Kadını” John Fowles, Ayrıntı Yayınları, 2000, İstanbul
 Hatice Mine BAHADIR



Çin Bambu ağacının yetişmesi, olumlu ısrar için güzel... bir örnektir.

Çinliler
bu ağacı şöyle yetiştirir:
Önce ağacın tohumu ekilir, sulanır ve gübrelenir.
Birinci yıl tohumda herhangi bir değişiklik olmaz.
Tohum yeniden sulanıp gübrelenir. Bambu ağacı ikinci yılda da toprağın dışına filiz vermez.
Üçüncü ve dördüncü yıllarda her yıl yapılan işlem
tekrar edilerek bambu tohumu sulanır ve gübrelenir.
Fakat inatçı
tohum bu yılda da filiz vermez.
Çinliler büyük bir sabırla beşinci
yılda da bambuya su ve gübre vermeye devam ederler.
Ve nihayet
beşinci yılın sonlarına doğru bambu yeşermeye başlar ve altı hafta gibi kısa bir sürede yaklaşık 27 metre boyuna ulaşır.

Akla gelen
ilk soru şudur :
Çin bambu ağacı 27 metre boyuna altı hafta da mı
Yoksa beş yılda mı ulaşmıştır?
Bu sorunun cevabı tabii ki beş yıldır.
Büyük bir sabırla ve ısrarla tohum beş yıl süresince sulanıp gübrelenmeseydi ağacın büyümesinden hatta var olmasından söz edebilir miydik ?...

Bir
başarının şartları her zaman çok basittir.
Bir süre için çalışın,
Bir
süre tahammül edin.
Her zaman inanın

Ve hiç bir zaman geri dönmeyin...






Bir gün sormuşlar ermişlerden birine:

-Sevginin sadece sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark vardır? -Bakın göstereyim, demiş, ermiş:

Önce sevgiyi dilden gönüle indirememiş olanları çağırarak onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi oturmuşlar yerlerine. Derken tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş ve arkasından da 'derviş kaşıkları' denilen bir metre boyunda kaşıklar. Ermiş sofradakilere,

"Bu kaşıkların ucundan tutup öyle yiyeceksiniz." diye bir de şart koymuş. Peki!" deyip içmeye teşebbüs etmişler. Fakat o da ne? Kaşıklar uzun geldiğinden bir türlü döküp saçmadan götüremiyorlar ağızlarına. En sonunda bakmışlar beceremiyorlar, öylece aç kalkmışlar sofradan.

 Bunun üzerine, "Şimdi.." demiş ermiş:

-Sevgiyi gerçekten bilenleri çağıralım yemeğe. Yüzleri aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen ışıklı insanlar gelmiş oturmuş sofraya bu defa. "Buyurun." denilince, her biri uzun boylu kaşığını çorbaya daldırıp, sonra karşısındaki kardeşine uzatarak içirmiş. Böylece her biri diğerini doyurmuş ve şükrederek kalkmışlar sofradan.

"İşte!" demiş ermiş ve eklemiş:


-Kim ki hayat sofrasında yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse, o aç kalacaktır. Ve kim kardeşini düşünür de doyurursa, o da kardeşi tarafından doyurulacaktır. Şüphesiz ve şunu da unutmayın, hayat pazarında alan değil, veren kazançtadır daima.

Hepimizin sofrasında, yüreğinde; sevgi, dostluk, kardeşlik olsun...



Bir şeyin olmasını çok istiyor ancak olmuyor mu, neden olmuyor diye soruyor musun kendine yoksa zaten olmayacağı bellimiydi diyorsun…. Yanlış yapıyorsun. Bu evrende olmayacak ne olabilir ki. Yer gök dua ile kurulmuşken. “Olmuyor”, “Belliydi olmayacağı” gibi söylemler yerine istediğin şeyi doğru olarak istiyor musun düşün bir kere. Belki de tüm sorun ve sorunun cevabı burada yatıyor. Olamaz mı olabilir… Şimdi gözlerini kapa ve sadece kalbinin atışlarını duy. Şu anda neyin olmasını istiyorsan çok samimi bir şekilde iste Rabbinden. İstemeyi bilmiyorsan o zaman sorun sendedir demek ki… Ve bir kere değil olana kadar iste.

Her sabah gözlerimizi açtığımızda yeni bir hayatın başlangıcı müjdeleniyor bizlere. Şükürler olsun bugüne de uyandık diyebilmek nasıl da güzel bir söylemdir. Bugünü de gördük. Göremeyebilirdik de. Bu, Yüce Rabbimizin takdiridir ki hayat ibremiz durmuş ise bunu değiştirmek elimizde değildir. Evet, yeni bir güne uyandık. Çok şükür Allah’ım. Bugün hava çok güzel, bugün her şey gözüme bir başka güzel görünüyor. Bugün çok güzel bir gün olacak ve ben çok iyi biriyim, harikayım, güzelim. Çünkü Yaradanın bahşettiği tüm iyilik ve güzellikleri kendimde taşıyorum. Kendime güveniyor ve kendimi seviyorum… İşte size enerjinizi yükseltecek ve sizi pozitif hale getirecek olumlamalar… Bunları yapmak zor mu sizce ? Hayır, elbette değil. Önemli olan sadece yapmak. Düşünün bir, sabah kalkıyorsunuz ve suratınız bir karış. Yanınızdaki eşiniz, partneriniz ya da aile üyelerinize o asık suratınızla günaydın demek mi sizi ve onları daha mutlu eder yoksa güler yüzle söylenen bir günaydın cümlesi mi. Ya size, nasıl söylenmesini isterdiniz. İnsan olarak üzerimizde büyük bir enerji taşıyoruz ve maalesef bu enerjimizi doğru kullanmıyoruz. Eğer enerjimizi doğru olarak kullanırsak inanın ki günümüz beklentimizin de üzerinde olacak ve bu enerjimizi hem evimizde, hem de çalışma ortamımızda ve gittiğimiz her yerde yayacağız tıpkı kullandığmız parfüm gibi. İş yerinizde, evinizde, arabanızda mutlaka meditasyon müziklerini dinlenmenizi tavsiye ediyorum. Bu sizi ruhsal olarak sakinleştirecek, ruhunuzu dinlendirecek ve kendinizi zinde hissetmenize yarayacaktır. 

Örnek olarak kendi dinlediğim
https://www.youtube.com/watch?v=GbD91FnNaqg müzikleri size tavsiye ediyorum…

Kendimce paylaştıklarımdan sonra olumlamanın tanımı nedir ? diye bir soru soracaksınızdır elbette.

Olumlama;
1 . Olumlamak eylemi.

2.MANTIK TERİMİ
terimleri arasında olumlu bağıntı, ilinti bulunan, olumlu bir önerme öne sürme, şeklinde tanımlanmaktadır.
"Bütün insanlar ölümlüdür dersek, insanla ölüm arasında bir bağıntı bulunduğunu öne süreriz ki bu olumlamadır"

Aslına bakarsanız olumlama yapmak demek pozitif düşünmek demektir. Bu yüzden ağzımızdan çıkacak her bir kelimenin ve düşüncenin önemi çok büyüktür. Öyle ki olumlama yapmanın ilk ve en büyük şartı pozitif düşünmek ve evrene mesajımızı doğru olarak iletmektir. Biraz önce yukarıda demiştim ki güne güzel başlamak, gülerek günü karşılamak ve kendimizi sevdiğimizi söylemek bizi iyi hissettirecek ve güne pozitif olarak başlamamıza neden olacaktır. Ve tabiî ki de dua etmek. Duanın gücü bütün evrenin kapılarını size açacaktır. Çünkü dua ve olumlama aslında aynı şeylerdir. Yaptığınız her olumlama Yaradana ulaşan dualarınızın bir karşılığıdır. Dua edin. Her nerede olursanız olun duanızı ne kendinizden, ne evinizden ne de çevrenizden esirgemeyin. Dua etmek bir terapidir, Yaradan ile sizin aranızda olan… Çünkü bize, düşündüğümüz ve istediğimiz her şeyi veren sadece ve sadece Yüce Allah’tır. Aklımızdan ve kalbimizden geçen ve dilediğimiz her şey düşüncelerimiz, yaydığımız o büyük enerji ile Allah’a anlık ulaşmakta ve O’da zamanı geldiğinde bize onu vermektedir. Yeter ki istemeyi bilin.
Ben size kendimden bir örnek vermek isterim bu konuda…
Ben, yedi yıl önce kaybettim babamı. Mide kanseri teşhisi konulmuştu ve o gün beynimden aşağı kaynar sular dökülmüştü. Hocalar en fazla altı ay yaşar demişti. O an hissettiğim duyguyu tarif etmem imkansız size. Altı ay yaşar, sonrası yok… Hiçbir şey düşünemez haldeydim. Anneme, kardeşime nasıl diyecektim bunu. Şu an vardı ama altı ay sonra yoktu. Bunu kabul etmek imkansızdı. O an için karmakarışık düşünceler içerisindeydim. Günlerimiz hastane ve ev arasında geçmeye başlamıştı. Birçok kişiden gün geçtikçe ağrılarının artacağını ve hatta dayanılmaz olacağını duymuştum. Ama hiç de öyle olmadı. Çünkü babam kendisi için hep “Allah şifalığımı verecek” diye söylemlerde bulunuyordu. Aslına bakarsanız babam kendince olumlamalar yapıyordu. Ve ben bir gün internet ortamında tesadüfen izlediğim bir video sonunda aslında bu hastalığın korkulacak bir hastalık olmadığını, sıradan basit bir grip virüsü olarak düşünmeye başladım. İzlediğim video “Top Secret” adlı bir belgeseldi. Bu belgeseli özellikle aramadım ama nasıl olmuştu da benim önüme gelmişti hala anlamış değilim. Bu belgeselde olumlu düşünmekten, olumlu düşünmenin bize geri döneceğinden ve mesajımızı evrene doğru iletmemizden bahsediyordu. Evet, bu çok güzel bir şeydi. Olumlu düşünmek… En kötü anımızda bile… Babamın hastalığı kötü bir hastalıktı ve ne yazık ki bu hastalığın evreleri olduğundan ilerlemeye başlamıştı. Benimse tek isteğim babamın hiçbir ağrı çekmemesi, canının yanmamasıydı. Bu belgeseli izledikten sonra içimde öylesine bir rahatlama oldu ki anlatamam sizlere. Gerçekten de bu adı kötü olan sıradan bir hastalıktı. Demek ki pozitif düşünmek babamı iyileştirmese bile en azından acı çekmesini önlemişti. Çünkü benim yaydığım enerji babama da yansıyor, onu rahatlatıyordu. Ve o hiçbir zaman iyileşme ümidini kaybetmemişti. Ve en fazla altı ay yaşar diyen hocalara inat on ay yaşadı. Ve ölümü de bir o kadar güzel oldu. Ölümden korkan biri olarak ilk defa babamda gördüm ölümün güzelliğini. Ruhunu teslim ederken nasıl da rahat bir şekilde bedeninden vaz geçtiğini. Rabbime şükürler olsun milyon kere. Ve her zaman şükretmeye devam edeceğim bana, aileme, sevdiklerime verdiği ve vermediği şeyler için de.. Veriyorsa da vermiyorsa da bir nedeni vardır. Yeter ki istemeyi bilelim insan olarak, kul olarak, dua edelim, olumlama yapalım ve enerjimizi yayalım çevremize.


Güne pozitif başlayın, olumlama yapın, dua edin, şükredin…. Her gününüze…


Sevgiyle
Mehpare ÖĞÜT ŞENGÜL 




İki oğlan çocuğu rıhtım duvarının üstüne oturmuş zar atıyorlardı. Adamın
biri, bir heykelin basamakları üstünde, kılıç sallayan kahramanın gölgesinde
gazete okuyordu. Kızın biri çeşme başında bakracına su dolduruyordu. Bir
meyve satıcısı malının yanı başına uzanmış gölü seyrediyordu. Bir meyhanenin
iç tarafında iki adamın şarap içtiği, açık kapı ve pencere deliklerinden
bakınca görülüyordu. Meyhaneci ön tarafta bir masada oturmuş kestiriyordu.
Bir kayık, suyun üstünde taşıyorlarmış gibi yavaşça, küçük limana giriyordu.
Mavi giysili bir adam karaya çıktı ve halatları halkalara geçirdi. Gümüş
düğmeli siyah elbise giymiş öteki iki adam da, kayıkçının arkasında bir
sedye taşıyordu; sedyede, iri çiçek örnekleriyle süslü, kenarları püsküllü
ipek bir örtünün altında bir insanın yattığı anlaşılıyordu.

Rıhtımda hiç kimse bu yeni gelen kişilerle ilgilenmedi; henüz halatlarla
uğraşan sandal kaptanını beklemek için sedyeyi yere koyduklarında bile hiç
kimse onlara yaklaşmadı, bir soru yöneltmedi, dikkatle bakmadı.

Kaptan, kucağında bir çocukla ve saçları dağınık halde sandalda beliren bir
kadın yüzünden biraz daha oyalandı. Sonra bu yana geldi, sol tarafta suyun
yakınında, yukarı dosdoğru yükselen sarımsı, iki katlı bir binayı gösterdi,
taşıyıcılar sedyeyi kaldırdılar ve alçak, ama ince sütunlardan oluşan bir
kapıdan içeri götürdüler. Küçük bir oğlan pencerenin birini açtı,
taşıyıcıların evde gözden kaybolduğunu görünce çabucak pencereyi gene
kapattı. Ardından kapı da kapandı; kapı siyah meşe ağacından özenle
yapılmıştı. O ana kadar çan kulesinin etrafında uçuşan bir güvercin sürüsü
evin önüne kondu. Güvercinler yemleri bu evde saklanıyormuş gibi, kapının
önüne toplandılar. Bir tanesi birinci kata kadar uçtu ve pencerenin camını
gagaladı. Bunlar açık renkli, bakımlı, canlı hayvanlardı. Sandaldaki kadın
engin bir hareketle güvercinlere yem attı, onlar da yem tanelerini
topladılar ve sonra kadına doğru uçtular.

Silindir şapkasında siyah matem bandı bulunan bir adam, limana giden dar ve
dik sokaklardan birinden indi. Dikkatle etrafına bakındı, buradaki her şey
canını sıktı, bir köşede bulunan çöplerin görünümü karşısında yüzünü
buruşturdu. Heykelin basamakları üstünde meyve kabukları vardı, geçerken
bastonu ile bunları aşağı doğru itti. Odanın kapısını vurdu, aynı zamanda da
silindir şapkayı siyah eldivenli sağ eline aldı. Kapı hemen açıldı, sayıları
elliyi bulan küçük oğlan uzun koridorda bir halka oluşturdular ve eğilerek
selamladılar.

Sandalın kaptanı evin merdiveninden aşağı indi, adamı selamladı, yukarı
çıkardı, birinci katta onunla birlikte ince yapılı, süslü localarla çevrili
avluyu dolaştı ve ikisi de, oğlanlar saygı işareti anlamına gelen bir
uzaklık bırakarak arkalarından gelirken, evin arka tarafındaki serin ve
büyük bir odaya girdiler; bunun karşısında başka ev yoktu, yalnız çıplak,
gri siyah bir kaya duvarı göze çarpıyordu. Sedyeciler, sedyenin baş tarafına
birkaç uzun mumu dikmek ve yakmak işiyle uğraşıyorlardı, ama bunun sonucu
aydınlık meydana gelmedi, yalnızca biçimsel olarak önceden var olan gölgeler
kıpırdadı ve duvarlarda oynaştı. Sedyenin üstünden örtüyü kaldırdılar,
içinde saçı sakalı yabansı biçimde birbirine karışmış, teni güneşte yanmış,
galiba avcıya benzeyen bir adam yatıyordu. Hareketsiz yatıyordu, görüldüğü
kadarı ile soluk almıyordu, gözleri kapalıydı, gene de onun bir ölü
olabileceğini yalnızca çevresi sezdiriyordu.

Adam sedyeye yaklaştı, elini orada yatanın alnına koydu, sonra diz çöküp dua
etti. Kayıkçı odayı terk etmeleri için taşıyıcılara işaret verdi, çıktılar,
dışarda toplanmış olan çocukları dağıttılar ve kapıyı kapadılar. Ancak bu
kadar sessizlik adama hâlâ daha yeterli görünmüyordu, kayıkçıya baktı,
kayıkçı anladı ve yan kapıdan bitişik odaya geçti. Sedyedeki adam derhal
gözlerini açtı, yüzünü adama çevirdi ve sordu:'' Sen kimsin?'' - Adam
şaşkınlık belirtisi göstermeden yukarı doğruldu ve yanıtladı:''Riva Belediye
Başkanı.''

Sedyedeki adam başını salladı, bitkin bir halde kolunu uzatarak, bir koltuğu
gösterdi ve Belediye isteğini yerine getirdikten sonra konuştu:''Biliyordum,
sayın Başkan, ama ilk anda hepsini unuttum, çevrede her şey benimle ilgili
ve hepsini biliyorsam da, sorsam daha iyi olacak. Belki siz de biliyorsunuz,
ben avcı Gracchus'um.''

''Kuşkusuz,'' dedi Belediye Başkanı. ''Bu gece sizi bana haber verdiler. Çoktan
uyumuştuk. Gece yarısına doğru karım seslendi:''Salvatora'', -bu benim adım-
''penceredeki güvercine bak!'' Gerçekten de bir güvercindi, ama horoz kadar
büyüktü. Kulağıma doğru uçtu ve şunu dedi: 'Ölü avcı Gracchus yarın geliyor,
kent adına onu karşıla.''

Avcı başını salladı ve dilinin ucunu dudaklarının arasına koydu: ''Evet,
güvercinler benim önümden gidiyor. Peki, sayın Başkan, Riva'da kalacağıma
inanıyor musunuz?''

''Bunu henüz söyleyemem'', diye yanıtladı Belediye Başkanı.''Siz ölü değil
misiniz?''

''Ölüyüm'', dedi avcı, ''görüyorsunuz. Yıllar önce, aradan çok yıllar geçmiş
olması gerekir, Kara Ormanda -bu yer Almanya'da-bir Alp keçisini kovalarken
kayalardan aşağı düştüm. Ondan bu yana ölüyüm.''

''Ama aynı zamanda da yaşıyorsunuz'', dedi Belediye Başkanı.

''Bir bakıma öyle'';, dedi avcı, ''bir bakıma da yaşıyorum. Beni taşıyan sandal
yolunu şaşırdı, dümencinin yanlış dönüşü, kaptanın bir anlık dikkatsizliği,
yurdumun güzelliği yüzünden dikkatin dağılması; hangisidir bilmiyorum,
yalnız şunu biliyorum ki, yeryüzünde kaldım ve ondan bu yana kayığım
dünyanın sularında dolaşıyor. Ben de, yalnız dağlarda yaşamak isteyen bir
kişi, ölümümden sonra dünyanın bütün ülkelerini geziyorum.

''Öte tarafta sizden hiçbir parça da yok mu?'' diye sordu Belediye Başkanı,
alnını buruşturmuştu.

''Ben'', diye yanıtladı avcı, ''sürekli olarak, yukarı doğru çıkan merdivenin
üstündeyim. Açıkta duran bu sonsuz uzunluktaki merdivende bir aşağı, bir
yukarı, bir sağa, bir sola dolaşıp duruyorum, sürekli hareket halindeyim. Bu
avcı bir kelebek oldu. Gülmeyin.''

''Gülmüyorum'', diye itiraz etti Başkan.

'';Çok anlayışlısınız'', dedi avcı. ''Hep hareket halindeyim. Ama çok
neşelenirsem ve yukardaki kapı karşımda parıldarsa, dünyadaki suların bir
yerinde tek başına duran eski kayığımda uyanıyorum. Vaktiyle ölüşümün temel
yanlışlığı, kamaramda beni çepçevre sarıyor. Kaptanın karısı Julia, kapıya
vuruyor, kıyılardan geçmekte olduğumuz ülkenin sabah içkisini sedyeme
getiriyor. Ağaç bir kerevet üstünde yatıyorum, üstümde -beni seyretmek hiç
de hoş bir şey değil- kirli bir ölü gömleği var, saç ve sakal, gri ve siyah,
ayrışmayacak gibi birbirine karışıyor, bacaklarım çiçeklerle süslü, uzun
püsküllü kocaman bir ipek kadın şah ile örtülü. Baş tarafımda bir kilise
mumu dikili, bana ışık veriyor. Karşımdaki duvarda küçük bir resim var,
herhalde ilkel bir Afrikalı, kargısıyla bana nişan alıyor ve çok güzel
boyanmış bir kalkanın ardında olabildiğince saklanıyor. Gemilerde bazı
ahmakça resimlere rastlanır ya, bu onların en ahmakçası. Bunun dışında ağaç
kafesimde bir şey yok. Yan duvarın bir deliğinden güney gecelerinin sıcak
havası geliyor, eski sandala suyun vuruşunu duyuyorum.

Canlı bir avcı olarak yaşadığım Kara Orman'da, Alp keçisini kovalarken
kayadan düştüğüm günden beri burada yatıyorum. Her şey bir sıraya göre
oluştu. Kovaladım, düştüm, uçurumda kan kaybettim, öldüm ve sandal beni öte
tarafa götürecekti. Bu kerevete ilk kez nasıl neşeyle uzandığımı
anımsıyorum. Dağlar hiçbir zaman benden, o zamanki bu yarı karanlık
duvarların duyduğu şarkıyı duymadı.

Severek yaşadım ve severek öldüm, kayığa binmeden önce silâh, çanta, her
zaman gururla taşıdığım av tüfeği gibi berbat şeyleri mutlulukla fırlatıp
attım ve genç bir kızın gelinlik giyişi gibi ölü gömleğini sırtıma geçirdim.
Buraya yattım ve bekledim. Felâket o zaman geldi.''

''Kötü bir yazgı'';, dedi Belediye Başkanı, elini havada kendinden uzağa doğru
itti''

''Peki, sizin bunda hiç suçunuz yok mu?''

''Hayır'', dedi avcı, ''avcıydım, avcı olmak suç mu? Vaktiyle henüz kurtlarla
dolu olan Kara Orman'da avcı olarak bulunuyordum. Pusuya yatıyor, ateş
ediyor, vuruyor, deriyi yüzüyordum, bu suç mu? İşim beğeniliyordu. 'Kara
Orman'ın büyük avcısı' diyorlardı bana. Bu suç mu?''

''Bu konuda yargıda bulunmaya yetkili değilim'', dedi Belediye Başkanı, ''ama
bence ortada bir suç konusu yok. Peki suçlu kim?''

''Kayıkçı'', dedi avcı.''Şuraya ne yazdığımı hiç kimse okumayacak, bana yardım
etmeye kimse gelmeyecek; bana yardım etmek bir görev olsaydı, bütün evlerin
bütün kapıları, bütün pencereleri kapalı kalırdı, hiç kimse yatağından
kıpırdamazdı, hiç kimse başını yorganın dışına çıkarmazdı, tüm dünya bir
gece barınağı olurdu. Bunun da bir anlamı var, çünkü hiç kimsenin benden
haberi yok ve eğer olsaydı bile, kaldığım yeri bilmeyecekti, kaldığım yeri
bilseydi, beni orda alıkoymasını bilmeyecekti, bana nasıl yardım edeceğini
bilmeyecekti. Bana yardım etme düşüncesi bir hastalıktır ve yalnız yatakta
iyileşebilir.

Bunu bildiğim için, üzerinde çok durduğum -örneğin tam şimdiki gibi kendimi
tutamadığım- anlarda bile yardım gelsin diye haykırmıyorum. Ama etrafıma
bakınınca ve nerede olduğumu, yüzyıllardır -bunu rahatlıkla ileri
sürebilirim- oturduğum yeri göz önüne alınca böyle düşünceleri kafamdan
atmak yeterli oluyor.''

''Olağanüstü'', dedi Belediye Başkanı''olağanüstü bir şey. -Peki Riva'da bizim
yanımızda kalmayı düşünüyor musunuz?''

''Düşünmüyorum'', dedi avcı gülümseyerek, alaycılığını hoş göstermek için
elini Başkanın dizinin üstüne koydu.

'' Ben buradayım, başka bildiğim yok, elimden başka bir şey gelmez. Sandalımın
dümeni yok, ölümün en aşağı bölgelerinde esen rüzgâr onu taşıyor.''


FRANZ KAFKA