Buğday, insanlık tarihinin en eski ve en temel gıdalarından biridir. İlk kez binlerce yıl önce Mezopotamya'da tarımı yapılan bu değerli tahıl, medeniyetlerin doğuşuna ve tarım toplumlarının gelişimine öncülük etmiştir. Küçük bir tohumdan filizlenen buğday, sabırla büyür, olgunlaşır ve altın başaklara dönüşür. Bu başaklar, insan emeğiyle harmanlanarak ekmeğe, unlu mamullere ve daha birçok besine kaynak olur.

Buğday, yalnızca bir besin kaynağı değil, aynı zamanda bereketin, üretkenliğin ve insan emeğinin sembolüdür. Ekin tarlaları, güneşin altında altın rengine bürünen uçsuz bucaksız bir deniz gibi dalgalanırken, buğdayın her bir tanesi, toprağa duyulan derin bağın ve doğanın döngüsüne olan inancın ifadesidir.

İnsanların yaşamında böylesine önemli bir yer tutan buğday, geçmişten günümüze kadar birçok kültürde kutsal sayılmıştır. Anadolu'da, ekmek ve buğday, misafirperverliğin ve paylaşmanın sembolü olarak kabul edilir. "Ekmek teknesi" gibi deyimlerle, buğdayın insanın geçim kaynağı ve hayat mücadelesinin bir parçası olduğu ifade edilir.

Buğdayın her tanesi, içinde taşıdığı yaşam gücü ve potansiyeli ile toprağa ekilirken, geleceğe atılan bir umut tohumudur. Çünkü buğday, sabırla büyür ve zamanı geldiğinde toprağa dönüşerek yeni döngüler başlatır. Bu sonsuz döngü, insan hayatının sürekliliğini ve doğanın mükemmel dengesini hatırlatır.

Çünkü ; "Buğday tanelerinde saklıdır emeğin bereketi."


Mehpare ÖĞÜT ŞENGÜL EYLÜL 
2024


 

 


"Bir gün, tanımadığım bir gökyüzünün altında gözlerimi açtım.
Kendi dünyamın sınırlarını aştığımda, gerçek macera orada başladı.
Artık kaderimin yazarıyım, bilinmeyen toprakların keşifçisiyim."

_Mehpare ÖĞÜT ŞENGÜL_
Eylül 2024

 

Hüzün, insan ruhunun derinlerinde yankılanan bir duygudur; içinde hem kaybedilmiş olanların hem de asla sahip olunamayacakların hüznünü taşır. Yaşamın kırılganlığına, geçmişin gölgesinde soluk alan anılara, bir dönemin sona erdiği hissine dair içsel bir serzeniştir. Bu duygunun karışık bir yapısı vardır, çünkü içinde yalnızca hüzün değil, aynı zamanda geçmişe bir özlem, yaşanmamış fırsatlara duyulan sessiz bir keder ve geleceğe dair belirsizliklerin getirdiği ince bir kaygı saklıdır.


Bir yandan insan, geçmişe dönüp baktığında güzel anılarla dolu bir nostalji yaşar, fakat bu anılar, artık erişilemeyen bir dünyaya ait oldukları için bir tür içsel boşluk bırakırlar. Bu boşluk, hüzünün en belirgin yanıdır; insan her ne kadar o anılara sarılmak istese de, bir daha o anları yeniden yaşayamayacağını bilir. Zamanın akışını durduramaz, geçmişin tozlu sayfalarını çeviremez. Her güzel anının içinde, o anın sona erdiği bilinci saklıdır. İşte bu yüzden hüzün, bir yandan hatıraların sıcaklığına sarılırken diğer yandan onların kaybolup gitmesiyle yürek burkan bir duyguya dönüşür.


Bu karışık duygular, insanı derin düşüncelere sürükler. Hayatın ne kadar geçici olduğunu, sevilen şeylerin bir gün geride kalacağını ve her anın aslında bir veda olduğunu fark eder. Ama bu hüzün, her zaman karanlık bir gölge gibi değildir. Bazen insanı daha bilge, daha derin düşünen bir varlık haline getirir. Yaşamın kıymetini daha çok anlar, küçük anların ne kadar değerli olduğunu fark eder.


Hüzünle karışık duygular, insan ruhunun bir parçasıdır. Onları bastırmaya çalışmak yerine, onlara kucak açmak, onları anlamaya çalışmak, yaşamın karmaşık dokusunu daha iyi anlamamıza yardımcı olur. Hüzün, kaybedilenlerin ve kaçırılan fırsatların bir ağıtı olabilir; ama aynı zamanda, hayatın her anının ne kadar değerli olduğunu hatırlatan bir dost gibidir.


Mehpare ÖĞÜT ŞENGÜL
EYLÜL - 2024


Dilime bir şarkı dolandı eskilerden... Eski dediysem nereden baksak 9-10 yılı vardır. Mirkelam hani şu koşan çocuk. Evet, hatırladınız değil mi ! Onun çok sevilen şarkılarından biri vardı.

Geçip giden zamanları
Bir yerlerde bulsam
Geçip giden zamanları
Bir yerlerde bulsam...”

diye devam eden... Konu zamanla alakalı olunca bu şarkı geldi aklıma... Evet zaman.


Zaman, avuçlarımızdan kayıp giden bir nehir gibidir. Bir gün bakarız, anılarımızı biriktirdiğimiz o günler, yavaşça silinip gitmiş. Her gün, bir anı olarak hafızamıza kazınırken, aslında bir daha geri gelmeyecek olanı da ardımızda bırakırız. Geçip giden günler, birer hazine gibidir; onları saklayamayız ama hatıralarımızda yaşatırız.


Her geçen gün, bizi biraz daha olgunlaştırır. Yaşadığımız her an, kendimizden bir parçayı alıp götürür ama aynı zamanda bize yeni bir şeyler de katar. Geçmişin izlerini taşıyan bu günler, geleceğe dair umutlar ve hayallerle doludur. Ancak bu izler, bize her zaman hatırlatır ki, her gün bir daha yaşanmayacak ve her anın kıymetini bilmek gerekir.


Geçmişe bakarken, kimi zaman hüzünle dolup taşarız. Özlediğimiz insanlar, biten dostluklar, kaybolan fırsatlar gelir aklımıza. Ancak geçmişin ağırlığı altında ezilmek yerine, ondan ders almalı ve geleceğe umutla bakmalıyız. Geçip giden günler, bize yaşamanın değerini öğretir. Her anı dolu dolu yaşamak, her günü bir hediye gibi kabul etmek, hayatın gerçek anlamını bulmamıza yardımcı olur.


Unutma ki, geçmişi değiştiremeyiz, ama bugünümüzü ve geleceğimizi şekillendirebiliriz. Geçip giden günlerin izlerini onurlandırarak, gelecekteki günleri daha da değerli kılmak elimizde. Bu nedenle, dünü geride bırak ve bugünü kucakla. Çünkü bir gün, bugün de geçmişte kalacak ve sadece hatıralarda yaşayacak.



Mehpare ÖĞÜT ŞENGÜL

27 Ağustos 2024



NE DÜŞÜNÜYORUM


Düşüncelerimde kaybolurum bazen,
Sessizliğin içinde yankılanan seslerle.
Bir dalga gibi gelir, çarpar zihnime,
Nereye gider bu düşünceler, kim bilir?

Gecenin karanlığında, yıldızlar sessiz,
Ama aklımda fırtınalar esiyor,
Bir gülümseme, bir hüzün,
Her biri birbirine karışıyor.

Kimi zaman geçmişin gölgeleri,
Kimi zaman geleceğin belirsizliği,
Hepsi bir arada, aynı denizde,
Düşüncelerim uçsuz bucaksız.

Ne düşünüyorum, neden bu kadar derin?
Kalbim mi sorar, yoksa aklım mı cevaplar?
Her an, her saniye,
Düşüncelerimle örülü bir dünya.

Yarın ne getirir bilinmez,
Ama bugün düşüncelerimle dolu,
Bir yelken açarız belki,
Bu sonsuz denizde, kayboluruz.

Sonunda ise anlarım,
Düşünmek bir yolculuk, bitmeyen,
Her adımda yeni bir manzara,
Ve her düşüncede yeni bir ben.


Mehpare ÖĞÜT ŞENGÜL 
Ağustos 2024

 


İnsanları biliyorum, şehirleri, çiftlikleri, tepeleri, nehirleri ve kayalıkları biliyorum, tepelerdeki bir otlağın bir kenarında güz sonu güneşin nasıl battığını biliyorum; ama bütün bunları bir sınıra bağlamanın, ona bir ad takıp bu adı taşımayan yerleri sevmemenin ne anlamı olabilir?


Ülkesini sevmek nedir; başka ülkeleri sevmemek mi? Öyleyse iyi bir şey değil bu. Yoksa sadece kendini sevmekten mi ibaret? O zaman iyi bir şey olabilir; ama bunu bir erdem, bir meslek haline getirmemek gerek…


Hayatı sevdiğim gibi Estre Beyliği’nin tepelerini de seviyorum, ama böyle bir sevginin nefretten oluşan bir sınır hattı olamaz.


Karanlığın Sol Eli- Ursula K. Le Guin