Sevmeden sevilmek, dokunulmadan dokunmak,
yaralanmadan yaralamak, acı çekmeden acı çektirmek,
zırhlarımızı, akıllarımızı, hesaplarımızı bunları elde etmek
için mi kuşanıyoruz?
Onun için mi deneyip duruyoruz insanları?
Her sınamada onlar biraz daha fedakâr, biz biraz daha mı
güçlü oluyoruz.
Güçlü olmak isteğinin aslında nasıl bir korkaklık olduğunu
fark edememek kaç aşka mal oluyordur insana.
Acaba kendimizi en çok savunduğumuz sırada mı alıyoruz en
büyük yaralarımızı,
en büyük budalalıklarımızı en akıllıca davrandığımızda mı
yapıyoruz acaba ?
Rahatı ve güvenceyi en çok istediğimizde mi kaybediyoruz en
büyük mutluluklarımızı,
en çok korktuğumuzda mı acaba korktuğumuz başımıza
geliyor?..
Kendimizi bu kadar savunmasak, bu kadar akıllı olmasak,
rahatın peşinde bu kadar koşmasak ve bu kadar çok korkmasak, yaralarımız,
pişmanlıklarımız ve acılarımız daha mı az olurdu acaba ?
"Tanrıyı ve insanları deneme," diyen Nietzche'ye
aldanmayıp herşeyi ve herkesi bu kadar çok deneyden geçirdiğimiz için mi
Tanrıyı ve insanları kaybediyoruz? İnsanları bu kadar çok denediğimiz,
kendimizi kalkanlarımızın arkasına böylesine iyi gizlediğimiz, hiçbir acıya ve
sıkıntıya razı olamadığımız için mi en çok istediklerimiz en uzağımıza düşüyor,
mutluluk ele geçmez bir masal kuşuna dünüyor ?
Schiller'in o muhteşem "Eldiven" şiirinde
anlattığı hikâyeyi belki daha iyi okumalıydık,
oradaki şövalyenin adım seslerini belki daha çok
duymalıydık.
Hep erken öleceğini düşünen, hayatı bu düşünce nedeniyle
telaşla geçen ve düşündüğü gibi erken ölen Schiller'in söylediklerine biraz
daha dikkat etmeliydik, kendi ölümünü bilen birçok şeyi bilebilir çünki.
Arenada, bütün şövalyelerin aşık olduğu ve evlenmek istediği
harikulade güzel prenses kral babasıyla birlikte oturuyor, çevreleri genç ve
yakışıklı şövalyelerle dolu, hepsi bir küçük tebessüm için bekliyorlar.
Borazanlar çalıyor ve aslanlar çıkıyor arenaya, kocaman
yeleleri, gergin belleri, iri pençeleriyle kükreyerek dolaşıyorlar. Prenses
zarif ellerini saklayan uzun eldivenlerden birini çıkartıp aslanların arasına
atıyor.
- Kim eldivenimi alıp bana getirirse onunla evleneceğim.
Müthiş bir sessizlik oluyor, bir anda herkes susuyor.
Bir şövalye diğerinden ayrılıyor, taş merdivenlerden ağır
ağır inmeye başlıyor,
parlak çizmelerinin çıkardığı adım sesleri tek tek
duyuluyor.
Arenaya giriyor, aslanlar hareketsiz ve şaşkın, bu cesur
şövalyeye bakıyorlar,
o hiçbirine aldırmadan eldiveni alıyor, gene adım sesleriyle
taş merdivenleri çınlatarak çıkıyor.
Eldiveni prensesin kucağına bıraktıktan sonra, kendisine
hayranlıkla dönen prensese
bir kez bile bakmadan yürüyüp gidiyor.
Nietzsche "Tanrı ve insanları deneme" diyor.
Schiller, eldiven şiirini yazıyor. Biz, herkesi her zaman
deniyoruz, emin olmak, güvenmek istiyoruz, sevgisini ve bağlılığını her an
kanıtlasın, hayatını ve herşeyini tehlikeye atsın ve
bunu binlerce kez yapsın istiyoruz.
Kendimizle ve korkularımızla o kadar doluyuz ki, hiçbir
duyguyu, hiçbir insanı, hiçbir nesneyi olduğu gibi bütün gerçekliğiyle
göremiyoruz, her şey kendimizle ve korkularımızla oluşturduğumuz prizmalardan
kırılarak ulaşıyor bize, her şeyi olduğundan başka bir biçimde ve olduğundan
başka bir yerde görüyoruz.
Belki de bu yüzden aradığımız şeyleri aramamız gereken
yerlerden başka yerlerde arıyoruz.
Mutlulukla aramıza korkularımızı ve kendimizi sokuyoruz.
Aragon'un dediği gibi eğer "mutlu aşk yoksa," bu
aşkın suçu değil.
Aşkı, acısından, kederinden, tedirginliğinden, ayrılığından,
üzüntüsünden,
yarasından ayıklamaya çalışanların aşkı, mutlu olmayan
aşklar.
"Ben acıya, aldatılmaya, kedere razıyım,"
diyenlere verilebilecek bir armağan mutlu aşk...
Aşk iki eli dolu bir eski ilahe, birinde mutluluğu birinde
acıyı veriyor. Acıyı almadan öbürünü almak mümkün değil. Çok mu korkuyoruz
acıdan ve yaradan ve kederden? Korku bizi acılardan koruyor mu peki?
Aşk, o eski ilahe, acıdan korkana inadına acıyı verip öbür
elini kapatıyor.
Acısız mutluluk olmuyor. Lermontov, çocukluğumun müthiş
yazarı, "Zamanımızın Bir Kahramanı" isimli kitabını yazdığında
Rusya'yı birbirine katmıştı...
Hiçbir kadını sevmeyen, ama bütün kadınları kendine aşık
etmekten hoşlanan birini anlatıyordu...
Şu hiç unutmadığım Peçorin'i, Lermontov'un ve hepimizin
zamanının kahramanı olan
yalnız ve sevgisiz adamı.
Ne kadar şanslıydı Peçorin, bütün kadınlar onu seviyor, ona
aşık oluyor, ama o kimseyi sevmiyordu, duyguları çelik gibi zırhlarının içine
hapisti, dokunulmazlık ve yaralanmazdı, insafsızdı, kadınları kendine aşık edip
kaçıyordu, kendi duygularına yaklaşılmasına bile izin vermiyordu.
Çocukluğumun kahramanı bir korkaktı.
Ve mutsuzdu.
Ve Lermontov, yalnızca tek bir roman yazabilmiş, ikincisinin
yarısındayken,
yirmi yedi yaşında bir düelloda öldürülmüş o uzun saçlı
şair, sanırım o da mutlu değildi.
Peçorin, edebiyatın unutulmaz kahramanları arasına girdi,
korkulardan örülmüş bir kahramana ilgiyle baktı insanlar. Sevmeden sevilmek,
dokunulmadan dokunmak, yaralanmadan yaralamak, acı çekmeden acı çektirmek,
zırhlarımızı, akıllarımızı, hesaplarımızı bunları elde etmek için mi
kuşanıyoruz?
Onun için mi deneyip duruyoruz insanları?
Her sınamada onlar biraz daha fedakâr,
biz biraz daha mı güçlü oluyoruz.
Güçlü olmak isteğinin aslında nasıl bir korkaklık olduğunu
fark edememek kaç aşka mal oluyordur insana.
Ama korkulardan kurtulmak da ne kadar zor.
Her seferinde hep acıyan yerimiz aklımıza gelir.
Aşkı her gördüğümüzde, hemen kendi üstümüze kapanmamız,
hep o acıyan yerimizi korumak istememizden.
Kendimizi bu kadar sakınarak nasıl yaşayabiliriz hayatı?
Bu kadar güçlü, bu kadar akıllı, bu kadar zırhlı olarak
nasıl değebiliriz hayata?
Bir Peçorin mi olmalıyız? Yoksa kendi aşkında yanan bir Anna
Karenina mı?
Peçorin kimseyi sevmedi.
Anna Karenina istediği kadar sevilmedi.
Peçorin, Anna Karenina'ya aşık olsun isterdim,
sevmeyi bilen ve sevmekten korkmayan o kadına tutulsun
isterdim...
Peçorin, eminim o zaman "Ya o beni sevmezse" diye
soracaktı...
Ben de ona, "Anna Karenine, Anna Karenina'ysa eğer,
seni sever," derdim.
Aşık bir Peçorin... Mutlu olurdu herhalde,
ama büyük bir ihtimalle onu edebiyat kahramanları arasından
silerdi o zaman.
Hangisini tercih ederdi acaba, unutulmaz bir roman kahramanı
olmayı mı,
yoksa korkusuzca seven ve sevilen mutlu bir aşık olmayı mı?
Siz hangisini seçerdiniz?
Hayat seçimlerle dolu ve Pascal'ın dediği gibi
"her seçim bir kaybediştir," bir şeyi seçer, bir
başka şeyi kaybedersiniz.
Ya da hiçbir şeyi seçemez ve her şeyi kaybedersiniz.
Bu da bir seçim...
Bir şeyi seçip bir başka şeyi kaybetmek mi,
hiçbir şeyi seçmeyip her şeyi kaybetmek mi? Zırhlarımız,
korkularımız, savunmalarımız,
hesaplarımız bizi hep bir şeyi seçmemeye götürüyor,
aklımız "öbürünü kaybetmemeliyiz" diyor...
Ve en akıllı, en güç, en zırhlı, en hesaplı olduğumuz
zamanda, her şeyi kaybediyoruz,
en çok istediğimiz bizden en uzağa düþüyor.
Kendi seçimimizi yapamadığımız için de insanları sınayıp
duruyoruz.
Eldivenlerimizi aslanların arasına atıp
"Beni seviyorsan onu getir," diyoruz.
Bir eldivene bir aşk gidiyor.
Nietzsche, "Tanrıyı ve insanları denemeyin,"
diyor. Schiller, eldiven şiirini yazıyor.
Peçorin, Anna Karenina'yı sevmiyor.
Anna Karenina, aşık olmayı hayatıyla ödüyor.
Peçorin mi olmalı Anna Karenina mı?
Her seçim bir kaybediş.
Hele, hem Peçorin'i hem de Anna Karenina'yı seviyorsanız.
Bütün kitapları okuyorsunuz, hayatın karmaşık yollarından
dolanıyorsunuz
ve çıka çıka hep aynı mısraya çıkıyorsunuz.
"Ten hüzünlü heyhat...
Ve okudum bütün kitapları." Heyhat ten hüzünlü, bütün
kitapları okusanız da. En büyük yaraları kendinizi en çok savunduğunuzda
alıyorsunuz, en büyük budalalıkları en akıllıca davrandığınızda yapıyorsunuz,
en güçlü olmayı en çok korktuğunuzda istiyorsunuz ve mutluluk hep uzaklarda
kalıyor.
Savunmasız, güçsüz ve hesapsız olmak belki de mutluluğun
kapısını açacak. Ama bunun için Peçorin'in Anna Karenina'ya aşık olacağı bir
kitap bulmak gerek. Anna Karenina, Peçorin'e sevmeyi öğretmeli.
Ve, ten bu hüzünden kurtulmalı.
Osman MÜFTÜOĞLU
0 Comments:
Yorum Gönder
Yorumunuz İçin Teşekkürler Ediyorum