DİNİ HİKAYELER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
DİNİ HİKAYELER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster



Abdullah bin Mübârek anlatıyor:

Bir sene hacdan sonra rüyâsında gökten inen iki melekten birinin diğerine;

"Bu sene kaç kişi hacca geldi?" dediğini duydu.

Öbür melek; 

"Altı yüz bin kişi." dedi.

"Peki kaç kişinin haccı kabûl edildi?"

O da; "Bunlardan hiç birinin haccı kabûl edilmedi." diye cevap verdi.

Abdullah bin Mübârek buyurdu ki:

Bunu işitince üzerime büyük bir sıkıntı çöktü. Dedim ki:

"Bunca insan, bunca zahmet ve meşakkate katlanıp dünyânın her tarafından hacca geldiler. Çöller aşarak zor şartlarda büyük sıkıntılara  katlandılar. Bütün bu emekler boşa mı gidecek?"
Bunun üzerine o melek; "Şam'da ayakkabı tâmir eden Ali bin Muvaffak adında biri vardır. O, hacca gitmeye niyet etmişti, fakat gidemedi. Lâkin haccı kabûl edildi. Altı yüz bin hacıyı ona bağışladılar da hepsinin haccı kabûl edildi." dedi.

Abdullah bin Mübârek şöyle anlatıyor:

Bunu işitince uykudan uyandım ve; "Gidip o zâtı ziyâret etmeliyim!" dedim. Arkadaşlarımdan ayrılıp, Şam kâfilesine katıldım. Şam'a gidince, o zâtın evini araştırıp buldum. Kapıyı çaldım. Bir kimse kapıya çıktı. Adını sordum. "Ali bin Muvaffak." dedi. İsmimi sordu. "Abdullah bin Mübârek." deyince, feryâd edip kendinden geçti. Ayılınca, gördüğüm rüyâyı kendisine anlattım. Haccının kabûl edildiğini ve kendi haccı ile berâber altı yüz bin kişinin ibâdetinin kabûl edildiğini de haber vererek; 

"Bana nasıl hayırlı bir amel işlediğini anlat." dedim. O da anlattı:

Ben ayakkabı tâmircisiyim. Otuz seneden beri hacca gitmeyi arzu ederdim. Bu işimden, otuz senede üç yüz dirhem gümüş biriktirdim. Bu sene hacca gidecektim. Hanımım hâmileydi. Komşu evden burnuna yemek kokusu gelince; komşudan yemek istememi söyledi. Gidip, onun arzusunu bildirdim. Komşum ağlayarak şöyle dedi: "Ey Ali bin Muvaffak, bizim bu yemeğimiz size helâl değildir. Çünkü üç gündür, çocuklarım bir şey yememişlerdir. Bütün Şam şehrinde hiç bir iş bulamadım. Kimse bana iş vermedi. Ölü bir hayvan gördüm. Zarûret mikdârınca ondan bir parça kesip getirdim. Çocuklara yemek pişiriyorum. Size helâl olmaz."

Bunu duyunca içime bir acı düştü. Hac için biriktirdiğim gümüşleri getirip verdim ve; "Bunu çocuklarına nafaka yap, haccımız bu olsun!" dedim. Abdullah bin Mübârek bunun üzerine; "Allahü teâlâ, doğru rüyâ gösterdi." buyurdu.







Mübarek Ramazan ayında olduğumuz şu günlerde Rabbim yaptığımız duaları ve tuttuğumuz oruçları kabul eylesin inşallah. Eee Ramazan ayındayız ve bu ayda hikaye anlatmak, dinlemek, okumak da elbette çok güzel. Ben de sizlere daha önceden okumuş olduğum bir hikayeyi paylaşmak istiyorum. Devamı diğer hikayeler...

*******

Resul-i Ekrem, dostlarıyla birlikte, binek hayvanlarından iner inmez, yüklerini yere koydular, daha sonra bir koyun keserek yemek hazırlamaları için karar aldılar.
Birisi:
- Koyunu ben keserim, dedi.
Diğeri:
- Derisini ben yüzerim,dedi.
Üçüncüsü:
- Etini de ben pişiririm' diye söze katıldı.
Dördüncü:............
Resul-i Ekrem (s.a.s)

- Çölden odunu da, ben toplarım, buyurdu.

Topluluk:
- Ey Allah'ın elçisi, siz zahmet etmeyip sakin bir köşede oturursanız, biz bu işlerin hepsini seve seve yaparız,dediler.
Resul-i Ekrem (s.a.s):
- Evet, yapabileceğinizi biliyorum. Fakat Allah, 'Her hangi bir kulunun, kendi dostları ve arkadaşlarından, özel imtiyazlarla ayrılarak, seçkin bir vaziyette görünmesini sevmez' buyurdu.

Sonra çöle doğru gitti ve çölden çalı çırpı toplayıp getirdi.


Rivayet ederler ki, Taklamakan diyarında vaktiyle kör bir adam yaşıyordu. Bu zavallı adam alemin güzelliklerini, harikalarını ve mucizelerini göremediği için o kadar çok üzülüyordu ki, sonunda gönlü de gözleri gibi karardı. Kederi artıkça arttı ve akıttığı gözyaşları dillere destan oldu. Onun kara bahtı için şairlerin düzdüğü manzumeler, musikişinaslar tarafından bestelenip, hanendelerce okuna okuna nihayet memleket sınırlarını aştı. Çok uzak ülkelerden birinde yaşlı bir sihirbaz, Pazar yerinde ağlayan sızlayan bir kalabalık görünce, merak duygusuyla aralarına karıştı ve kör adamın kaderini dile getiren türkülerden birini okuyan muganniyi o da dinledi. Gönlü o kadar kabardı, hisleri o kadar çoştu ki, bir yolunu bulup zavallıya görme gücü kazandırmaya karar verdi. Sarayına giderek papağanına tez zamanda uçup körü bulmasını ve ona davet mesajını iletmesini söyleyerek kuşu saldı. Papağan uöup giderek, o sırada evinin bahçesinde ağlayan körün kafasına kondu ve ona ona sihirbazın davetini iletti. Görme umudu canlanan zavallı da, omzunda kendisine yolu tarif eden papağan olduğu halde, demir asa demir çarık yollara düştü ve sonunda sihirbazın sarayına vardı. Sihirbaz ona bir camgöz verdi.Adam, efsunlu sözler söylenir söylenmez bu gözle görmeye başlayacaktı, öyle ki, ok yaydan böylece bir kez fırlatıldığında, adamın tekrar kör olmasına imkan yoktu. Adam gözü aldı ve efsunlu söz sihirbazın ağzından çıkar çıkmaz gözün gördüğü her şeyi görmeye başladı. Fakat yol yorgunu olduğu için sevincini tam anlamıyla belli edecek durumda değildi. Bu yüzden sihirbaz onu sarayında kırk gün ağırlamaya karar verdi. Gelgelelim, sihirbazın karısını görür görmez adamın aklı başından gitti. Günler ve gecelerce kadını düşündü taşındı. Sonunda sarayın hamamına gidip kadının yıkanacağı kurnanın üzerine bir yere sihirli cam gözü koydu ve derhal odasına geri dönü. Kadın, o sırada içeride kendini seyreden sihirli bir göz olduğunu, dolayısıyla adamın o anda memelerini ve mahrem yerlerini görmekte olduğunu bilmeden hamama girip yıkanmaya başladı. Böylece adam kadını doya doya seyretti. Ne var ki sihirbaz bu işin farkına varmıştı.Bu yüzden adamdan gözü geri istedi ve onu kovdu. Fakat adam, ne kadar uzakta olursa olsun, o sırada sihirbazın sarayında olan gözün gördüğü her şeyi görmeye devam ediyordu. İntikam almaya kararlı olan sihirbaz, tellallar bağırtı;p dünyanın en çirkin, en gudubet acuzesini buldu ve bir ressama kadının resmini yaptırdı. Resmi bir odaya koyup gece gündüz aydınlık kalması için üstüne bir fener astı ve tam önüne de, o sihirli gözü koydu. Sonunda o nankör adam, ömrü boyunca bu gudubet, çirkin acuzeyi seyretmek zorunda kaldı ki, bu da kör olmaktan bin beter bir şeydi.

****************

Ve bir başka kör hikayesi,Kitab-ül Hiyel'den

“Rivayet ederler ki vaktiyle Bağdat’ta bir hırsız yaşıyordu. Fakat mesleğinde o kadar beceriksizdi ki, çalıp çırpmak için gece yarısı girdiği evlerde, zifiri karanlık nedeniyle sehpalara, taburelere çarpıp deviriyor, uyuyan kedilerin ve maymunların kuyruklarına basıp bağırtıyor, yerde yatan insanlara takılıp tökezliyordu. Sonunda hem yakayı ele verip sopa yiyor, hem de ekmeğini kazanamadığından aç kalıyordu.
Gecelerden bir gece sihirbazın birinin sarayına gizlice girdi. Ancak saraydaki cinlerden birinin kuyruğuna basınca sihirbaz uyandı ve bu beceriksiz hırsızın haline kahkahalarla güldü. Hırsız aman dileyince ona acıdı ve bir dilek dilemesini istedi: Böylece o, sihirbaza, kendisine karanlıkta görme gücü vermesini, çünkü kedilerin kuyruklarına basıp baldırlarını tırmalatmaktan usandığını söyledi.Bu dileği bir şartla kabul edildi. Hırsız karanlıkta görecek ama ışıkta göremeyecekti. Yani insanlar için karanlık neyse hırsız için de ışık o olacaktı.
Adam bu şartı kabul eder etmez karanlıkta tıpkı bir baykuş gibi görmeye başladı. O gece hiçbir yere takılıp sendelemeden tam beş evi soydu ve ağzına kadar altın gümüşle dolu çuvalı evine taşırken güneş yükseliverdi: Zavallı hırsız, gün doğar doğmaz bir kör olmuştu. El yordamıyla evine gitti. Verdiği karara bin pişman olarak, gece olunca sihirbazın sarayına tekrar vardı ve ondan içine düştüğü zor durumdan kendisini kurtarmasını rica etti. Haline acıdığı için sihirbaz ona büyülü bir fener verdi. Fener ışık yerine karanlık saçarak onun gündüzleri de görmesini sağlayacaktı. Ama bu kez, onun saçtığı karanlık nedeniyle çevrede buluna diğer insanlar hiçbir şey göremeyeceklerdi.
Aldığı bu hediyeye sevinen hırsız, gündüzleri meyhaneye bu fenerle gidip gelmeye başladı. Gelgelelim, onun yaydığı karanlık nedeniyle yarenleri hırsızı görüp tanıyamadılar. Bütün bunlardan sonra o, karanlıkta kendisi görürken arkadaşlarının onu göremeyeceğini, aydınlıkta da arkadaşları onu görürken kendisinin onları göremeyeceğini anlayıverdi.
Sonunda para pul hırsı nedeniyle yapayalnız kaldığını kavradı. Böylece altın ve gümüşler içinde, ama tek başına, mutsuz bir hayat sürdü.

****

İhsan Oktay ANAR






Bir gün Yusuf Peygamber’i merhameti yüksek bir çocukluk arkadaşı ziyarete geldi. Yusuf’a kardeşlerinin yaptıklarını, onların kıskançlıklarını hatırlattı. Bunun üzerine Yusuf,

‘o kıskançlık bir zincirdi, biz ise aslandık. Zincire vurulmak aslanı utandırmaz’ dedi.

Dostu ona kuyudaki halini sordu. Yusuf,

‘Ay görünmez olduğunda nasıl olursa, ben de kuyuda öyledim. Ay görünmez olur, sonra tekrar çıkar gökyüzünde. Buğdayı toprağın altına atarlar, sonra onu başak olarak biçerler. Sonra değirmende öğütürler ama bu kez ekmek olur, cana can katar.’


Yusuf yaşadıklarını anlattıktan sonra dostuna dönüp,
‘Söyle, bana nasıl bir hediye getirdin? Dost ziyaretine eli boş gidilmez!’ diye sordu.
Allah mahşer günü kullarının ne hediye getirdiklerini bilmek ister. 'Yoksa buraya dönmeyi beklemiyor muydunuz?’ diye sorar.

Dostu dedi ki Yusuf’a,
‘Sana getirmek için düşündüklerimin hiç birisini sana layık bulmadım.
Senin güzelliğinin benzeri yoktur. O yüzden sana bir ayna getirip hediye etmeyi uygun buldum.’

Aynasını sundu. Varlığın aynası yokluktur.


Mevlana Mesnevisi’nden





“Dört Hintli bir camiye girdi, namaz için rüku ve secde ettiler.
Her biri bir niyetle tekbir alarak acizlik ve dert hâliyle namaza başladı.
Müezzin geldi.  Birinin ağzından
” Ey müezzin! Ezan okudun mu? Vakit var mı?” diye bir söz çıktı.

Diğer bir Hintli istekle
 “Hey! Konuştun ve namazın bozuldu” dedi.

Üçüncüsü, ikinciye
 “Ey amca! Onu n‑ç‑n kınıyorsun? Kendine söyle” dedi.

Dördüncüsü “Elhamdülillah; ben, o üçü gibi kuyuya düşmedim” dedi.

Neticede dördünün de namazı bozuldu; ayıp söyleyenler, yollarını daha çok kaybetti.
Kendi ayıbını gören cana ne mutlu! Ayıp söyleyen, ayıbı kendine satın alır...
Basında on yara varsa, merhemin‑ kendine kullanman gerekir...
Aynı ayıp sende yoksa em‑n olma; o ayıp sende de görülebilir...

Ey benim güzelim! Sakalın bitmemişse, çenesinde sakalı çıkmayan başkasını yerme.”



Hz. İsa (a.s) yarım kerpici başının altına koymuş, yatıp uyumuştu. Uyanıp gözlerini açtığında İblis'i başında bekler buldu. Ona.


- A melun başımda ne bekliyorsun? diye sordu.
İblis ona dedi ki:

- Başının altına koyduğun benim kerpicim. Bütün dünya benim malım olduğuna göre, bu kerpiç parçası da benim malımdır demektir. Madem ki malımı kullanıyorsun bana ortak oldun demektir.

Hz. İsa (a.s) kerpici başının altından aldı, fırlatıp attı. Yeniden uyumaya niyetlendi. İblis de savuştu gitti.

Ey dünya dertleriyle üzülen, ip gibi eğilip bükülen adam!

Madem sonunda herşeyi arkanda bırakıp gideceksin, açgözlülük yapmanın, durmadan mal yığmanın ne âlemi var?


Kaynak: Mantıku't Tayr, Feridüddin Attar


Ebu Said-i Mihne tekkede dervişleriyle oturuyordu. Birden içeriye perişan bir halde biri giriverdi. Yapılmayacak şeyler yapmaya, ağlamaya dövünmeye başladı. Şeyh onu yanına gelmiş, yerlere yıkılmış olarak görünce acıdı, kalkıp yanına gitti.

- Ey sarhoş, kendine gel. Burada öyle gürültü yapıp durma, neden ağlıyorsun? Ver elini bana, ayağa kalk, dedi.

Sarhoş ise dedi ki:

- Ey şeyh, Allah sana yardım etsin. El tutmak senin harcın mı? Sen başını al da git. Yıkılmak benim payıma düştü, bırak beni. Eğer herkes düşkünlerin elinden tutabilseydi, karınca yiğitlik meclisinin baş köşesine otururdu. Bu iş senin yapabileceğin bir şey değil, çekil başımdan!

Bu sözleri duyan şeyh yere yıkıldı, sapsarı yüzü kanlı gözyaşlarıyla kızıla boyandı.

Ey kendisinden başka var olmayan, ey herkesin feryadına yetişen, benim imdadıma sen yetiş. Düştüm ben, elimi sen tut.


Mantıku't -Tayr, Feridüddin Attar