HZ. MEVLANA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
HZ. MEVLANA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster



Hz Mevlana Mesnevide şöyle bir hikaye anlatır. Huysuz adamın biri herkesin gelip geçtiği yol üzerine dikenli çamlar diker.Yoldan geçenler her ne kadar bunları yoldan sök at deseler de o bunların hiç birine kulak asmaz. O dikenli çalılar büyür. Yoldan geçen halkın ayağına takılır. Perişan olurlar. Hal Valiye intikal eder. Vali adamı yanına çağırır.

Dikenleri sökmesini emreder. O da sökerim diye söz verir. Ama bugün yarin diye ertelemeye devam eder. Ne sökmem der ne sökerim der. Bir gün Vali yanına çağırır. Verdiği sözde durmayan adam emrimi hemen yap. Der. İkaz eder. Huysuz adam önümde uzun günler var nasıl olsa sökerim der.
Vali adamı uyarır ama adam sözden anlamaz. Dikenler kök salip büyümeye devam eder.


Mevlana burada şöyle der. Her gün sen yarın bu işi görürüm diyorsun ama günler akıp geçtikçe o dikenler dahada kuvvetleniyor. Onu sökecek de ihtiyarlıyor kuvvetten düşüyor. Sen de her bir kötü huyunu bir diken bil o dikenler kaç keredir senin ayaklarına battı, kaç kere oldu kötü huyun seni yaraladı çirkin huyun başkalarını da rahatsız ettiğini bilmiyorsun. Sen şu dikeni gül fidanı haline getir gül fidanı ile onu işle böylece sendeki dikenler gül fidanı haline gelsin. Eğer sende şerri gidermek istersen ateşin gönlüne hakkın rahmet suyunu dök o zaman laleler ak güller güzel kokulu çiçekler yetişir.




Bir gün Yusuf Peygamber’i merhameti yüksek bir çocukluk arkadaşı ziyarete geldi. Yusuf’a kardeşlerinin yaptıklarını, onların kıskançlıklarını hatırlattı. Bunun üzerine Yusuf,

‘o kıskançlık bir zincirdi, biz ise aslandık. Zincire vurulmak aslanı utandırmaz’ dedi.

Dostu ona kuyudaki halini sordu. Yusuf,

‘Ay görünmez olduğunda nasıl olursa, ben de kuyuda öyledim. Ay görünmez olur, sonra tekrar çıkar gökyüzünde. Buğdayı toprağın altına atarlar, sonra onu başak olarak biçerler. Sonra değirmende öğütürler ama bu kez ekmek olur, cana can katar.’


Yusuf yaşadıklarını anlattıktan sonra dostuna dönüp,
‘Söyle, bana nasıl bir hediye getirdin? Dost ziyaretine eli boş gidilmez!’ diye sordu.
Allah mahşer günü kullarının ne hediye getirdiklerini bilmek ister. 'Yoksa buraya dönmeyi beklemiyor muydunuz?’ diye sorar.

Dostu dedi ki Yusuf’a,
‘Sana getirmek için düşündüklerimin hiç birisini sana layık bulmadım.
Senin güzelliğinin benzeri yoktur. O yüzden sana bir ayna getirip hediye etmeyi uygun buldum.’

Aynasını sundu. Varlığın aynası yokluktur.


Mevlana Mesnevisi’nden





“Dört Hintli bir camiye girdi, namaz için rüku ve secde ettiler.
Her biri bir niyetle tekbir alarak acizlik ve dert hâliyle namaza başladı.
Müezzin geldi.  Birinin ağzından
” Ey müezzin! Ezan okudun mu? Vakit var mı?” diye bir söz çıktı.

Diğer bir Hintli istekle
 “Hey! Konuştun ve namazın bozuldu” dedi.

Üçüncüsü, ikinciye
 “Ey amca! Onu n‑ç‑n kınıyorsun? Kendine söyle” dedi.

Dördüncüsü “Elhamdülillah; ben, o üçü gibi kuyuya düşmedim” dedi.

Neticede dördünün de namazı bozuldu; ayıp söyleyenler, yollarını daha çok kaybetti.
Kendi ayıbını gören cana ne mutlu! Ayıp söyleyen, ayıbı kendine satın alır...
Basında on yara varsa, merhemin‑ kendine kullanman gerekir...
Aynı ayıp sende yoksa em‑n olma; o ayıp sende de görülebilir...

Ey benim güzelim! Sakalın bitmemişse, çenesinde sakalı çıkmayan başkasını yerme.”




"Gönülde de bir gizli gönül var."

-Mevlana

Mevlana'nın yakındığı olumsuzlukların başında dinin şekle, insanın da kalıba teslim edilmesi
gelmektedir. Bize bal taşımak için vasıta olan bir kavanozu, içine hiç parmak sokmadan bir
ömür yalayıp durmak ahmaklığı, özündenhikmetinden soyulmuş bir kalıplar yığınını kutsama
illetini çok güzel anlatır.

Rûmi, ruhundan uzaklaştırılmış bir dini gönülden uzaklık olarak görür. Kur'an, Allah'ın mal ve
evlat değil selim kalp istediğini ve son hesap gününde selim kalpten başka hiçbir şeyin işe
yaramayacağını bildirir, (bk. Şuara, 8889)

Gönül; gerçeği gören göz, erdiren öz, samimiyet, ölümsüzlük, isabet ve aşktır. Gönül, Hakk'ın
dinden ve insandan maksadıdır; hayatın bizden beklediğidir. Gönülden habersiz bir din
hokkabazlık, oyalanma ve gaflettir. Dinin şekil ve kural yönü vasıtalar yönüdür. Bu
vasıtalar(vesil)ı, iyi kullanıp gayeler (maksıd) alanına geçemeyen, dinden hiçbir nasip
alamaz. Diyor ki Rûmi: "Ömrün boyunca gönül rem
zinden bir harfin bile kokusunu alamadın; a Kur'an okuyan, hafızsın, ehilsin, ustasın ama, bu
böyle." (DK. 6/130)

Gönülsüz okunduğunda, Allah'ın rahmeti olan Kur'an bile kinlerin, düşmanlıkların leti
yapılabilir. Bu noktaya parmak basan Rûmi, şu muhteşem sözü kulağımıza ulaştırır: "Ağzınla
Ysin okuyorsun ama, kinle bütün bedenin sin gibi diş kesilmiş." (DK 6/436)

Sin, Arap alfabesinin üç dişi olan bir harfidir ve o haliyle bir testere ağzını andırır. Rûmi,
gönülden nasipsiz bir adamın bedeniyle Ysin okumasının onu testere gibi
kesmeyedoğramaya susamış halden çıkarmayacağına dikkat çekiyor. Çünkü gönülden uzak
düşmüş bir iman yapıcı iman olmaktan çıkıp yıkıcı iman haline gelir. Daha doğrusu yapıcı
iman, yerini yıkıcı inada bırakır. Bu inat, iman adı altında sahneye sürülürse de aydınlatma
yerine karartma, yapma yerine yıkma, ıslah yerine ifsd (bozma) sergilediği için insanlık buna
karşı tavır almak zorunda kalır. Ne yazık ki bu tavır alışın adı dine karşılık olmaktadır. Oysaki
bu, dine değil, dini çürüten örtülü inkra karşı bir tavırdır. O halde din adına ilk hareket, dini
içinden çürüten örtülü dinsizliği deşifre etmek olmalıdır. Kur'an birçok ayetinde, özellikle
Mûn suresinde bunu yapıyor. Ve bize gösteriyor ki, dine riyakrlığı sokanlar, görünüşte
namazniyaz içinde olsalar da, dini yalanlayan bedbahtlardır.

Rûmi, bu Kur'ansal espriyi çok iyi yakalamış ve kullanmıştır. Şöyle konuşuyor: "Gönlünü
yıkayıp arıtmamışsın, yüzünü yıkamaktan ne fayda var sana? Hırstan, doymazlıktan
süpürgeye dönmüşsün, daima toztoprak içindesin." (DK. 2/223)

Özü bırakıp, kalıp ve kabuğa mahkum olanlar, dinde derinliği bir şuur ve basiret işi olmaktan
çıkarıp bir sayı tamamlama işi haline getirirler ve elbetteki aldanırlar. Allah'ı sayılara
mahkûm etmeye kalkan zihniyetten yakınırken şöyle dua ediyor Rûmi: "Herkesi boğ, şu
sayılardan kurtar bizi... Sayıların tadına düşmüşüz, başka bir tat ver bize." (DK. 7/347) Sayı
ve kalıp rekoruyla Allah'a ulaşacağını sananları, bir testi suyu, Dicle'nin sahibi sultana hediye
götürmek gibi bir ahmaklık sergileyen adama benzetir. Bunun yerine, boş testiyle huzura
çıkıp hiçliğini, yoksulluğunu itiraf etmek gerekir. Günahkr olarak boyun bükmek, sayı
ukalalığından yeğdir. Ama bu da bir gönül nasibi gerektirir, (bk. Mesnevi, beyt; 28492868)
Sayılara sığınma aldatıcı olduğu gibi kelimelere sığınma da aldatıcıdır. Diyor ki Mevlna:
"Salavt verip duruyorsun ama, Mustafa'nın temizliğinden neyin var, ona bak." (DK. 5/270)
Ruhsal erişi kelime ve laf hokkabazlığıyla ölçen karanlık bezirgnlığa şunu söylüyor: "Nice
inşallah demeyen var ki, canı inşallaha eş olmuştur." (Mesnevi, 1/27) Ve: "Akıllı hacı niceye

dek yedi yedi tavaf ederdurur. Ben, delidivne bir hacıyım, kaç kez döndüğümü saymam bile."
(DK. 4/371)

Rûmi'nin şekil meselesinde çattığı illetlerden biri de kıyafet ve duvar hegemonyasıdır.
Kalıpkıyafete teslim olanları: "İsa'yı bırakıp da eşeğine bakma!" (DK. 3/205) diye uyaran

Rûmi, şunu soruyor: "Hırkayla sarık da nedir? Bunları rehin vermek, himmetin aşağılığından
değil de nedir?" (DK. 4/401) Ve: "Senin dayanağın Tanrı'dır, sopa değil; at sopayı, vazgeç
ondan." (DK. 7/544) Ve: "Külahı bırak da başı ara; sır o başla ele geçer." (DK. 6/134)

Rûmi, günümüz dünyasında da Müslümanları kemiren şekilperestlik illetine parmak
basmakta, bu illetin, Hz. Peygamber'i bir kıyafet putu halinde algılayan gafletine şu darbeyi
indirmektedir: "Mustafa'nın şekli yok oldu mu, lemi Allahu ekber kaplar." (DK. 5/287) Ve
bunun aksi yapılıp Mustafa, bir bedevi kıyafetinin ihyasından mutlu olan bir ruh halinde
tanıtılınca, lemi sadece yaygara kaplar.

Kur'an, engizisyona giden yolları tıkamıştır. Bu tıkamada alınan tedbirlerden biri de
mabetduvar hegemonyasını yıkmaktır. İslam'da mabet vardır ama, resmi mabet yoktur. Yani
her mümin ibadetini dilediği yerde ve tek başına yapabilir. Hz. Resul bunu ifade için: "Bütün
yeryüzü bana ve benim ümmetime mescit yapılmıştır." diyor.

Bütün yeryüzünün mescit yapılması ve insanın duvarlardan, bu duvarları saltanat ve sömürü
aracı olarak kullanan odaklardan kurtarılması Kurana bağlı tevhit erlerinin temel
görevlerinden biridir. Mevlna bu görevi en iyi biçimde yapan Hak yolcuları arasındadır. Diyor
ki: "İsa dördüncü kat göğe çıktıktan sonra kiliseyi ne yapsın." (DK. 5/205) Ve: "Can İsasmın
mescidine gökyüzü tavanı daha layıktır." (DK. 7/326)

Hakk'ı büyük yeryüzü meydanında kucaklayamayanlar onu duvarlar arasında hapiste biri
sanıyorlar. Onların o duvarlar arasında bulacakları olsa olsa nefislerinin putudur, Allah değil.

Rûmi şöyle konuşuyor: "Ne aptaldır o adam ki sevgili onun evindedir de o eve gelmez, boş
yere olmayacak yerlerde koşup gezer."(DK. 3/130) Ve şöyle belirtir duvar hegemonyasından
kurtuluşunun mutluluğunu: "Hamdolsun Allah'a, mihrabın da haçın da hüküm sürdüğü şu
daracık yerden, onun aşkıyla sıçrayıp kurtulduk." (DK. 6/218)

Rûmi'ye göre dini, formüller, kalıplarkurallar halinde sundukları sanılan peygamberler,
esasında gönül mimarlarıdır. Uyanık ruhlar, nebileri böyle anlamış, dini de bu anlayışla
yaşamışlardır. Kalabalığın, nebileri kuralcılar olarak düşünmeleri, onların gerçek çehrelerini
göremediklerindendir. Yoksa hiçbir nebi, içi pisliğe boğulmuş bir çanağın dışını yıkayıp
yıkayıp övünmeyi hüner diye tanıtmamıştır. Şöyle diyor: "Canla, gönülle peygamberlerin izini
izliyorum; aşağılık kişiler gibi kaçmadım." (DK. 4/213) Ve: "Dinin içyüzünü, özünü dile;
kabuklarından vazgeç." (DK 2/441) Ve: "Kır da içini çıkar." (DK. 7/358)

Gerçi kabuk ve kalıp özü bulabilmek için gereklidir, özü o taşır ama, bulmak ve öze geçmek
gayedir. Gayeyi yakalayamayan tembel ve karanlık benliğin kabuğu ilahlaştırmasına müsade
edilmemeli. Rûmi'nin şikyeti de esasen bu "kabuğu ilahlaştırma" illetindendir; yoksa o şeklin
ve kabuğun lüzumsuzluğunu asla söylememiştir. Diyor ki: "Meyva ham oldukça kabuğun
içinde kalması iyidir; fakat olgunlaştı mı artık kabuk zararlı olur. Kuş, yumurtanın içinde
kanatlandı mı bilki artık yumurta perdedir, kötüdür." (DK. 3/100) Başak yetişsin, olgunlaşsın
diye çekilir derdi, sapınsamanın. Sap ve samana sürekli bağımlı kalmak ise Rûmi'ye göre
eşekliktir: "Sen bir başağa benzersin, canın buğdaydır, bedenin saman; eşek değilsen ne diye
ot otluyorsun, yüzünü öze çevirsene." (DK. 7/115)

Nihayet bir nokta gelir ki, şekil ve kural gönül kuşunun ayağına pranga olur. Bu noktada:
"Gönül, din halkasından kaçıyor." (DK. 4/213)

Dine gönülle bakmayı, dini gönülle yaşamayı, dinde taklitçiliğe karşı da koyuyor Rûmi. "Suyu
başkalarının oluklarından alan kişi hırsızdır." diyen Rûmi, düşüncelerini şöyle sunuyor:

"Canlar, canlara şekil veren ustaya akmada; fakat bu akış, akıllıların dillerindedir, aşıklarmsa
gönüllerinde."

"Dillerde olan şey, "ben batanları sevmem" hükmüne girer; gönüllerdekiyse "kalan iyi
şeylerdir." der."

"Gönül göğe benzer, dilse yeryüzüne... Yeryüzünden göğe varmaya pek çok konaklık bir yol
var."

"Gönül buluta benzer, göğüsler damlardır... Şu dilse oluktur sanki; yağmur oradan akar."

'Yağmur suyu gönülden göğüslere tertemiz yağar; fakat adamın içi pisse sözlerinin de
aslıfaslı yoktur."

Bu sözler, bulutu yağmur yağdıran, damı bulutu çeken, oluğu da suyu akıtan adama göredir."

"Suyu başkalarının oluklarından alan kişi hırsızdır... Başkalarının damlarındaki suyu aşıran,
söz nakledendir."

"Kimin gözyaşlarından nerkisler biter, güller açarsa odur aşık... Nerkisler toplayıp demet
yapansa bir iş başarandır ancak."

'Tartış zamanı, terazinin kefeleri denktir ama adamın dili doğru söylemedi mi, kefenin biri
ağıverir."

"Kim canının halini giyinmiş, canının rengine bürünmüşse hangi cevabı verirse versin,
gerçekte soru sormadadır o."

"Bilgisigörgüsü tam olan hekim, hastaya acı bir ilç da verse zulmediyor gibi görünür ama
zalim değildir, adalet ıssıdır o."

"İsterse karanlık olsun; ayak, ayakkabısını tanır; gönül de zevk yoluyla, vardığı konağın
hangi konak olduğunu anlar."

"Gönüle gir, şu tufanda Nuh'un gemisine at kendini... Durak korkulu ama gönlüne korku
girmesin kardeş." (DK. 7/628)

Rûmi'nin gönülşekil bahsinde altını çizdiği noktalardan biri de gönül sırrının insanla
eşanlamlı olduğudur. Gönülden habersiz bir dkı, bir medeniyet, bir fert insandan da
habersizdir. Ve gönlün ihya edildiğine en büyük delil, insanın ihya edilmesidir. İnsanın
ezildiği, horlanıp bir kenara itildiği bir dünyada ne dinden bahsedilebilir ne de Allah'tan.

"Otuz cüzü eline alıp çileye girdin; otuz cüz benim, vazgeç çileden." (DK. 7/543) diyen Rûmi,
gerçek Kuf'an'm insanın gönlü olduğunu, Kur'an okumanın da insanı okuyup anlamak
olduğunu söylüyor:

"Gönlün varsa gönül kbesini tavaf et... Anlam kbe'si gönüldür; ne diye toprak sanıyorsun
onu?"
'Tanrı, suret kbesini tavaf etmeyi, onun vasıtasıyla bir gönül ele alasın diye buyurmuştur."
"Bir gönül incittin mi bin kez yaya gitsen de Kabe'yi tavaf etsen Tanrı kabul etmez."
"Malınımülkünü ver de bir gönül al; al da o gönül, mezarda, o kapkara gecede ışık versin
sana."
'Tanrı kapısına binlerce altın torbası götürsen Tanrı, bize getireceksen gönül getir der."
"Çünkü der, altın, gümüş, kapımızda hiçbir şey değildir... Bizi istiyorsan istediğimiz gönüldür
bizim."
"Senin, bir saman çöpü kadar değer vermediğin yıkık gönül, Arş'tan da üstündür, Kürsi'den
de, Levh'ten de, Kalem'den de."
"Hor bile olsa gönülü hor tutma; o horluğuyla gene de pek üstünlük üstünüdür gönül."
'Yıkık gönül, Tanrı'nın baktığı varlıktır; onu yapan can, ne de kutludur."
"Kırılmış, iki yüz parça olmuş gönlü yapmak, Tanrı'ya hacdan da yeğdir, umreden de."
'Tanrı defineleri, yıkık gönüldedir... Yıkık yerlerde pek çok defineler gömülüdür."
"Kul gibi, köle gibi gönüllere hizmet için kemer kuşan da sırlar yolu, yüzüne açılsın."
"Sana kutluluk gerekse, devlet istiyorsan, gönüller almaya, ululuğu bırakmaya bak."
"Gönüllerin yardımı seninle atbaşı beraber giderse kalbinden hikmet kaynakları akar."
"Dilinden sel gibi Abı hayat akar; soluğun, Mesih'in soluğu gibi hastalıklara ilç olur."
"Sus, her kılında iki yüz dil olsa da söylesen, gönül, gene de anlatışa sığmaz."
Dışın ihyası uğruna için, şeklin kutsanması uğruna özün ihmali, insanın başlangıçtan beri en
büyük belası olmuştur: "Baş gözüyle bakış yüzündendir ki dünyada senin ve benim gibi
binlercesi, durmadan helak olur, kör olurgider."(DK. 3/122)
"İnsana bütün korku, içinden gelir; fakat insanın aklı, daima dışardadır."
'Yûsuf gibi, boyuna dışarıyı okşardurur; halbuki içinde, kanına kasdetmiş bir kurt vardır."
"İçinde, nasıl bir çirkin var; bir görse ödü patlar."
"O çirkinlik, bir saldırışta ölürgider; fakat insan, ona zebûn olmuştur." (DK. 6/230)
Şöyle sesleniyor. "Bal çanağının ağzı kapalı, sense üstünüyanını yalayıp duruyorsun. Çanağı
yere çal, kır, görmek duymaya benzemez." (DK. 5/179)
İnsanı erdiren, mutlu eden ve sırları çözen görüş, gönül gözünün görüşüdür. Der ki Rûmi:
"Baştan başa gönül kesil, çünkü Tanrı huzuruna yol bulan, sadece görüştür." (DK. 5/52) Bu>
görüşten yoksun bulunan filozoflar, daha doğrusu felsefe, kafa gözüyle baka baka
yorulmaktan öte bir şey elde edememiştir. "Gönülde İsa gibi babasız bir güzel resmedersin
de anlamada İbn Sina bile buzda kalakalmış eşeğe döner." (DK. 5/431)

Kafa gözüne bağlı kalanların din adına konuşmuş olmaları onları filozoflardan fazla farklı
kılmaz. Rûmi, fıkhın "caizdirdeğildir" tartışmalarını da belli bir noktadan sonra felsefenin
birbirini çürütmekten öte hüneri olmayan saçma tartışmalarına benzetiyor. 'Yürü, bilgi
öğrenenlere katıl; fıkıh bilgisinin çevresinde dön de caizdirdeğildir lafları başını yüceltsin
senin." (DK. 7/634) Ama şunu da unutmamalıyız ki: "Ebu Hanife, aşka ait ders vermedi; Şafii
aşktan rivayette bulunmadı. Caizdirdeğildir sözleri ecel vaktine kadardır; aşıkların
bilgisineyse son yoktur." (DK 5/117)

Nihayet Rûmi işin özetini gündeme getiren soruyu soruyor:

"Ölümsüz olarak dünyayı parlatan, fakat ne küfür, ne de iman olmayan ışık nerede?
Meknsızlık denizi incilerle dolu, fakat içinde insanlık incisi bulunan hangisi?" (DK. 6/225)
Böylece Rûmi, tüm gelenekselformel kabullerin ötesinde bir insan gerçeğine çağırıyor ve bu
gerçeği yakalamada gönül denen bakış ve eriş kudretine sarılmayı öneriyor: "Gönül,
göklerden de yüce, göklerden de geniş!" (DK 6/283) diyen gönül eri Mevlna sözü kendisine
de getiriyor ve: "Benim yüzümü kafa gözüyle göremezsin." (DK. 5/66) diyor.
Mevlna düşüncesinde gönlün bir adı kalp, bir adı da candır. Can, tüm ölümsüzlüğün sembol
adıdır. Can, Allah'tan bizde olandır. Çan'ın karşıtı ten'dir ki Rûmi onu, iğretinin, ölümlünün
sembol adı olarak kullanır, insanda can süvari, ten binektir. Can, yani gönül tüm varlığı
güden süvaridir.

Yaşar Nuri ÖZTÜRK




Hz. Mevlana'nın sevdiği kadın olan Gevher Hatun ile mektuplaşmaları
Hz.Mevlana'nın, evleneceği kadını (Gevher Hatun) bir kere gördüğünde düğününe kadar
onunla yazıştığı mektuplar ...

Önce Hz. Mevlana yazar ;

Benim Gül'üme..

Zaman geçer... İnsan geçer... Dünyada her şey geçer; zaman öyle bir zaman olur ki sevda da
zamana ayak uyduramaz. Gönül sevda da geçer, gönüle yar geçer. Çok değil, sadece birazcık mevsim geçer, sıcak gelir, kış gelir; bahar geçer... Taşın yanında ağır olduğunu, ateşin ancak
düştüğü yeri yaktığını yeni öğrendim. Aşk da ateş mi demektir, hani her düştüğü gönlü yakar ya
... Mevsimlerden gözyaşı değil henüz, mevsim aşk mevsimi. Ey sevdamın Gül Hatun'u, beşinci mevsimim sensin, sen sadece sen değilsin, bensin; bedensin, benimsin.
Katre katre sen kokarsın toprağa nihayet düştüğümde. Ruhumun arzu dolu meyvesi sensin. Gül. Güle gülmek yaraşır, sevdaya da gül. Hani nerde aşkın sahibi gönül? Dur, yorulma !
Sevdam sana, gülüm sevdaya. Gülü sakın verme başka sevdalara...
Bezm-i elestten beriyim sevdada, o bende vaktinden öncesinde, susma ! Konuş, haykır gülüne
doyasıya sevdanı, sevdaya da ancak bülbülleşmek yaraşır. Bütün umutlar sende, bütün aşk
sende, sevda sende, gül sende..
.
Ertesi gün Gevher Hatun'dan cevap gelir..

Cemre bakışlıma...

Bakışlarına hasret kaldım, uzak diyarlarda ruhunu soluduğum aşk-ı sevdam. Ruhuma gel,
yanaş tenime ve bak usul usul, nefesini nefesim duysun. Yoksun. Sevda da yok ortalıkta. Aşk
var; sevda olmasa da sevda var. Suyuna can verip damarlarımı dirilten; cansız toprağın
kucağında tohumuma can veren ve sevdamı bana bağlı kılan Yaradan, ruhuma can verip
sevdaya bağışladığın an bittim, yeniden doğdum da sevdamın gözlerinde dirildim. Emelimi
onda buldum, sevdayı sevdanda gördüm. Taş üstünde taş, baş üstünde baş kalmamacasına
ezelden ebede ferman ferman yazılmış bahtsız ruhumun mücerret rüyası, gönlümün sevdayı
gülü...

Kimseler bilmez, kimseler görmez bizi. Aşka değer bir aşk mıdır beni benden alan, yoksa
cihanda görülmeyen seslerin muhteşem ahengi midir kalpte yanan? Sana dair ne varsa, ben
hepsini aşk bildim. Sevda bildim. Seni sen bildim de sevdayı sana bildim.
Aşka sen diye bakmadıktan sonra ben aşkı neyleyim? Seni ruhuma cemre diye
damlatmadıktan sonra ben bu bedende neyleyim?

Aşk da sen, hasret de sen, ben de sen ...

Ardından tekrar, Hz. Mevlana yazmaya başlar ..

Suskunluğumu seninle bozuyorum. Son nefes senin adını sürüyorum dudaklarıma, sonra
kapatıyorum oruç niyetine; iftarım senin adınla oluyor yine. Aşkın adını sen koydum, bütün
sevdalar kıskandı.

Aşkın yalın hali ise sadece ben. Yalın, yalnız, yapayalnız.. Sevdasız yağmur bile eski bir
rüyadır. Aşkın içinde gül varsa gül tekrar filizlenir, kıpkırmızı kesilir. Sevdada gül varsa ancak o
zaman bulur aşk kendi halini. Aşka dair ve sevdaya dair seni çizsem, kitap niyetine soluksuz
okunur gönüllerin ulu orta yerinde. Kitabın adını sen koysam , "sevda sevda" dillenir bütün
gözler.

Her şey bittiği zaman kainatta, gül ile sevda tekrar dirilir, son bir kez yeşerir son noktayı
koyarcasına... Sustum. Sevda sustu, gül sustu. Sustum, sevda müptelası gül coştukça coştu.
Aşk üç kelime ile aşk oldu; Gül ve Sevda. Sevdaya gül dahil, sevda güle müdahil. Yaşamak
sadece gülce, sevdaca...

Aşkın adını hüsran koyanlar utansın, sevda tüten güllere inat. Ruhun girdaplarını gül, sevda
koydum saklanıp çıkmayayım diye. Güle değen bütün sözleri kıskanırım . Sevdaya gelecek
ruhları parça parça dağıtırım.

Ben sana Gül diye yazdıkça, sen bana Cemrem diye yazardın. Haklısın cemrenim ben.
Dördüncü cemre. Havaya, toprağa ve suya düşen cemreler. Yakar. Kavurur. Savurur. Cemre
düştü toprağa gözlerden. Toprağı diriltti, canı verdi; canını yitirdi. Canını yitirse de cemreliğini
kaybetmedi. Gözler önce cemreyi gönderdi, sonra kendileri de gitti. Eridiler, yok oldular..
Cemrenin kızgınlığı zamanaydı, gözlereydi, toprağaydı ve aşkaydı...

Zaman geçiyor. Ne cemre kalıyor, ne gözler kalıyor ne de toprak eski halinde kalıyor. Gönül
buruksa ve vurgunsa kendi ruh halini hep koruyor, kaybetmiyor ama asi oluyor. Aşka isyan
ediyor, zamana isyan ediyor, mekana isyan ediyor.

Gül, cemreye kavuşunca sevda doyuyor mutluluğa. Cemre sevdanın bir parçası, onun zerresi,
onun katresi... Sevda hep güle cemreyle yalvarıyor, gül gülüyor, sevda binlerce kat daha
sevdalanıyor… Gül utanınca kırmızılaşıyor.

Sevdada isyankar bakışlar, gülde uslanmaz haykırışlar... Mesafe uzak; gönüller bir, gözler uzak;
bakışlar bir .. Ayrılık girdi araya uzunca zamandır. Rüzgar, sevdayı gülden ayrı savurdu, itti
bütün gücüyle gülden uzağa apayrı... Zamanda mıydı suç? Rüzgarda mı? Yok, başka kimse
yok gül ve sevdaya dair...

Cemre susuz..
Cemre yarsız..
Cemre gülsüz ve sevdasız ...
"Senin Cemren"

Aşkın Gözyaşları Hz Mevlana kitabından alıntıdır.