SEVMEK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
SEVMEK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster


Uzat ellerini sevgilim
onlar ne kadar da sıcak bilemezsin
güven yüklü ellerin...
hele ki gözlerin yok mu
bir içimlik değil ömürlük kahve dolusu...
seninle huzurluyum yanındayken
daha özgür, daha barışcıl ve daha güzel
seninle mutluyum yanındayken
daha sevecen, daha kadınsı ve daha coşkulu
seninle mutluyum yanındayken
daha, daha ve daha çok seven...

Mehpare ÖĞÜT








Yavuz Sultan Selim Han, Mısır'ı fethettiğinde, idareyi eline alıp kendi hakimiyetini yerleştirmek için bir süre orada kalmış. Bu sırada bir çadırda kalıyormuş. Çadırı süpürüp temizleyen, yemeği yapan Mısırlı bir cariye varmış ki, Yavuz Selim Han sabah çıkınca, cariye geliyor, akşama kadar çadırı temizleyip yemekleri hazırlayıp gidiyor, akşam olunca da Yavuz Selim Han çadırına dönüyormuş.

Cariye nasıl olduysa bir kaç defa Yavuz Sultan Selim Hanı görmüş ve Ona âşık olmuş. Ama ümitsiz bir aşk. Zira bir tarafta koskoca cihan padişahı Halife-i Rûy-i Zemîn, diğer tarafta basit bir cariye...

Fakat cariyenin aşkı dayanılmaz boyutlara ulaşıp da kalbine sığmaz hâle gelince, ne yapacağını bilmez hâlde Halife'ye açılmaya karar vermiş. Lâkin aradaki uçurum cariyeyi iyice çıkmaza sokuyor, kararsız hale getiriyormuş. Bir yandan aşkının dayanılmaz baskısı, diğer yandan aradaki devasa farkın kendini engellemesi arasında bocalayan cariye, Halife'nin karşısına çıkma cesaretini kendinde bulamadığından, yazıyla ilanı aşk etmeye karar vermiş. Ve 3 kelimelik bir not yazarak Halife hazretlerinin yatağına bırakmış. Notta şöyle yazıyormuş:

DERDİ OLAN NEYLESİN

Akşam çadırına gelip de yatağının üzerinde küçük bir kağıt parçası bulan Yavuz Sultan Selim Han, kağıdı okuyunca bu notu yazanın, çadırını süpüren cariye olduğunu anlamış. Ve kağıdın arkasına cevabını yazmış:

DERDİ NEYSE SÖYLESİN

Kağıdı, sabah aynı yere bırakmış ve çıkıp gitmiş. Bir müddet sonra Cariye, temizlik için çadıra geldiğinde ilk iş olarak kağıdı aramış. Kağıt bıraktığı yerde duruyormuş. Kaparcasına kağıdı alıp okuduğunda heyecanı bir kat daha artmış. Halife'nin cevabından cesaretlenen cariye, kağıdı çevirip dünkü notunun altına şu cümleyi eklemiş:

KORKUYORSA NEYLESİN

Akşam olmuş. Halife çadıra dönmüş. Kağıdı okumuş. Cevabı yazmış:

HİÇ KORKMASIN SÖYLESİN

Sabah bu cevabı okuyan cariye artık kararını vermiş: Aşkını bu akşam halifeye söyleyecek. Ne olacaksa olsun artık. Ve o gün temizliği bitirdiği halde gitmeyip Halife'yi beklemeye başlamış.
Yavuz Sultan Selim Han akşam çadıra dönünce cariyeyi kendisini bekler bulmuş. Cariye, Halife'yi görünce hemen ayağa kalkıp temenna durmuş. Yavuz Selim Han "Buyurunuz, sizi dinliyorum" deyince, cariye bütün cesaretini toplamaya çalışırken, titreyen ellerini gizlemek için elleriyle dirseklerini tutarak kollarını kavuşturmuş. Heyecandan yüzü kıpkırmızı olmuş. Kalbi yerinden fırlarcasına atarken, titrek ve mahçup bir sesle: "Efendim!" demiş. Cariyeniz... Size..." ve cümlesini tamamlayamadan yığılıp kalmış.

Kalbine sığmayan aşkını söyleyemeden ruhunu teslim eden cariyenin, bu tertemiz aşkı karşısında koca halife etrafındakilere dönerek gözyaşları içinde şu irade-i kelamda bulunmuş:


"Gerçek aşkı şu cariyeden öğrenin. Zira âşık, mâşukunun yolunda olur ve o yolda ölür."

&&&&





Harf harf, cümle cümle düşüyorsun yüreğime ey yar...! Bilmezdim, bilemezdim gerçek sevginin bu denli güçlü olabileceğini. Anladım ki aşk geçici bir derya imiş; dalgasında boğulduğum. Anlık heveslerden kurulu bir aldatmacaymış, büyüsüne vurulduğum.

Ey yar...! Geldin... Beklediğimdin sen, sevdiğim, sevenim... Belki gecikmeliydi gelişin ama olsun. Çok da önemli değildi gecikmeler mutluluk varsa sonunda. Önemli olansa gerçek sevenin ulaşmasıymış sevilenin varlığına....Ve şimdi sen düşüyorsun yüreğime ilmek ilmek, satır satır.. Yormadan, bir an olsun bıktırmadan, doluyorsun gönlüme ırmak ırmak. Ve “Sev” diyor bana ilahi bir ses. “Sev, O'nu ! Her geçen gün artan bir sevgiyle sev...!


Mehpare ÖĞÜT






Önemlidir ve çok şeydir; bir zamanlar sana açtığı ufuklar, verdiği emekler, içindeki heves, aldığı her nefes, seni çok sevmiş olması, onu çok sevmiş olman.

Ama ”iş”te de, “aşk”ta da, “düş”te de “şu an”dır, “bir zamanlar”dan daha önemli olan.

Yaşamsal hatadır – bunu “vefa”yla karıştırıp, “şu an”a razı olman, yarını anılarda araman.

Aksi iddia edilse de, öyle inanman istense de; bir tek sana aittir yaşam bisikletin.

Enerjisini, pedalına bastıkça elektrik üreten şarj dinamosundan alır kalbin.

Bisikletine aldığın yol dostun, sana pedallara hevesle bastırdıkça, yükünü paylaşıp yol göstermek, yolunu açık etmek için yanıp tutuştukça anlamlıdır.

Yokuşu birlikte tırmanmak da, kanatlarının altındaki rüzgarla birlikte süzülmek de, büyük ödülün tadını paylaşmak da, birlikte sarf edilen emekle güzeldir.

Ne çekerse anılarından çeker insan.

Emek artık esirgendiğinde, niyet tükendiğinde, arkandaki - kucağındaki ağır bir bohçaya dönüştüğünde, yağmur damlaları sadece senin başına düştüğünde, bir tek frene basmadiğı kaldığında, hatta onu bile yaptığında ve artık sana da, ona da yazık olmaya başladığında; “bir motosiklet bulması”nı dileyerek yola tek başına devam etmendir uygun olan.

** ** **

Vefa” başka bir şeydir.

Vefa; elinden geldiğince – artık elinden gelmese bile – yüküne, emeğine ortak olabilmek için hala yanıp tutuşana sahip çıkmaktır.

Niyeti değil - gücü tükenmiş yol dostunu seve seve sırtında taşımak, tıkandığın, tükendiğin yerde inip bisikletinden bir ağacın dibinde birlikte yatmaktır...
Düş Hekimi Yalçın ERGİR



Resim-Vıcente ROMERO

Gün ışımasında seninle olmak var yan yana
dağınık bir yatak içinde
sarmaş dolaş
uykuya yenik düşmüş bedenlerimizde
karşılamak her sabahı birlikte...
bıkmak nedir bilmeden
bakmak birbirimize
dokunmak
öpmek
okşamak
sarılmak
sevmek..
Her gün ilk günmüşcesine
hayata ışığımızı vermek
dokunduğumuz her şeyde bir güzellik yaratmak belki de
hoşlandığımız şeyleri paylaşmak sevgimizle
alışagelmiş tüm sözcükleri rafa kaldırıp
yeni kelimelerden yeni cümleler kurmak söylemek için birbirimize
almak kadar vermek
ya da almadan vermeyi becerebilmek
gözün gördüğü değil
gönlün gördüğünü dilinden düşürmemek
unutup bildiğin tüm şeyleri
bilmiyormuşcasına sil baştan başlamak belki de hayata
birlikte, yan yana, kol kola
yürümek
yorulsak da birlikte soluklanmayı becerebilmek her köşe başında
dinlenmek sırt sırta bir parkta bir ağaç gölgesi altında
konuşmak uzun uzun
ya da sadece bakışmak söylemek istediklerimizi anlatırcasına
farkına varabilmek sevmenin ve sevilmenin
doyamamak tadına
istemek her an yanı başında olmasını
ayrılmamak ayrı kalmamak adına
ve sadece biz diyebilmek
atıp sen ve ben'leri bir yana
bir olmak, birlikte olmak, bütün olmak
bir elmanın iki yarısı gibi
bu dünyada...


Mehpare ÖĞÜT







Sevenler büyük insanlardır.
Sevgi, iyi ya da kötü yönde olmak üzere, sevenleri ve sevilenleri değiştirir. Daha dışarıdan bakıldığında, sevenler yüksek bir düzenin üreticileri olarak görünürler. Tutkuludurlar ve engel tanımazlar; yumuşak başlıdırlar; ama zayıf değildirler. Her zaman ne gibi sevecen davranışlarda bulunabileceklerini araştırırlar -ve bunu yalnız sevdikleri için değil, herkes için yaparlar- Sevgileri için sürekli olarak yapıcıdırlar; sanki bir gün gelip de tarihini yazacakmışcasına, o sevgiyi tarihsel kılarlar. Sevenler için hiç yanlış yapmamakla tek bir yanlış yapmak arasındaki fark çok büyüktür; oysa dünya böyle bir fark üzerinde rahatlıkla durmayabilir. Sevgilerini olağanüstü kıldıklarında, teşekkür edecekleri yalnızca kendileridir; başarısızlığa uğradıklarında ise, nasıl halkın yöneticileri, halkın kusurlarını ileri sürerek kendilerini aklayamazlarsa, sevenler de sevdiklerinin kusurlarıyla kendilerini aklayamazlar. Sevenlerin üstlendikleri görevler, kendilerine karşı görevlerdir; bu görevlerin yüklediği borçları yerine getirmek için gösterdikleri titizliği kimse gösteremez. Sevenlerin başkalarının ciddiye almadığı pek çok şeyi, en küçük dokunmaları ve en algılanamaz gibi görünen sesleri bile ciddiye almaları, gerek sevginin gerekse başka büyük üretimlerin özünden ileri gelir. Sevenler arasından en iyileri, sevgileri ile başka üretimler arasında tam bir uyum sağlamayı başarırlar; o zaman sevecenlikleri genel bir nitelik kazanır; yaratıcı yetenekleri çoğunluğa yarar sağlar ve bu türden sevenler, üretici olan ne varsa desteklerler.



Bertolt BRECHT




İsmi tarafından terk edilmiş bir şehir gibi yüreğim.
Her ne kadar adını koymaya çalışsam da ; yokluğunun eş anlamlısı hiç bir imla kitabında geçmiyor…
Sanki Türk Dil Kurumu yasaklamıştı yokluğunu…
Gittiğin günden bu yana bu şehir çok değişti.

Hunharca katledilmiş hayallerim, boyası dökülmüş umutlarım ve dünden kalma yarınlarla ayakta durmaya çalşıyorum…
Gitme diye bütün pabuçlarını dama atmıştım halbuki…
Biliyorum, bir gün bu şehir getirecek seni bana.
Kim bilir belki de bir dolmuşta ‘şuradan bir öğrenci uzatır mısınız?’ diye vurduğum omuz senin ki olacak…
Şimdi hangi şehir alıp basar bağrına bizi ?
Hangi şehir hikayesine kahraman yapar ?
Hangi şehir büyütür çocuksu düşlerimizi ?

Sen gittin… Bu şehiri ayaklar altına alıp kalbimin sokaklarına basa basa gittin…
Ve ben pabucunu kaybetmiş bir çocuk edasıyla seni aradım bomboş sokaklarda…
Kaldırım taşlarında ki ayak izlerini, inzivaya çekilmiş kuytu düşlerini ve doğmayan çocuğumuzu parklarda aradım…
Yalnızlık bir ananın nasıl ilk göz ağrıysa yokluğunda benim ilk göz ağrım…
Hani küçükken kalbine ne koyarsan seninle beraber oda büyürmüş ya ;
Ben büyüttüm seni işte kalbimde annen falan hikaye…

Şimdilerde adın, adım adım sürükleniyor kalbimin bomboş sokaklarında.
Hatırlar mısın bir ara sormuştun ‘beni neden seviyorsun’ diye,
Bende o an heyecanlanıp cevap verememiştim…
Hala geçerliyse o soru’n cevap vermek isterim..
Seni neden seviyorum biliyor musun ?
Gözünün üstünde kaşın varda ondan…
Keşke ‘gidiyorum’ dediğinde ‘gelirken ekmek almayı unutma’ diyecek kadar hafife alabilseydim gidişini..
Olmadı işte…

Ben kahvaltını hazırlayıp senin gelmeni bekledim.
Bir çocuğun babasının yolunu gözlediği gibi…
Periler için bile çocukluk titik bir cennetten ibaretse ben ne yapabilirim ki…
Sen en iyisi gitme…
Hem nereye gidiyorsun bu şehri peşine takıp ?
Yalancı bahara aldanıp nereye gidiyorsun ?
Şimdilerde adın kadar aklımdasın…
Adın ; benim için ‘oku’ emri…
Hadi gel dolaştır kestane rengi saçlarını kılcal damarlarıma…
Kalbime giden her kan pıhtısında saçlarının kokusu olsun…
Yağmurlu havalarda bile kapatmıyorum pencerelerimi..
Sen geldiğinde belki duyamam diye…
İyiyim ben, merak etme…

Ordan burdan bir kaç dal sigara, birisinden kibrit, otlanıyoruz işte…
İyiyim ben, yara’m da çok iyi, çok iyi bakıyorum ona…
Mesela her nefeste biraz daha büyüyor, başkalarının ateşinde…
Parmağına sürecek oje bulamayışın mı hala tek derdin ?
Yada kırmızı ile pembe arasında kalman mı hüzünlendiriyor seni ?
Hani bana bazen her aklına geldiğinde ‘seni seviyorum’ diyordun ya,
O an kendime olan öfkem kızıl bir duman gibi yayılıyordu içime,
Sonra yavaşça soğuyarak küçülüyor küçülüyor ve yerini yine hasrete bırakıyordu..
Şimdilerde o iki kelime kulağıma küpeden ibaret…
‘Gidiyorum’ dediğin günden bu yana yoksun bu şehirde..
Kuru bir ‘gitme’ sözcüğü dökülmüştü o an dudaklarımdan göz yaşlarıyla karışık..
Öyle kuru, öyle ıslak, öyle uzak..
Sahi bu kadar kolay mıydı her şey, bu kadar yakınmıydık bu ayrılığa..
Her neyse…

Özledim be kadın ! Özledim…
Saçlarında ki ‘ben’ kırıklarını özledim…
Gözlerinde boğulmayı özledim…
Dudaklarında haram’ı özledim…
Ellerinde sevabı özledim…
Sorma bana ‘beni özledin mi ?’ diye…
Özledim ulan ! Özledim…
Ama her şeye rağmen başardığımız şeyler vardı..
Mesela sevdik, çok sevdik ; yada öyle sanıyorduk..
Amacım yıldızları göstermek değil ; binlerce yıldıza rağmen ayın güzelliğini göstermek..
Bitti deyişin öylesine değil ölesiyeydi, şakacıktan…
Ve kıyametler koptu, sadece sen öldün…
Sakın ayrıldık diye bana verdiğin sözleri unutma sevgilim…
- Sıkı giyin.
- İlaçlarını aksatma.
- Geceleri üzerini ört.
- Sevgilinle iyi geçin.
- Kendine iyi bak.
- Ve sende ki bana iyi bak…


Yunus Emre ÜNDAR
Siirfm.com'a teşekkürlerimle...






Seviyorsanız eğer; 
Geç kalmayın sakın aşkınızı 
söylemeye 
telgraf çekin, telefon edin, 
mektup yazın... 
Uçaklara, trenlere 
tüm taşıtlara binin... 
Koşun, arayın, bulun, 
haber gönderin, birine anlatın... 
Duvarlara yazın, ağaçlara kazıyın... 
Yani deneyin bütün olanakları, 
hiç olmazsa; iki yaprak 
samanlı kağıda yazın... 
Ama sakın geç kalmayın! 
AŞKINIZI SÖYLEMEYE...

Özdemir İNCE



“Ben senin, sevgilin, eşin, baban, ağabeyin, arkadaşınım…Biri bitse biri kalır…Seni hiç bırakmayacağım…” diyor Cemal Süreya…Bu söze hayran olmamak mümkün değil…Evlilik, bu duyguları yaşatıyorsa insana, kuşkusuz mutluluk verir, birlikteliğin tadına vardırır…Öyle ya!..Hem sevgili, hem eş, hem baba, hem ağabey hem de arkadaş olabilecek kaç tane koca vardır bu dünyada?..Bırakın bunların tamamını sadece kocalığı bile beceremeyen o kadar çok erkek var ki!..Eşini anlamayan ve aslında hiç evlenmemesi gereken kocalardır bunlar…Hem kendilerine hem de eşlerine eziyet ederler…Bağrışmalar, hakaretler, kavgalar daha önceki yalnız yaşamı özletir her iki kişiye de…Evlilik de bir ıstıraba dönüşür…Oysa kocalar, bütün bu istenilen duyguları yaşatabilselerdi sevgili eşlerine, kendileri de mutlu olacak ve bu mutluluktan çocuklar da nasiplerini alabileceklerdi…

Kim istemez böyle bir evliliği diyen kocaların haykırışlarını duyar gibiyim…Benim eşim, Cemal Süraya’nın eşi gibi değil ki ben ona bütün bu duyguları yaşatayım…O benim, eşim, annem, kız kardeşim, arkadaşım olamadı ki ben tarif edilen koca gibi olayım!..Doğrudur…Ben, bu sözü duyduğumda eşim de bana aynı duyguların dişi karakterlerini yaşatıyor diyebilmiştim…O halde evliliğin büyüsü işte burada…Jack Lemmon diyor ki:”Bir zamanlar erkeğin üstün olduğuna inanıyordum…Sonra evlendim…Karım bu inancımı tamamen yıktı…” Demek ki kocaların en sivri düşüncelerini bile ters yüz edebiliyor kadınlar… Elbette kocaların karakteristik yapısı da kadının başarısında etkin rol oynuyor…Nitekim şöyle diyor Williame Shakespeare:”İyi adamdan kötü koca olmaz!..” Ne kadar doğru bir söz…O halde kadının başarısı, kocasının iyi adam olup olmamasıyla da yakından ilintili…İyi kadın, iyi adam…Mutlu evliliğin ilk adımı bu olsa gerek…

Mutlu erkeklerin ve kadınların evlilik kurumuna olumlu baktıkları bilinen bir gerçek…Mutlu bir yuvada çocukların da mutlu olduğunu rahatlıkla söyleyebiliyoruz…Aldatmaların da en alt düzeyde olduğu bu tür evliliklerde hem erkek hem de kadın, yakın çevresindeki herkesi olumlu etkiler…Çünkü onlar aynı zamanda iyi bir baba, iyi bir anne, iyi bir kayınpeder, iyi bir kayınvalide, iyi bir anneanne, iyi bir babaanne, iyi bir dede olurlar…Sözlerim yanlış anlaşılmasın!..Boşanmış eşlerde de iyi bir baba, iyi bir anne vb. elbette olur ve biz bunları yaşayarak görebiliriz…Ancak, geri plandaki aile tablosu ne yazık ki istenilen biçimde olmaz!..

Bir arkadaşım anlatıyor:”Ben eşimle birlikte bir yere gidemedim…Örneğin köpeği birlikte gezdirmeye gidelim dediğimde, ne gereği var, mademki sen gidiyorsun, ben niye gideyim, der bana…Oysa ben onunla birlikte yürümek, konuşmak, dertleşmek için isterim bunu…Beni hiç anlamaz!..” Bu duruma üzülmemek mümkün mü?..Eşle birlikte olmanın nasıl bir duygu olduğunu eğer anlayamıyorsa bir erkek, evlilik neye yarar?..El ele tutuşmak, birlikte yürümek, birlikte alışveriş yapmak, birlikte şarkı söylemek, birlikte film izlemek, birlikte bir geziye çıkmak, birlikte yaşlanmak ne güzel bir duygudur, bunu yaşayabilene, tadını alabilene!..

Muzaffer İzgü şöyle diyor:”Ben, hayatta en çok eşimi sevdim…” Can Yücel’in “Ben hayatta en çok babamı sevdim..” sözüne nazire olarak… Bu sözün içinde anne sevgisi, kardeş sevgisi, arkadaş sevgisi var, hem de coşkulu bir şekilde… Ne güzel bir şey bu sözü hissederek söyleyebilmek!..

Son söz Drusus’tan” İnsan hayatının en önemli olayı iyi bir eş seçimidir…” 

Asıl püf noktası bu olsa gerek… 

Asım ERDOĞAN





Hani diyorum ki bir ihtimal olabilseydin yanımda ama yoksun;  yine de şu anda yalnızlığımla avunduğum bu akşam saatlerinde, seni ve sen'li günleri düşünüyorum da... Geleceğe dair hayallerimle avutuyorum kendimi, varlığınla ısıtırken bedenimi yatağımın içine kıvrılmışlığımla...
Ey gözleri kahve tadında olan sevgilim...! Bunca yıldır bekleyip tam da umudumu kestiğim anda gelenim. Unuttuğum bir mutluluğun kapısını aralayan kalbine ne kadar da müteşekkirim. Seninle yan yanayken geçen zamanın dilencisi, kalbimin esir düştüğü yüreğinin en mahrem, en gizli yerinde ve kimselerin bilmediği, adını dahi söylerken içimin titrediği, dünyam, canım, her şeyim olan sevgilim... Seni öylesine bir aşkla seviyorum ki... !
İçim seninle öylesine doluyken, dünyam böylesine güzelleşmişken, hayatı yeniden sil baştan yaşamak isterken... tek acı veren şey senin yanımda olmayışın, olamayışın. Onun dışında zaten her şey iyilik güzellik hele hele de seninleyken. 
Ve ben istiyorum ki seninle geçsin bir ömür... Birlikte içelim ab-ı hayattan. Kana kana içelim de bu sevdayı varsın bilmesin yüreklerimiz doymayı. Öyle bir sevda yaşayalım ki tek yürek, tek beden olalım ve ruhlarımız bile aynı şarkıyı söylerken terk edelim bu dünyayı...
Ey sevgili...!
Seninle geçsin ömrüm, seninle düşsün saçlarıma aklar biraz da. Kalbim ağlayacaksa bile sadece senin için ağlasın bundan sonra. Ve ben bir tek senin adını zikredeyim düştüğüm ateşlerde. Ve hayırlısı diyoruz ya hep sevgilim... Sen hayrım ol benim ben de senin.. Nasıl olsa bir hale yola koyacaktır bizleri Yaradan... Yeter ki hep böyle sevmeye devam edelim birbirimizi....

Kısacası seni seviyorum Sevgili...

Mehpare ÖĞÜT
2014




Bak, tam da şuramda bir yerlerde, anlayacağın, kısacası, yüreğimde... Sana dair, sana ait bir şeyler var içimde...

Kanatlanmayı bekliyor tüm kelimeler ve suskunluğunu bozmayı yüreğim...

Haydi Rastgele...♥♥

Mehpare ÖĞÜT


Özlediğim, beklediğim, gelenim…
Yeryüzündeki milyonlarca insan arasında gülümseyenim.
İçimde ki mutluluğum, coşkum, neşem, sevincim,
Adını koyup da henüz kimselere diyemediğim
Saklımda olan sevdiğim,
Tadım, canım, hasretim…
Her günün sabahında aklıma gelenim
Düş’lerinle birlikte uykulara daldığım,
Hayatıma anlam katan sevdiğim,
Hayalim, kalbim, gönlüm,
Gönlümden gönlüne yol çizdiğim
Dünyam, her şeyim, sevilenim…
Yüreğime düşen sevdam, sevgilim
Yüreğime hoş geldin…
  

Mehpare ÖĞÜT









Şu dört duvar arasına sıkışıp kalmış ruhumu
Teslim edemiyorum hiç kimseye…
Oysa ki gitme telaşında bir yürek
Geç kaldım biliyorum sevdaların mevsimine
Olsun yine de…
Olsun belki de yakındır gelecek
Gelecek vardır bir yerlerden
Kim bilir…
Kim bilir hangi kentten
Hangi sevda çıkacak yolumun üzerine.
Sevdanın hangi rengini tanıyacağım
Hangi ellerde ısınacağım
Kimin omzunda sabahlayıp
Hangi gözlerden seyredeceğim dünyayı
Ve hangi şarkının melodisi olacağım
Kim bilir…
Belki de;
Yaralı bir yüreği avutacağım son deminde
Belki masallardaki kuşların adına ben yazacağım bu hikayeyi de
Kara kışa teslim olacağım ya da baharı müjdeleyeceğim bir yüreğe
Belki, belki de bir düşünce sadece
Belki de güzel bir rüyadır gördüğüm uyumadan önce
Ya da boş ver, her neyse…

Mehpare ÖĞÜT

2013



Konuş yüreğim! bir sen bir de ben varız bu akşam.
Söyle içindekileri, dökül, bileyim ben de.
Kaç kere atar bir kalp...!
Ya duran bir kalp çalışır mı hiç ardından
Yetmedi mi sence de bu yalnızlık
Tükenmedin mi bunca yılın sonrasında
Hala mı umut var
Hala mı beklediğin
Hala mı sevdiğin
Anlat, anlat ki bileyim ben de
Ortak olayım derdine bu akşam…

Konuş yüreğim
Hangi yangından sonra böyle oldun anlat bana
Kör mü olmuştu gözlerin de tutuldun bu aşk’a
Yaraların ne durumda
Yoksa kanıyor mu hala!
Kim bilir imkansızlığın içinde bir yalandı bu aşk’ta…

Söyle bana yüreğim söyle, çekinme, korkma!
Sevdim onu de, utanma…
İstersen haykır, ağla..
Yeter ki anlat bana, anlat da ortak olayım bu aşk’a…

……..

Madem merak ediyorsun geç otur karşıma..
Anlatayım merak ettiklerini bir bir sana…!
Ben, şu gördüğün ben var ya…
Belki de bu dünyada ki en yalnız kişiyim aşk’ta
Seviyorum diyenin bir sözüne kanıp da
Elini aşk’a bulayan bir budalayım bu dünyada…
Tükenmedim mi sanıyorsun, yanmadım mı, ağlamadım mı…
Tükendim de, yandım da, ağladım da
Ama bir de pişman mısın sor bana
Hadi sorsana!
Sana vereceğim tek cevap; pişman değilim asla!

Madem sordun söyleyeyim!
İlk yangınımdı benim hatırladığım ve en büyük yangınım
Yıllarımı elimden çalan
Evet kör olmuştum haklısın
Belki de istemeden..
Belki de beklemeden..
Belli ki sevdiğimden…
Dinlersen her akşam bahsederim sana ondan…

Ve ben öyle sevdim ki öyle yandım ki
Cehennemi yaşarken gördüm
Öldüm öldüm de dirildim onsuzlukta
Bak haykırıyorum evet yandım, evet ağladım
Hatta sevdim, hem de büyük sevdim.
Ve isteyerek buladım elimi bu aşk’a…

Ama bir de şimdi sor bana!
Seviyor musun hala!

Sana vereceğim tek yanıt
Hayır olacaktır unutma !!!!!
“Geçmişte kalan bir mazidir aşk’ta”


Mehpare ÖĞÜT
“Geçmişte kalan bir mazidir aşk’ta”

19 EYLÜL 2013










Aşkın yalnızca saatlere günlere yansıyabilecek kadar kısa ömürlü olduğunu sanırdım.

Sevgili Seni -Kendimde- Hatırlayınca;

Aşkın; değil yıllara, değil asırlara, Sonsuz Zamanlar boyunca, Sonsuz Aşkla, Sonsuz Sevgiyle, Sonsuz Tutkuyla, Sonsuz Şefkatla tüm boyutlara yansıyabildiğini ve tüm varlığımı kucaklayabildiğini gördüm.

Kalbimin Yalnızlığını daha önce hiç farketmemiştim, kendimi çok sandığım serüvenimde; Senden ayrı, bizi unuttuğum sonsuz zamanlar boyunca yalnız kaldığımda sensizliğin -yalnızlık- olduğunu anladım.

Aşkı ve aşka ait olan herşeyin kaosların ortasında, arada sırada yaşanan tatlı dakikalar olduğuna inanmıştım.

Anladım

Anladım ki Sevgili

Aşk; Kalbimdeki Sonsuz Aşk ile yansıdığım -Sevgiliyi- her An’da, her yerde, nefesimde bir dua, gözlerimde bir renk, tenimde gül kokusu, yüreğimde alev alev yanan bir ateş parçası gibi hissetmekmiş. Birlikte Aşkın içinde tükenerek yeniden Tek Ol’arak doğabilmekmiş.

Ve anladım ki Sevgili; her seferde olduğu gibi ve Şimdi Burada Tam ve Bütün olduğum An’da; Aşk -kendim- olabilmekmiş.
Rüzgar olup esmek
Güneş olup doğmak
Sınırsız
Sonsuz
Hesapsız
Yarınsız
Ol’makmış
Ve aslında bütün mesele; Canın, Cananda olduğunu bilebilmekmiş

Nilgün NART








Her zamanki gibi değil
Hiçbir şey eskisi gibi değil
Ama mümkün olabilir…
Eğer ki istersen
Eğer ki gelirsen
Belki hemen değil
Eskisi gibi değil
Zamanla
Belki de eskisinden de iyi
İstersen
Kimbilir…

Seversen…

Mehpare ÖĞÜT

2013





Benim de özlediğim anlar yok değil hani. Sabah kahvaltısını hazırlayıp hadi kalk diyebileceğim biri mesela… Yalnızlığımı unutturup  ruhumu iyileştirecek; dört duvar arasında ki sessizliğimi bozacak biri.

Daha önceleri olmuş muydu böyle bir şansım bilmiyorum. Belki kıyısından döndüm belki de hiç rastlamadım hatırlamıyorum. Ama biten her günün ardından yanı başımda ki sevdiklerime rağmen ruhumun ihtiyacı olan sevgiyi bulamamanın verdiği acı, beni daha çok üzmeye başladı son günlerde. Belki de insanın yaşı ilerlemeye başladıkça düşüyor böyle derin düşünceler içerisine. Ve biliyorum ki zaman bazı yaraları iyileştirirken, bazı yaraların ise kapanmasına müsaade etmiyor ve belki de o kapanmak bilmeyen yaralardır ruhumu böylesine derinden etkileyip üzen. Geçmişle koparamadığım ve zamanımı çalan sevdanın bugüne değin yansıması belki de. Şimdi soracak olsalar “sonunu bile bile yine sever miydin” diye cevap bile veremiyorum kendime. Bir tarafım sevmekten ve yanmaktan yanayken, diğer tarafım hayır demenin peşinde. Ama biliyorum ki pişmanlık duyacağım hiçbir şeye imza atmadım ve koşup da sahte sevdaların peşinden kirletmedim yüreğimi ben. Ve bir zamanlar döktüğüm göz yaşlarımı bile bağışlamışken yalnızlığımın sürüklendiği limanlara sığınmadım hiçbir zaman. Düşünüyorum da insan yaşadığı müddetçe her şeye sahip olamıyor, olsa da yeterince elinde tutamıyormuş. Zamanı geldiğinde ise bırakmayı bile öğreniyormuş, her ne kadar razı gelmese de gönlü; hayır dese de aklı…

Yine de ben, yüreğimin sesine kulak verip koşmayı yeğliyorum hayallerimin peşinden. Belki de son anda yetişirim umuduyla…Olur mu ya da olmaz mı hesabı yapmadan şimdilik uzaktan seyrine daldığım bir düş’üm var ne de olsa.Gelecek güzel günlerin haberini müjdeleyecek olan. Ve yüreğim ümidimin ev sahibesiyken her daim, pes etmenin de bir anlamı yok yaşıyorken. Neticede sevmek ve sevilmek için bahanelere de gerek yokken, en güzeli ve en yaşanılası şey sevmek değil mi sizce de …!

Ve şarkıda söylendiği gibi “sevmekten kim usanır, tadına doyum olmaz / hangi gönül uslanır, sevenle oyun olmaz”

Sevmek için sevilmeyi beklemeyin. Belki karşılığını alamayacaksınız belki de düşündüğünüzden fazla sevileceksiniz ama asla pes etmeyin sevmekten yana. Ve de hiç kimsenin ümitlerinizi kırmasına. Yeter ki isteyin, olumlu düşünün ve de vazgeçmeyin… Kapınızı her an biri çalabilir !!

Mehpare ÖĞÜT
"Vazgeçemeyeceksin, Seveceksin İnadına"









Havaların düzeleceği yok bu gidişle ve dolayısıyla benim de ruh halimin…
Sanırım beni bu havalar mahvetti diyen şairin dizeleri tam da bana göre. Kış’ı yaşayamazsan doğru dürüst böyle ıslanır kalırsın sürekli yağmur tanelerinin altında. Ve sakladığın göz yaşların da kaynar gider arada nasıl olsa…

Bir fincan çayımı alıp yudumlamaya tam da başlamışken, dilimin ucuna aniden gelip de takılıveren

“Sana ben şiirler sözler büyüttüm
Sana ben baharlar yazlar büyüttüm
Sana ben hummalı gizler büyüttüm
Söyleyemedim….”

dizeleriyle dalıyorum düşler alemine. Bildiğim ama senin bilmediğin bir şey var ya o şey sana dair büyüttüğüm sevgiydi. Yenik düştüğüm suskunluklarıma alet olan ve beni böylesine düşlere salan sendin aslında.
Sineye çektiğim ve kabul ettiğim yenilginin altında ezilip dururken her geçen gün nasıl oluyor da sevmeye devam edebiliyordum seni veremiyordum bir anlamda…
Seni sevmekten vazgeçmek istemiyorum çünkü seni diğerlerinden ayrı tutan bir şeyler var adını koyamadığım. Sen bilmesen de ben biliyorum, kendimi sensizliğin düşlerinde oyalayıp duruyorum. Öyle çok şeyler istiyorum ki sana dair; sana bakmak, sarılmak, konuşmak en çok da seni sevmek daha çok sevmek istiyorum. Ve yüreğimden yüreğine yol bulacak bir gün sözlerim inanıyorum. Belki bir gün, hissederken seni sensizlikte, yetmese de yetinmeyi bilmek ama yokluğuna dayanarak günlerimi geçirmek. Biliyorum bir gün duyacaksın sesimi, şimdi bilmesen de sevdiğimi, bir gün inanırsan ki sevdiğime geleceksin biliyorum… Ve sana dair büyüttüğüm sevdamı, yalnızlığımı, hüzünlerimi, şiirlerimi saklayacağım geleceğin güne kadar. Meğerse ne de çok biriktirmişim yokluğunda hepsinden de… Olsun varsın, hepsi de sana dair nasıl olsa…

Şimdilik bana müsaade… Sıyrılırken düşlerimin arasından yavaş yavaş bir başka düşe kadar büyütmeye devam edeceğim seni biraz daha. Ta ki seni sevdiğimi anlayıp geleceğin güne kadar… Biraz ayrılık, biraz hüzün, biraz yalnızlık, biraz mutluluk, bir sen, bir ben ama sonunda aşk olana dek sevdiğim…
Saklayacağım o güne dek seni en gizli yerde ve geldiğin gün hayat bulacağım, yeniden doğmuş gibi olacağım seninle…

Mehpare ÖĞÜT






Her günü bir umutla tüketmenin
Yanında olmayan birinin düşlerine sarılarak uyumanın
Ve kendi kendinle yaptığın iç hesaplaşmaların
Nereye varacağını bilmeden, sevebilir misin sevgili !
Sevebilir misin aradaki mesafelere aldırmadan görmediğin
…ve belki de hiç görme umudunun olmadığı birini…
Adını yüreğine yazıp başkalarına yer vermeden,
Belki de bir ömrü adamaya yemin ederek
Sevmeye söz verebilir misin sevgili !
Bekleyebilir misin belki bir gün diyerek…
…ve o bir günün hesabını verebilir misin hiç düşünmeden kendine…

Oysa ki ben her günümü, gönlümü sana adadım…
Seninle yatıp sensizlikle uyandığım her günü;
Kendime haram kıldım ey sevgili…
…ve aklıma düşen gözlerini her düşündüğümde;
Senin hayallerinde yüzer buldum kendimi.
Belki de seviyorum dediğim zamanlardan bile daha çok sevdim seni…
Sana ulaşamadığım her anın acısından olsa gerek,
Sensizlikle geçirilen her günü yas ilan edip,
Heybeme attığım yalnızlık tohumlarını ekiyorum gönlüme…
Belki bir gün diyerek geçirdiğim her günün ardından açıp da ellerimi semaya;
Seni istiyorum şu garip gönlüme !
Kimbilir dualarım kabul olurda düşersin cemre gibi yüreğime…

…ve seni yaşıyorum her anımda, her günümde…
Tohumların çiçek açtığı, güneşin ısıttığı ve nisan yağmurlarının mevsiminde;
Sen de açar mısın benim gönlümde !
Verir misin yüreğini, katar mısın benimkine !

Mehpare ÖĞÜT
2013    
Sensiz aldığım her nefes haram bana, bil istedim…






Sevmeden sevilmek, dokunulmadan dokunmak,
yaralanmadan yaralamak, acı çekmeden acı çektirmek,
zırhlarımızı, akıllarımızı, hesaplarımızı bunları elde etmek için mi kuşanıyoruz?
Onun için mi deneyip duruyoruz insanları?
Her sınamada onlar biraz daha fedakâr, biz biraz daha mı güçlü oluyoruz.

Güçlü olmak isteğinin aslında nasıl bir korkaklık olduğunu fark edememek kaç aşka mal oluyordur insana.
  
Acaba kendimizi en çok savunduğumuz sırada mı alıyoruz en büyük yaralarımızı,
en büyük budalalıklarımızı en akıllıca davrandığımızda mı yapıyoruz acaba ?
Rahatı ve güvenceyi en çok istediğimizde mi kaybediyoruz en büyük mutluluklarımızı,
en çok korktuğumuzda mı acaba korktuğumuz başımıza geliyor?..
Kendimizi bu kadar savunmasak, bu kadar akıllı olmasak, rahatın peşinde bu kadar koşmasak ve bu kadar çok korkmasak, yaralarımız, pişmanlıklarımız ve acılarımız daha mı az olurdu acaba ?

"Tanrıyı ve insanları deneme," diyen Nietzche'ye aldanmayıp herşeyi ve herkesi bu kadar çok deneyden geçirdiğimiz için mi Tanrıyı ve insanları kaybediyoruz? İnsanları bu kadar çok denediğimiz, kendimizi kalkanlarımızın arkasına böylesine iyi gizlediğimiz, hiçbir acıya ve sıkıntıya razı olamadığımız için mi en çok istediklerimiz en uzağımıza düşüyor, mutluluk ele geçmez bir masal kuşuna dünüyor ?
Schiller'in o muhteşem "Eldiven" şiirinde anlattığı hikâyeyi belki daha iyi okumalıydık,
oradaki şövalyenin adım seslerini belki daha çok duymalıydık.
Hep erken öleceğini düşünen, hayatı bu düşünce nedeniyle telaşla geçen ve düşündüğü gibi erken ölen Schiller'in söylediklerine biraz daha dikkat etmeliydik, kendi ölümünü bilen birçok şeyi bilebilir çünki.
Arenada, bütün şövalyelerin aşık olduğu ve evlenmek istediği harikulade güzel prenses kral babasıyla birlikte oturuyor, çevreleri genç ve yakışıklı şövalyelerle dolu, hepsi bir küçük tebessüm için bekliyorlar.
Borazanlar çalıyor ve aslanlar çıkıyor arenaya, kocaman yeleleri, gergin belleri, iri pençeleriyle kükreyerek dolaşıyorlar. Prenses zarif ellerini saklayan uzun eldivenlerden birini çıkartıp aslanların arasına atıyor.
- Kim eldivenimi alıp bana getirirse onunla evleneceğim.
Müthiş bir sessizlik oluyor, bir anda herkes susuyor.
Bir şövalye diğerinden ayrılıyor, taş merdivenlerden ağır ağır inmeye başlıyor,
parlak çizmelerinin çıkardığı adım sesleri tek tek duyuluyor.
Arenaya giriyor, aslanlar hareketsiz ve şaşkın, bu cesur şövalyeye bakıyorlar,
o hiçbirine aldırmadan eldiveni alıyor, gene adım sesleriyle taş merdivenleri çınlatarak çıkıyor.
Eldiveni prensesin kucağına bıraktıktan sonra, kendisine hayranlıkla dönen prensese
bir kez bile bakmadan yürüyüp gidiyor.

Nietzsche "Tanrı ve insanları deneme" diyor.

Schiller, eldiven şiirini yazıyor. Biz, herkesi her zaman deniyoruz, emin olmak, güvenmek istiyoruz, sevgisini ve bağlılığını her an kanıtlasın, hayatını ve herşeyini tehlikeye atsın ve
bunu binlerce kez yapsın istiyoruz.
Kendimizle ve korkularımızla o kadar doluyuz ki, hiçbir duyguyu, hiçbir insanı, hiçbir nesneyi olduğu gibi bütün gerçekliğiyle göremiyoruz, her şey kendimizle ve korkularımızla oluşturduğumuz prizmalardan kırılarak ulaşıyor bize, her şeyi olduğundan başka bir biçimde ve olduğundan başka bir yerde görüyoruz.
Belki de bu yüzden aradığımız şeyleri aramamız gereken yerlerden başka yerlerde arıyoruz.
Mutlulukla aramıza korkularımızı ve kendimizi sokuyoruz.
Aragon'un dediği gibi eğer "mutlu aşk yoksa," bu aşkın suçu değil.
Aşkı, acısından, kederinden, tedirginliğinden, ayrılığından, üzüntüsünden,
yarasından ayıklamaya çalışanların aşkı, mutlu olmayan aşklar.
"Ben acıya, aldatılmaya, kedere razıyım," diyenlere verilebilecek bir armağan mutlu aşk...
Aşk iki eli dolu bir eski ilahe, birinde mutluluğu birinde acıyı veriyor. Acıyı almadan öbürünü almak mümkün değil. Çok mu korkuyoruz acıdan ve yaradan ve kederden? Korku bizi acılardan koruyor mu peki?
Aşk, o eski ilahe, acıdan korkana inadına acıyı verip öbür elini kapatıyor.
Acısız mutluluk olmuyor. Lermontov, çocukluğumun müthiş yazarı, "Zamanımızın Bir Kahramanı" isimli kitabını yazdığında Rusya'yı birbirine katmıştı...
Hiçbir kadını sevmeyen, ama bütün kadınları kendine aşık etmekten hoşlanan birini anlatıyordu...
Şu hiç unutmadığım Peçorin'i, Lermontov'un ve hepimizin zamanının kahramanı olan
yalnız ve sevgisiz adamı.
Ne kadar şanslıydı Peçorin, bütün kadınlar onu seviyor, ona aşık oluyor, ama o kimseyi sevmiyordu, duyguları çelik gibi zırhlarının içine hapisti, dokunulmazlık ve yaralanmazdı, insafsızdı, kadınları kendine aşık edip kaçıyordu, kendi duygularına yaklaşılmasına bile izin vermiyordu.
Çocukluğumun kahramanı bir korkaktı.
Ve mutsuzdu.
Ve Lermontov, yalnızca tek bir roman yazabilmiş, ikincisinin yarısındayken,
yirmi yedi yaşında bir düelloda öldürülmüş o uzun saçlı şair, sanırım o da mutlu değildi.
Peçorin, edebiyatın unutulmaz kahramanları arasına girdi, korkulardan örülmüş bir kahramana ilgiyle baktı insanlar. Sevmeden sevilmek, dokunulmadan dokunmak, yaralanmadan yaralamak, acı çekmeden acı çektirmek, zırhlarımızı, akıllarımızı, hesaplarımızı bunları elde etmek için mi kuşanıyoruz?

Onun için mi deneyip duruyoruz insanları?
  
Her sınamada onlar biraz daha fedakâr,
biz biraz daha mı güçlü oluyoruz.
Güçlü olmak isteğinin aslında nasıl bir korkaklık olduğunu fark edememek kaç aşka mal oluyordur insana.
Ama korkulardan kurtulmak da ne kadar zor.
Her seferinde hep acıyan yerimiz aklımıza gelir.
Aşkı her gördüğümüzde, hemen kendi üstümüze kapanmamız,
hep o acıyan yerimizi korumak istememizden.
Kendimizi bu kadar sakınarak nasıl yaşayabiliriz hayatı?
Bu kadar güçlü, bu kadar akıllı, bu kadar zırhlı olarak nasıl değebiliriz hayata?
Bir Peçorin mi olmalıyız? Yoksa kendi aşkında yanan bir Anna Karenina mı?
Peçorin kimseyi sevmedi.
Anna Karenina istediği kadar sevilmedi.
Peçorin, Anna Karenina'ya aşık olsun isterdim,
sevmeyi bilen ve sevmekten korkmayan o kadına tutulsun isterdim...
Peçorin, eminim o zaman "Ya o beni sevmezse" diye soracaktı...
Ben de ona, "Anna Karenine, Anna Karenina'ysa eğer, seni sever," derdim.
Aşık bir Peçorin... Mutlu olurdu herhalde,
ama büyük bir ihtimalle onu edebiyat kahramanları arasından silerdi o zaman.
Hangisini tercih ederdi acaba, unutulmaz bir roman kahramanı olmayı mı,
yoksa korkusuzca seven ve sevilen mutlu bir aşık olmayı mı?
Siz hangisini seçerdiniz?
Hayat seçimlerle dolu ve Pascal'ın dediği gibi
"her seçim bir kaybediştir," bir şeyi seçer, bir başka şeyi kaybedersiniz.
Ya da hiçbir şeyi seçemez ve her şeyi kaybedersiniz.
Bu da bir seçim...
Bir şeyi seçip bir başka şeyi kaybetmek mi,
hiçbir şeyi seçmeyip her şeyi kaybetmek mi? Zırhlarımız, korkularımız, savunmalarımız,
hesaplarımız bizi hep bir şeyi seçmemeye götürüyor,
aklımız "öbürünü kaybetmemeliyiz" diyor...
Ve en akıllı, en güç, en zırhlı, en hesaplı olduğumuz zamanda, her şeyi kaybediyoruz,
en çok istediğimiz bizden en uzağa düþüyor.
Kendi seçimimizi yapamadığımız için de insanları sınayıp duruyoruz.
Eldivenlerimizi aslanların arasına atıp
"Beni seviyorsan onu getir," diyoruz.
Bir eldivene bir aşk gidiyor.

Nietzsche, "Tanrıyı ve insanları denemeyin," diyor. Schiller, eldiven şiirini yazıyor.
Peçorin, Anna Karenina'yı sevmiyor.
Anna Karenina, aşık olmayı hayatıyla ödüyor.
Peçorin mi olmalı Anna Karenina mı?
Her seçim bir kaybediş.
Hele, hem Peçorin'i hem de Anna Karenina'yı seviyorsanız.
Bütün kitapları okuyorsunuz, hayatın karmaşık yollarından dolanıyorsunuz
ve çıka çıka hep aynı mısraya çıkıyorsunuz.
"Ten hüzünlü heyhat...
Ve okudum bütün kitapları." Heyhat ten hüzünlü, bütün kitapları okusanız da. En büyük yaraları kendinizi en çok savunduğunuzda alıyorsunuz, en büyük budalalıkları en akıllıca davrandığınızda yapıyorsunuz, en güçlü olmayı en çok korktuğunuzda istiyorsunuz ve mutluluk hep uzaklarda kalıyor.

Savunmasız, güçsüz ve hesapsız olmak belki de mutluluğun kapısını açacak. Ama bunun için Peçorin'in Anna Karenina'ya aşık olacağı bir kitap bulmak gerek. Anna Karenina, Peçorin'e sevmeyi öğretmeli.
Ve, ten bu hüzünden kurtulmalı.


Osman MÜFTÜOĞLU