YAŞAMDAN DAMLALAR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
YAŞAMDAN DAMLALAR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster



Öğrencilerimle ilk dersimde sohbet ederdim…Birbirimizi tanımadan derse geçmezdim…Karşılıklı merak böylece giderilmiş olurdu…Sorardım onlara en son okudukları kitabı, yazarını, içeriğini…Aldığım yanıtlar şaşırtırdı beni…Hangi gazeteyi okuduklarını, hangi sıklıkla, yani günlük mü haftalık mı aldıklarını sorardım…Köşe yazarlarını sorardım…Hangi sayfadan gazeteyi okumaya başladıklarını sorardım…İlginç yanıtlar alınca, üzülürdüm onlar adına…Fark ederdim okumadıklarını…Ya da istenilen biçimde okumadıklarını…Ülkemin geleceğini oluşturacak gençlerin bu hali, kaygılandırırdı beni…

Kitap okuduğunu söyleyip yazarını bilmeyenler, gazete okuduğunu söyleyip köşe yazarlarını bilmeyenler, gazeteleri okumaya spor, magazin sayfasından başlayanlar, bir iki gazete dışında başka gazete adını bilmeyenler, kitapçılara ders kitapları alma dışında uğramayanlar, sadece tek gazete okuyarak belli bir görüşe angaje olanlar, karşıt görüşe tahammülü olmayanlar, objektif değerlendirme yapamayanlar, siyasetle hiç ilgilenmeyenler, benim çok canımı sıkardı…Nasıl olur böyle bir şey?..Hayret ederdim…Bir insan okumadan nasıl durabilir ve bunun eksikliğini nasıl hissetmez?..Olacak şey mi?..Kitapsız bir dünya oluşturup bu dünyanın dar kalıpları içinde yaşamak ne ıstırap verici bir durum!..Ufku genişletmemek ne büyük eksiklik…Eve döner, eşime yana yakıla gençlerin bu halini anlatırdım…Önce okuma sevgisini aşılamalıyım onlara, der, hemen uygulama planları hazırlardım…

Bir gün sınıfa girdiğimde, öğrencilerimin beni çok mutlu eden sürpriziyle karşılaştım…Sıralarında oturmuşlar, sevgi dolu gözlerle bana bakıyorlardı…”Hayrola çocuklar!..Nedir sürpriziniz…” dedim…Bir okuma listesi vermiştim onlara…Hep birden çıkardılar aldıkları kitapları…Sıralar kitaplarla doldu…Alkışladım onları, onlar da beni alkışladı…Alkış sesini duyan okul müdürü sınıfımıza geldi…Meraklanmış…Durumu anlattım kendisine…Mutlu bir şekilde odasına geri döndü…Hemen bir sınıf kitaplığı oluşturduk…Kitaplıktan sorumlu kişileri seçtik…Babası marangoz olan bir öğrencim, kitaplık dolabı yapımı için babasına rica edeceğini söyledi…Ben de küçük bir not yazdım…Kitaplar kaplanacak, üzerleri etiketlenecek, defter tutulacak, ödünç alınan kitaplar, okunduktan sonra iade dilecek ve hemen o kitap başka bir öğrenciye verilecek…Yıl sonuna kadar her öğrenci en az 30 kitap okumuş olacak…Her şey tamamdı…Kitaplığı oluşturmuş, dolabı da büyük bir ihtimalle halletmiştik…O gün eve çok mutlu döndüm…Bir şeyleri başarmanın mutluluğuydu bu…Huzur doldu yüreğim…

Bir başka okulda öğrencilerime kütüphane alışkanlığı kazandırmayı amaçladım…Dersine girdiğim sınıfları bizzat başlarında bulunarak “İl Halk Kütüphanesi” ne üye olarak kaydettirdim…Hem günlük gazeteleri okuyabilecekler hem de ödünç kitap alabileceklerdi…Zaman zaman ders çalışmak için de gelebileceklerdi…Okul kütüphanesini de zenginleştirmek için kurumlara dilekçe yazdım ve resmi kurumlardan ücretsiz kitap alarak, kütüphanedeki kitap sayısını artırdım…Okul kütüphanesi ve İl Halk Kütüphanesi öğrencilerimin uğrak yeri oldu…Ödevler de bu iki kütüphanede hazırlandı…Yorucu bir çalışma oldu benim için…Ancak meyvaları öyle tatlıydı ki…

Yaşamımdan damlalar sundum size…Her damla bir emek, her damla sevgi, deneyim…Öğretmenlik mesleğinin huzurunu yaşadım her daim…Mesleğimi ve öğrencilerimi çok sevdim…Onlarda gördüğüm her olumlu parıldayış mutluluk verdi bana…Okuma saatimizde kitap okurken ligiyle izlerdim öğrencilerimi…Okuma sevgisini aşılayabildiğim için sevinçten kıpır kıpır olurdu yüreğim…Duygulanırdım…Sessizce gözyaşlarımı silerdim…


Asım ERDOĞAN






2006’da vefat eden Gazeteci Güzin Sayar, yıllar önce Saklambaç gazetesindeki “Feride” adlı dertleşme köşesinin adını “Güzin Abla Dertlerinizle Baş başa” olarak değiştirdi…Öyle bir ilgi gördü ki bu sayfa…Yalnız kalplerin dert ortağı oldu Güzin Sayar…Onların sorunlarına çözüm bulmaya çalıştı…Yol gösterdi…Hataları varsa uyardı…Yeri geldi kızdı, sanal da olsa kulaklarını çekti, onların…Güzin Sayar’a öylesine gönül verdi ki okurlar, 16 Temmuz 2006 tarihinde aramızdan ayrılmasına rağmen beğeni toplayan köşesi kapatılmadı…Güzin Sayar’ın kızı Feyza Algan’ın devraldığı köşe, aynı konseptte bugün de devam ediyor...Köşenin adı da değişmedi…Yine Güzin abla…Öyle anlaşılıyor ki sorunlar da değişmedi…Üç aşağı beş yukarı aynı sorunlar…Ancak eş cinselliğin, uyuşturucu bağımlılığının kaynaklık yaptığı yeni sorunlar da dile getirilmeye başlandı bu köşede…

Gönderildiği söylenen mektuplar gerçek midir? Kurgulanmış mıdır? Hep merak etmişimdir…Öyle düzgün ifadeler içeriyor ki mektupla anlatılanlar, sorunu yaşadığını söyleyen kişinin bunu yazamayacağını düşünüyorsunuz…Ya da bu mektuplar, ifade bozuklukları düzeltildikten sonra yayınlanıyor…Ben ikinci olasılığı daha güçlü görüyorum…Yani bu mektuplar, düzeltmeler yapıldıktan sonra okurlara sunuluyor...Sorunlar da ilginç…”Sevgilisi, aşık olduğum genci sürekli üzüyor, hırpalıyor…”, ” Bir erkek sürücünün tacizine uğradım…”,” Ben eşime aşığım, eşim ise başka bir kadına…”,”Lezbiyen olmak istemiyorum…”,”Görücü usulüyle evlendim zamanla severim sandım…”,” Eşim bana inat kumar oynadığını söylüyor…” bu ve buna benzer sorunlara çözüm aranıyor, Güzin Abla köşesinde…

Sevgili dostlar!..Hiç düşündünüz mü?..Kimler bu köşeye mektup gönderip sorunlarına çözüm arar diye?..Anne-babasıyla kişisel sorunlarını paylaşamayanlar, ruhsal ve cinsel açıdan bilgi eksikliği olanlar, internet ve onun olanaklarından habersiz olanlar, psikolojik ve cinsel sorunlarına çare arayabilecekleri doktora gitme olanakları olmayanlar ya da bir şekilde götürülmeyenler çareyi bu köşelerdeki yazarlarda arıyorlar…Onu da sonra nasıl okuyabildiklerini merak ediyorum doğrusu…Öyle sorunlar ortaya konuluyor ki bu köşede…Ağzınız bir karış açık kalıyor…Bu nasıl olabilir diye…Üzülüyorum…En güzel yılları heba olan gençlerimize…Bazı sorunlar da abartılıyor mu yoksa cahillikten mi bilmiyorum…”Yok artık!..” dedirtecek türden…Eğer bunlar doğru ise ne oldu bizim toplumun ahlâk anlayışına diyerek hayıflanıyorsunuz…

Bir soruna beraber bakalım…Mektupta olay şöyle anlatılıyor: “Eşim geçen yıl, aramızda hiçbir problem yokken, benden boşanmak istediğini açıkladı… İlk aşkını yeniden bulmuş, tekrar görüşmeye başlamışlar, ona hâlâ aşıkmış...Bana karşı dürüst davrandığını, kalbi onunlayken evliliğimize devam edip beni kandırmak istemediğini söyledi…Aslında görüştüğü o kadın da evli, iki çocuğu var ve eşinden boşanmak üzere…Bunları duyunca o kadına ulaştım… Birkaç kez görüştük.. Ona eşimi kötü biri olarak tanıttım; çok içki içtiğini ve beni sürekli dövdüğünü söyledim… En önemlisi de, “Sen ilk değilsin, beni defalarca aldattı” dedim…Eşim inkâr etmesine rağmen kadın bana inandı… Çok tartıştılar ve kadın sonunda bıraktı eşimi…Ayrıldıklarını bilmeme rağmen, tekrar bir araya gelmemelerini garantiye almak için kadının eşini de arayıp her şeyi anlattım… Adam duyduklarından sonra kadını ev hapsine aldı…O zamandan beri eşim içine kapanık biri olup çıktı… Şu anda evde iki yabancı gibiyiz.. Bunu dile getirmiyor; ama benden nefret ettiğini hissediyorum…Ben genç bir kadınım, bir yandan ömrümü bu şekilde geçirmek istemiyorum, bir yandan da boşandığım anda eşimin o kadına gideceğini, evleneceklerini bildiğim için dayanmaya çalışıyorum... Bu durumu kabullenemiyorum, “Benim ne suçum vardı?” diye isyan ediyorum… Üstelik eşimi hâlâ seviyorum… Tavsiyelerinize çok ihtiyacım var…”

Bu kişiye ne tavsiye edilebilir…Yapacağını yapmış zaten…Güzin Abla köşesinde yanıtları ben vermeyi istemezdim…Ama Feyza Algan, annesinden edindiği deneyimle güzel güzel yanıtlar veriyor…Kolay gibi görünen zor bir iş…

Herkesin bir Güzin Ablası vardır mutlaka…Olmayan da ne yapsın, mektup yazıyor…Keşke onların da sorunlarını anlatabilecekleri bir dostu olsaydı…Dertleşebilseydi…Birlikte değerlendirme yapabilselerdi…Keşke…


Asım ERDOĞAN










Sisli hava gizem yüklüdür…İki metre ötesinde ne olduğunu bilememek öyle gerer ki insanı…Eğer bir otomobil kullanıyorsanız yavaşlar, sürekli tetikte yol alırsınız…Heyecan doruktadır…Endişe sarar bütün vücudu…Koltuğunuzda diken üstünde oturursunuz adeta…Sürücünün, göremiyorum dediği andaki yaşadığı korku ve panik, otomobil içindeki herkesi bir anda sarar…Nefesler tutulur…Sis, sihirli bir büyü gibi dalga dalga otomobilinizi sarar, hayal meyal görüntüler eşliğinde yol alırsınız…Güvenli bir bekleme yerine ulaşabilmeyi öyle arzularsınız ki…Çünkü siste yol almak, yıpratıcıdır, yolculuk zevkini sıfıra indiren kabustur; manevi bir işkencedir…Sis, çekildikçe görebilme oranınızla birlikte mutluluğunuz da artar ve derin bir nefes alırsınız…

“Sarmış yine âfâkını bir dûd-ı muannid/Bir zulmet-i beyzâ ki peyâpey mütezâyid/Tazyikının altında silinmiş gibi eşbâh/Bir tozlu kesâfetten ibâret bütün elvâh/Bir tozlu ve heybetli kesâfet ki nazarlar/Dikkatle nüfûz eyleyemez gavrine, korkar…” diye başlayan Tevfik Fikret’in “Sis” şiiri gelir aklıma…Fikret'e göre, Abdülhamit korktuğu için milleti sindirmiş, anayasayı ortadan kaldırmış, ordu ve memur sınıfını da siyasi mahkum derecesine düşürmüştü…Memleket meselelerine kayıtsız olan gençlik ise kadın peşinde koşmaktaydı...Baştan sona kadar nefret hissi ile dolu olan ''SİS'' hicranlı annelere, kimsesiz ve avare çocuklara karşı olan merhamet hissi ile sona erer…''SİS'' şiirinde Fikret, Meşrutiyet'ten önceki sanatının doruk noktasına erişir…Tevfik, İstanbul’a “mel’un şehir” olarak bakar… Kasvetli,karanlık,köhne,kokuşmuş manzaranın üzerinde sis, nefret ve lanet dolu bir biçimde dolaşır…Ahlaksızlıkları, kötülükleri örter…İstanbul’a bu kötü bakış, daha sonraki dönemlerde de etkisini sürdürür…

Yaşamımızda da sis perdeleriyle örtülü alanlarımız vardır…Göremediğimiz, bilemediğimiz bu alanlarda bir fikir beyan etmemiz asla mümkün olamaz…Yeni tanıdığımız bir kişinin arka bölümü sis perdesiyle örtülüdür…Tanıdıkça, perde kalkar ve onu her yönüyle tanıma dönemi başlar…Bizi yeni tanıyan kişi için de bu geçerlidir…Haliyle o da sizin sis perdesiyle kaplı bölümlerinizi göremez…Güven duygusunun oluşabilmesi için perdenin tamamen ortadan kalkması gerekir…Dostluk mertebesine ulaştırdığımız insanlar, bizim için berraktır, şeffaftır…Elbette, ön sezilerimizle sis perdesini aralayabildiğimiz anlar da vardır…”Bu kişiyi gözüm tutmadı, iyi bir insana benzemiyor.” yargısını oluşturuveririz hemen…Kılığı, kıyafeti, davranışları, sis perdesiyle örtülü bölümleriyle ilgili ip uçlarını verir bize…Genellikle yanlış da yapmayız bu yargıyı oluştururken…Çünkü, kişi ne kadar sis perdesiyle örterse örtsün çirkinliklerini, çoğu zaman ele verir, konuşmaları, davranışları ve kötü bakışları…Uzun uzadıya tanıma isteği de duymayız bu kişilere karşı…

“Anasına bak kızını al, kenarına bak bezini al!” atasözümüz de sis perdesini aralamamıza katkı sağlar…Evlilik düşündüğünüz kızın ya da erkeğin annesi daha genelde ailesi, o kızın ya da erkeğin sis perdesini büyük bir oranda aralar…Kız, gerçekten anneye çok benzer, onun davranışlarıyla örülüdür karakteri…Her ne kadar zaman zaman anlaşmazlıklara düşseler de bu böyledir…Küçük muhitlerde evlilikler bu nedenle daha kolay gerçekleşir…Herkes birbirini tanır, sis perdesi dağılır gider bu nedenle…Oysa büyük şehirlerde öyle mi?..Bu kimdir?..Neyin nesidir?..Annesi, babası kimdir?..Hangi şehirde ikamet etmektedirler?..Hangi yörenin adetlerini benimsemişlerdir?..bilemezsiniz…Sis perdesi çok yoğun bir şekilde örtülüdür…

Kurt sisli havayı sever, derler; ama biz kurt değiliz ki sisli havadan yararlanalım…İnsanız ve ne yazık ki sisli havada önümüzü görememekten dolayı sürekli hatalar yapmaktan kurtulamayız…

Asım ERDOĞAN





Sorunu olmayan insan yoktur…Önemli olan sorunları çözmek için yeterli morale sahip olup olmadığımızdır…İncir çekirdeğini doldurmayacak sorun ya da sorunların altında kalan bir kişiyle, devasa ölçülerdeki sorun ya da sorunları çözen bir kişi, yaşama tutunma ve yaşamı özümseme konusunda ne kadar farklıdır?..Ezilen, morali bozuk, sorunlara olumsuz bakan, hep kahreden kişi, kendini çok mutsuz hisseder…Sorunları çözen, çıkabilecek sorunları da kabullenerek hemen çözüm için kolları sıvayan, güçlü, iradeli bir kişi de kendini çok mutlu hisseder…Moralli olmak, çözüm için ön şarttır…

Eğer, sabah kalktığınızda sabah serinliği ve yeni yeni çevreyi ısıtmaya başlayan güneş, kuş sesleri, açık pencereden içeriye giren tertemiz hava sizi mutlandırmıyorsa, tersine güne homurdanarak, canı sıkkın hatta evde kim varsa onlara bağırıp çağırarak başlıyorsanız, sorunun küçük ya da büyük olmasının ne önemi var…Yaşama bakış açınızla baştan kaybetmiş oluyorsunuz zaten!..Nereye bakarsanız bakınız, artık her şey olumsuz görünecektir gözünüze…Hiç unutmuyorum, yıllar önce çıktığımız bir Karadeniz gezisinde, mendebur, her şeye olumsuz bakan orta yaşlı bir adam:”Canım ne var ki bu Karadeniz’de anlamıyorum, çalı çırpı, ağaç dalı, taş, toprak vb. demişti…İnanamamıştım duyduklarıma…Oysa biz eşimle çocuklar gibi şendik…Yeşilin her tonunu görmüş, tertemiz havayı solumuş, yaylalara, koyuna, keçiye, üzerine çiğ düşmüş çiçeğe hayran kalmıştık… O halde nereye baktığınızın hiçbir önemi yok, önemli olan o baktığınız yere nasıl baktığınızdır, öyle değil mi?..

Bazı kişiler, karşılaştıkları sorunu çözmek için gayret sarf etmek yerine, içki ile kendilerini uyuşturma davranış biçimini seçerler…Elbette çok yanlış bir seçim olur bu!..Nitekim, herkes gibi ben de onların bu davranışını, her zaman çok yadırgamış ve eleştirmişimdir…Sabahleyin kalktıklarında mevcut sorun, karşılarına dikilmeyecek midir?..Üstelik, kendilerine olan güveni de zedeleyecekleri için sorun daha da büyüyecek ve çözülemez, içinden çıkılamaz bir hale gelecektir…Ailelerinin üzüntüsü de buna eklenecek sorun daha da dramatik bir hal alacaktır…Bir arkadaşım, sırf bu nedenle büyüyen sorunlarıyla baş edememiş ve yanlış üstüne yanlış yaparak, mevcut sorunlarına bir de sağlık sorununu eklemiştir…Çözülebilecek sorunlarına zamanında müdahale edememenin sonuçları çok acı olmuştur onun için…

Huzurlu bir ortam, moral için ön koşuldur…Sorunlarımızın, huzurumuzu bozmayacak bir şekilde çözülmesi gerekir…Paniklemeden sorunu değerlendirmek, çözüm için önlemler planlamak, ailenin desteğini almak, kararlılıkla çözüm önerilerini uygulamak ve moralimizi yüksek tutmak, beklenen ve istenen bir davranış biçimi olacaktır…Bunu başarmalıyız…Sorunların altında ezilmemeliyiz…Kuşkusuz, sorunlar çoğunlukla çözülebilir niteliktedir…Önemli olan, bizim sorunlara bakış açımızın doğruluğu ve uygulama sırasındaki dayanıklılığımızdır…

Kimimiz bir şarkı dinlediğimizde, kimimiz doğa ile baş başa kaldığımızda ya da bir geziye çıktığımızda, kimimiz herhangi bir eğlencede, kimimiz televizyonda bir dizi, tiyatroda bir oyun, sinemada bir film, stadyumda bir maç izlediğimizde, kimimiz hobilerimizle uğraştığımızda moral depolarız…O nedenle, bize moral veren her ne ise ondan vazgeçmemiz gerekir..,Bu karşılaşacağımız sorunların çözümü için hayati önem taşımaktadır…

Her şeyi sorun eden pinpirikli insanlar da vardır…Onların işi gerçekten zor…Ne yapsanız faydasız…O kendini huzursuz edecek bir şey mutlaka bulur…Gergin yüz hatları, sert bakışları ile hemen kendilerini belli ederler…Ne zor bir durum…Her zaman moralsiz olmak, güler yüzü kaybetmek, sadece kendine değil etrafına da sıkıntı verir…Bağırıp çağıran bu insanlar, bu davranışlarının da hatalı olduğunu kabul etmezler…Üzülürüm onlar adına da aileleri adına da…

“Bir insan kendini adadığında ilahi taktir de o yönde hareket edecektir… Tüm olaylar diğer bir olayı desteklemek işin oluşur ve aksi taktirde hiçbir zaman ortaya çıkmaz… Bir akarsu boyunca oluşan tüm olaylar, sadece bir karardan doğar… Hiçbir insanın hayal edemeyeceği tüm umulmadık durumlar oluşumlar ve maddi destek bu şekilde elde edilebilir… Elinizden geleni ve hayal edebileceğiniz her şeyi yapmaya hemen başlayın… Cesaret; deha, güç ve büyüyü de içinde saklar… Şimdi başlayın…” diyor, Goethe…Moral için de bire bir bu sözler…

Moralimizi hiç bozmayalım!..Bozulmasına da izin vermeyelim…Sorunlar her zaman olacak ve biz bu sorunları çözmek için hep çaba sarf edeceğiz…Yeter ki yılgınlığa kapılmayalım!..

Asım ERDOĞAN






İkinci dörtlüğü: “Doymadım,doyamadım sevmelere seni ben / Kimseyi koyamadım yerine yeniden / Saymadım, sayamadım sensiz geçen yılları / Ne inkar ne itiraf bu yalnızca sitem…” olan, Sezen Aksu’nun sevilen ve hiç unutulmayan şarkısını hepimiz biliriz ve söyleriz…Duygu yoğunluğu bir hayli fazla olan etkileyici bir şarkıdır, sitem…Bir Sezen Aksu klasiğidir… Doğa güzelliklerine, sevdiklerimize, dostlarımıza, eşimize, çocuklarımıza, kedimize, köpeğimize doyamıyoruz, bu bir gerçek…Sevgiye doyamıyoruz, gezmeye doyamıyoruz, öpmeye, koklamaya doyamıyoruz…Hayat öyle güzel ki yaşamaya doyamıyoruz…

Arabesk anlayıştaki, “Batsın bu dünya!”, “Allah’ım bu dünyaya ben ne geldim!” isyanlarına hep karşı çıkmışımdır…Bu dünyaya gelmenin bir şans olduğunu, acılara, sıkıntılara ve sorunlara rağmen kısaca her şeye rağmen yaşamanın, nefes alıp vermenin güzel olduğunu kabul edenlerdenim…Yaşamak güzel!..Bakın şöyle bir etrafınıza, görün bütün güzellikleri…Güneşin içimizi ısıtan ışınlarını, denizin kıyıya vuran ve sahili okşayan dalgalarını, renk renk açmış saksı çiçeklerini, kayanın içinde, bulduğu küçücük toprak parçasında çiçek açan kır çiçeğini, şarkı söyler gibi ahenkle öterek daldan dala konan çeşit çeşit kuşları, evinizin bir köşesinde kıvrılıp uyuyan kedinizi, kuyruk sallayarak beni gezdir diye gözünüzün içine bakan köpeğinizi, gülen gözleriyle size koşan çocuklarınızı, günaydın diyerek sabah öpücüğü konduruveren sevgili eşinizi, sıcacık yuvanızı görün…Yaşamak ne güzel diye haykırın!..

Yaşamak güzel!..Sevmek, sevilmek güzel!..”Bu niye olmadı?” “Şu niye bana bunu söyledi?” “Onlar neden beni istemedi?” “Niye bana sormadı?” gibi bizi rahatsız eden soruları, arka arkaya sıralamayın….Bu sorulara bir başladınız mı yaşamınızın karardığını, yaşama sevincinize sekte vurulduğunu, suratınızın asıldığını siz de biliyorsunuz…O halde bu afra tafra niye?..Oysa, her şeyi olduğu gibi kabullenmek gerekir…Arkadaşınızın, dostunuzun, eşinizin huyunu değiştirmeye kalkmayın!..Hem çok yorulursunuz hem de olumlu sonuç alamazsınız…Çünkü, herkes kendi yaptığının doğru olduğuna inanır…Kendini beğenmeyen kim var Allah aşkına?..Birbirine kırgın insanları dinleyiniz…İki taraf da karşı tarafın haksız olduğunu, kendine göre haklı nedenlerle size sıralayacaktır…Hiç kimse, ben haksızım, arkadaşıma karşı haksızlık ettim, demez…Ahh diyebilse keşke, özür de dileyebilse, ne kadar iyi olur; ama dileyemez…Üzüldüğünüzle kalırsınız…Siz olduğunuz gibi görünün, herkesi de olduğu gibi kabul edin, lütfen!..

Yeni doğan güneşin ilk ışıklarına bayılırım…Otelin ya da kaldığınız bir evin balkonundan karanlığı yırtarcasına çıkan bu muhteşem doğuş, yeni günün de müjdecisidir adeta…Bir bardak çay eşliğinde, doğanın sessizliğinde olağanüstü kızıllığı izlemek ne güzeldir…Doymadım, doyamadım ben bu ilk ışıklara…Güneşin batışındaki hüzün de öyle gizemlidir ki…Yerini yavaş yavaş karanlığa bırakırken, yüreğinizde hissedersiniz, terk edilmişliği…Ama olsun!..Ben yine de doymadım, doyamadım güneşin batışını izlemeye…Tekne gezilerine hayranım…Güzel bir koyda tertemiz denizde yüzmek ne harika bir duygudur…Doymadım dostlar, doyamadım pırıl pırıl denizde yüzmeye…Sahilde bir akşam yemeği…Masa donatılmış…Sevdiklerinizle berabersiniz…Dilinizde Türk Sanat Müziği şarkıları…Doyamadım yemek eşliğinde şarkılar söylemeye, inanın doyamadım…Akşam ışıklarında, sahilde sevdiğimle el ele yürümeye doyamadım…

Şırıl şırıl akan dereleri, gürül gürül akan şelaleleri izlemeye doyamadım…Orman içi yürüyüşlere, sevdalara, aşkın kavuran ateşine, şiirlere, türkülere, okumaya, öğrenmeye, öğretmeye, sorgulamaya, eleştirmeye, düşünmeye, direnmeye, isyan etmeye, doyamadım…Ülkemin güzel insanlarına, öğrencilerime, dostlarıma, arkadaşlarıma doyamadım…

Sevgili eşime, canımın en hayati parçası kızıma, anneme, babama, kardeşime, tüm yakınlarıma doyamadım…Yaşamayı seviyorum…Ölüm gelene kadar bu doymazlık sürecek…Nefes aldığım sürece sürecek…

Doymadım, doyamadım sevmelere ben…


Asım ERDOĞAN






Bir şarkı var, hepiniz bilirsiniz…”Söyleyin yıldızlar, sevgilim nerde?../ Beklerim onu hep pencerelerde…” diye başlar bu şarkı…Beklemek acıtır yürekleri…Hele beklenenin ne zaman geleceği belli değilse…Pencereler bir büyür, bir küçülür…Gelen herkes heyecan uyandırır…Beklenen sanılır; ama hep hüsranla sonuçlanır bu heyecan…Yoktur beklenen…Pencereler, müjdeli habere kurguludur…Pervazlarda, hercailer, çuha çiçekleri, karşılama töreni için çoktan hazırdır…Kurumuş çiçekler ayıklanır, itina ile sulanır, saksıdaki topraklar, havalandırılır….Çiçekler üzerindeki su damlacıkları hasret yüklüdür, özlem yüklüdür…Katıksız ve saf sevgi yüklüdür…Zaman ağır işler…Saatin tik takları bile duyulur odanın sessizliğinde…Sigara bir elde…Fotoğraf albümü bir elde…Özlem harmanlanır fotoğraflarla…Anıların dansı başlar albümün dans pistinde…Beklenen pencerenin gerisindedir…Umutlu bekleyiş sürer, bugün olmazsa yarın…Elbet bir gün gelecektir beklenen…Pencerelerde asılı durur umut…

Hamile bir anne adayı, bebeğin her tekmesinde heyecanlanır…Onu dünyaya getireceği anı bekler…Geçmek nedir bilmez zaman…Bebek, gelişimini tamamlar ve doğum anı gelir çatar…Bu sefer, doğum sonucu merak edilir ve büyükbaba, büyükanneden başlayan bir bekleyiş başlar ailecek…Sevinçle endişenin iç içe olduğu bir bekleyiş…Baba adayı doğum odası önünde gergindir…Eşi ve bebeğinin sağlıklı doğum sonucunu bekler…Son derece mutlu ve son derece heyecanlıdır…Zaman ağır geçer, sürünür adeta…Bebeğin doğumu yeni bekleyişlere gebedir…Bekleyiş bekleyişi doğurur…

“Én büyük asker bizim asker” sloganıyla vatan görevine uğurlanır Mehmetçiklerimiz…Geride gözü yaşlı; ama gururlu bir anne, nişanlı ya da evli genç bir kadın ve çocuklar bırakır…Gururludur her iki taraftakiler…Kutsal görevi tamamlayarak dönmenin huzurunu yaşamak isterler…Günler bir bir sayılır…Beklenir terhis günü geçmek bilmeyen zaman süresince…Şehit haberi de ulaşabilir, gazi haberi de…Zordur bu bekleyiş…

Sınava giren çocuğunu dışarıda bekleyen anne-baba, sınav süresince dokuz doğurur…Hem çocuklarının sınavda iyi sonuç almasın isterler hem de sağlıklı ve moralli çıkmasını…Zaman içerdeki için su gibi akıp giderken ve yetmezken dışarıda bekleyenler için sıkıntılıdır…Kaplumbağa hızında ilerler sanki…Zaman öyle bir işler ki bilinmezlik tik takları yüreklerde atar…Bekleyiş, geleceği de belirler…Beklersiniz…Çocuğunuzun geleceğidir aslında beklenilen…

İşsizsiniz…İş görüşmesinden döndünüz…Sizi arayacaklarını söylediler…Bekliyorsunuz…Öyle bir bekleyiştir ki bu…Sancılı, gergin, umutla umutsuzluğun kol kola olduğu anlar…Gününüz geçer; ama normal geçmez…Her çalan telefon zili heyecanlandırır sizi…Koşarsınız, arayan beklediğiniz yer değildir…İsteksizce konuşursunuz…Laf olsun diye…Bekleme süresi belli de değildir…Hiç aranmayabilirsiniz de…Bekleyiş sürer…Sizi hiç düşünmeden…

Evlilik teklifinde bulundunuz…Yanıtını bekliyorsunuz…Yanıt olumlu olabilir de olmayabilir de…Beklersiniz…Yanıtın olumlu olması için ettiğiniz duaların haddi hesabı yoktur…Evet mi yoksa hayır mı?..Bilemezsiniz…Arayamazsınız da…Sadece beklersiniz…Çok zordur bu bekleme anı…

En zoru da ölümü beklemektir…Ya kendiniz için ya da bir yakınınız için…Yatağa mahkum haliniz, ölümü çağrıştırır ister istemez…Kendiniz iseniz bu..Sevdiklerinizden ayrılma durağında bekliyor gibi hissedersiniz…Oysa, yapacak daha o kadar çok işiniz vardır ki…Evlatlarınızın mürüvvetini göremediğiniz için, torunları kucağınıza alamadığınız için, çocuklarınıza ve eşinize doyamadığınız için ya da başka nedenlerle ölmek istemezsiniz…Ancak organlarınız bir bir terk eder sizi…Ölümü beklersiniz ister istemez…Acılarınız çoğaldıkça ölümü bir kurtuluş olarak görürsünüz…Yaşam kaliteniz düşer…Dünyanız yatağınız ve yatağınızın bulunduğu oda büyüklüğündedir…Her şey boştur…Pencereden dışarı bile bakmak istemezsiniz…Sevdiğinizin eli ellerinizde ölümü beklersiniz…Bekleme ne kadar sürer bilemezsiniz…

Eğer bir yakınınızsa ölümü beklenen, üzülürsünüz onun adına…Gün görmeden bu dünyadan göçüp gidecek, diye düşünür, kahrolursunuz…Elinizden hiçbir şey gelmez…Mum gibi erir sevdiğiniz…Farklılaşır yüz hatları…Kaybettiği kiloları geri getiremezsiniz…Bir zamanlar çok beğendiğiniz, aşık olduğunuz kişi, size veda etmektedir…Gidişini izlersiniz…Odanın dışında dökülür göz yaşları…Ona hep iyisin, çok iyisin dersiniz…Oysa o da bilmektedir iyi olmadığını…Ölümü beklemektedir…Bugün mü yoksa yarın mı?..Onun hesabını yapmaktadır…Bekleyiştir bu…Bekleyişlerin en acısı…

Sevgili dostlar!..Beklediğiniz her ne ise, size mutluluk versin, huzur versin, neşe versin…Beklediğinize değsin…

Asım ERDOĞAN



  
Çok sevdiğim bir şarkı var, Mustafa Ceceli’nin…İkinci dörtlüğü şöyle: “Seni hastalığımda sağlığımda da yanımda görmeliyim / Güneşin doğduğunu da battığını da senle izlemeliyim / Yanabilir saltanatlar olsun yeniden yaparız / Bizde bu sevda sürdükçe ölsek de yan yanayız…” Harika bir birliktelik isteği…Olması gereken…Gerçek aşk söylemi…Duygulanıyorum, bu şarkıyı dinlerken…Hastalıkta da sağlıkta da hep yanımda gördüğüm, eşime bakıyorum, gözlerim dolu dolu…Mutlu oluyorum, Tanrı’ma şükrediyorum…Evet!..sadece sağlıklı iken değil hasta iken de el birliği, gönül birliği yapmalı, eşler…Korumalılar, destek olmalılar, hep yanında olacağım, sana olan sevgim, saygım hiç bitmeyecek diyebilmeliler birbirlerine…

Çok iyi tanıdığım bir çift vardı, üç yıl önce…Parmakla gösteriliyorlardı herkese…Her yıl tatile çıkarlar, değişik yöreleri gezerler, günlerce süren gezilerini videoya çekerlerdi…Evlerine döndüklerinde keyif alarak izlerlerdi gezip gördükleri yerleri…İmrenirdi herkes onlara…Birbirlerine saygılı davranırlar, mutluluklarını gözleriyle de dış dünyaya yansıtırlardı…Eşimle ben, çok taktir ederdik onları…Örnek bir evlilik oluşturabildikleri için övgüyle söz ederdik onlardan…Sonra ne olduğunu merak ediyorsunuz değil mi? Anlatayım…Eşlerden bayan olanı kanser hastalığına yakalandı…Erken teşhis olduğu için rahminin ve yumurtalığının alınmasıyla eski sağlığına tekrar kavuşabileceği müjdelendi… Bayan, çok sevindi, eski sağlığına tekrar kavuşabileceği için…

Fakat, o tarihten itibaren eşinden yeterince destek görememeye başladı…Hiçbir anlam veremedi bu davranış değişikliğine…Çok üzüldü…Üniversite’de okuyan kızlarının yanına gitmek istediğinde eşi, “Sen git, ben burada kalacağım…” dedi, onu yalnız gönderdi İstanbul’a…Yol boyunca, gözyaşı döktü, bayan…Aradan geçen 4 ayın sonunda eşinin boşanma isteğiyle karşılaştı…Ve bir süre sonra da boşandılar…Beyefendi gerekçesini daha sonra şöyle anlattı, yakınlarına: “Rahmi ve yumurtalıkları alınmış yarım bir kadını ben ne yapayım…” Beyninden vurulmuşa döndü, bu sözü duyanlar…Şaşırdılar…Yazıklar olsun, böyle eşe…Başka ne denebilir?..

Bir başka örneğe geçmek istiyorum, izin verirseniz…Şentepe Lisesi’nde Edebiyat öğretmenliği yaptığım yıllarda, karı-koca öğretmen arkadaşlarım da aynı okulda birlikte görev yapıyorlardı…Ders programlarını ona göre ayarlarlar ve birlikte okula gelir, birlikte giderlerdi…Çok mutlulardı…Okulun yakınındaki evlerine, yaş günü kutlaması nedeniyle, bazı öğretmen arkadaşlarla birlikte ben de konuk olarak gittim…Evin hemen her odasında birlikte çekilmiş fotoğraflarını gördüm ve kendilerini tebrik ettim…İki yıl kadar sonra erkek öğretmen arkadaşımız, bir trafik kazası geçirdi ve tedavi olmasına rağmen, felç olmaktan kurtulamadı…Tekerlekli sandalyeye bağımlı kaldı…Ancak, sevgili eşinin ona gösterdiği şefkat, olağanüstüydü...Bütün ilgisini eşinin üstüne yoğunlaştırmıştı…Hayranlıkla izliyordu herkes bu davranışlarını…

İki tane de çocukları vardı ve onların bakımları da eklenince, gerçekten çok ağır bir yükün altına girmişti…Dimdik, vakur duruşunu gördükçe, alnından öpmek geçiyordu, içimden…Ben, o okuldan ayrıldım, başka bir okula tayin edildim…6 ay sonra bana iletilen bir haberle, eşinin vefat ettiğini öğrendim…Cenazesi kaldırıldığında çok üzgündü…Mezarına toprak attım, arkadaşımın…Bir boş mezar da yanında duruyordu…Sordum, bu kimin diye…Eşini işaret ettiler…İki mezar satın aldı…Ölünce eşinin yanına gömülmesini vasiyet etti, dediler…Göz yaşlarımı tutamadım…Benimle birlikte ağlayan o kadar çok insan vardı ki…

Sevgili dostlar!..Hep deriz ya…Önemli olan kara gün dostlarıdır, diye…Aynı şey eşler için de geçerli…Önemli olan hastalıkta da tek yürek olabilmektir…Birlikte mücadele etmek, birlikte direnmek, birlikte saf tutmaktır…Güzel günler, sağlıkta da hastalıkta da birlikte geçen günlerdir…Ne mutlu, böyle bir birlikteliği yaşayanlara…

Asım ERDOĞAN




Bir gün Yenimahalle’deki evimizin kapısı çaldı…1970’li yıllarda gerçekleşti bu olay…Kapı açıldığında bir adam ve yanında da bir bayan nazikçe eğilerek selamladılar annemi…Bayan, çatı katını tuttuklarını, yanındakinin erkek kardeşi olduğunu, Maraş’ta evlendikten sonra gelin kızla birlikte Ankara’ya geleceklerini ve bu evde oturacaklarını, söyledi…Evde temizlik yapabilmek için, süpürge ve biraz da temizlik malzemesi rica etti…Annem, hayırlı olsun diyerek, onlara hemen istedikleri malzemeleri verdi…Kimdi acaba gelin kız?..Doğrusu hem heyecanlanmış hem de çok merak etmiştik…Çünkü, çatı katı berbat bir yerdi…O bildiğimiz muhteşem manzarası olan teraslı, şirin, kullanışlı çatı katlarına hiç benzemiyordu…Küçücüktü, çatı altına kaçak olarak yapılmış, aydınlatması bile olmayan derme çatma bir yerdi…İki küçük odaya ve mutfağa, ancak başınızı eğerek girebiliyordunuz…Mutfak ise bir girintiye iliştirilivermişti…Banyoya ancak bir kişi girebilirdi…Bir gelin böyle bir eve nasıl getirilirdi, anlayamadık…Samimi olarak belirtmem gerekirse, hakkında hiçbir şey bilmediğimiz bu sözü edilen gelin kıza acıdık…Sonraki günler hep onu beklemekle geçti…

10-15 gün sonra o beklediğimiz gelin kız geldi ve hemen evine girdi…Evi nasıl bulmuştu acaba?..Şok olmuş muydu?..Gerçekten çok merak ediyorduk…İki gün hiç görmedik onu…Üçüncü gün sabahleyin, ben okulda iken kapıyı çalmış ve anneme merhaba demiş gelin kızımız…Adının Müzeyyen olduğunu, komşularla tanışmayı arzu ettiğini de ilave etmiş…Sonraki günlerde hepimiz tanıdık Müzeyyen Ablayı!..Tertemiz yüreği, sıcak kanlı davranışıyla öyle beğendik ki onu…O berbat çatı katı, kısa zamanda sevginin fokur fokur kaynadığı bir yer haline geldi…Artık, mekanlar değildi bizi birbirimize bağlayan, sevgiydi, katıksız, saf, temiz sevgi…Çatı katının berbatlığı umurumuzda bile değildi…Hem Müzeyyen Abla, çeyizleriyle salonu öyle güzel süslemişti ki, mutfak, raflara konulan işlemeli örtülerle öyle şirinleşmişti ki…Tanınmaz hale geldi o berbat çatı katı…

Müzeyyen Abla’nın iki yıl bebeği olmadı; ama üçüncü yılda çok arzuladığı erkek bebeği dünyaya geldi…Bir terslik vardı, bebeğin ayakları çarpıktı, içe doğru kıvrıktı…Herkesin morali bozuldu bebeği görünce…Sakat bir bebek mi dünyaya gelmişti?..Bu kadar bekledikten sonra Müzeyyen Abla’nın başına bu da mı gelecekti?..Kaygılıydık…O da ne!..Bir tek Müzeyyen Abla kaygılı değildi…”Hayır!” diye haykırıyordu…”Hayır, ben bebeğimi tedavi ettireceğim, onu yürüyebilir koşabilir hale getireceğim!..Göreceksiniz, başaracağım bunu!..”Sonraki günlerde, Müzeyyen Abla’yı kucağında bebeğiyle hastanelere gidip geldiğini gördük…Bebeğin bacakları alçılanıyor, o da hiç moralini bozmadan tedaviye devam ediyordu…Gururla izliyorduk onun bu mücadelesini…Yüreğim alkışlıyordu Müzeyyen Abla’yı…Gözlerimde yaşlarla birlikte…İnanır mısınız yıllar içinde başardı Müzeyyen Abla ve oğlu Umut, sağlıklı bir çocuk haline geldi…Annenin fedakârlığının, azminin bir zaferiydi bu…

Hiçbir konuda yardımcı olmadı Müzeyyen Abla’nın eşi…İyi bir insandı; ama sorumluluklarını yerine getirmede yetersizdi…Evin geçimini sağlayan da yine Müzeyyen Abla oldu…Mahallenin bayan terzisiydi artık o…Güzel dikişleriyle herkesin dikkatini çekmiş ve bir merkez haline dönüştürmüştü çatı katındaki evini…Bütün kazandığını çok sevdiği Umut’u için harcıyor, onun okul masraflarını karşılıyordu…Sıcacık ilgisiyle Umut da mükemmel yetişiyordu…Bir parlak anne-oğul öyküsüydü onların yaşadıkları…Anne, onun için kazanıyor, onun için harcıyor; Umut da karşılığını veriyor, annesini hiç üzmüyordu…Her zaman hayırlı bir evlat oldu Umut!..Ben bu ilişkiyi memnuniyetle izliyor, her ikisini de çok taktir ediyordum…

Yıllar yılları kovaladı ve Umut, genç bir delikanlı oldu…Artık o bir mağazanın müdürlüğünü yapıyor, efendiliğiyle herkesin dikkatini çekiyor ve çok da beğeniliyor…Müzeyyen Abla da bu durumdan çok mutlu…Çabalarının meyve vermesinden dolayı huzur buluyor…Hele çok sevdiği oğlunun yeni taşındıkları evlerine beyaz eşyalar alması ve “Anneciğim, benim için çok yoruldun, artık dinlen!..Bak bu aldığım tüm eşyalar senin rahat etmen için…Ne olur artık birlikte huzurlu güzel günler yaşayalım!” demesi, onu çok mutlu ediyor…Ancak son günlerde, Müzeyyen Abla’nın bayıldığını, hastanelere gittiğini, ritim bozukluğu nedeniyle sıkıntılar yaşadığını haber alıyor ve sağlık durumunu takip ediyorduk…Ne badireler atlattı, bunu da atlatır diye düşünüyorduk…Yanıldık…

Oğlu Umut, ne yazık ki Müzeyyen Abla’yı, yatağında ölmüş olarak buldu…O bir melek gibi gökyüzüne havalanmıştı…Allah’ın sevgili kulları arasında yer alacaktı büyük bir ihtimalle…Maraş’a götürüldü cenazesi…Telefon ettim Umut’a…Sordum, hali nedir diye!..Annesinin mezarı başında diz çöktüğünü, onun için dua ettiğini ve yanından hiç ayrılmak istemediğini söyledi bana ağlayarak…Anne-oğul öyküsü noktalanmıştı bu dünya için…Ancak bu güzel öykü Umut’un o güzel yüreğinde eminim ki yaşamaya devam edecek…

Asım ERDOĞAN





Adnan şöyle başlıyor anlatmaya: “32 yaşındayım; ama daha sağlam bir iş bulamadım…En fazla 6 ay bir iş yerinde kalabildim…Ya paramı vermediler, ya çok ağır çalışma koşulları önüme sürdüler ya kendileri işime son verdiler ya da aldığım ücret yaptığım masrafı bile karşılamadı…Ben bir düzen kurmadım…Ne zaman evleneceğim?..Ne zaman anneme babama yük olmaktan kurtulacağım?..Babamla göz göze gelemiyoruz, inanın…İkimizin de birbirimize söyleyeceği o kadar çok şey var; ama susmayı tercih ediyoruz biz…Yaralamaktan korkuyoruz birbirimizi…Evet, babam da biliyor benim bu durumdan rahatsız olduğumu!..Sorumsuz biri değilim ki!..Ne söylesin o bana…Annem göz yaşlarını içine akıtıyor, biliyorum…Yatak odasında için için ağlıyor…Çaresiz…Üzülüyor, çok üzülüyor…Bana bakan gözleri yalan söyleyemiyor…İş yok Ankara’da!..Var da uzun vadeli değil!..Açık öğretime kaydımı yaptırdım, askerliğimi sürekli erteletiyorum…Bu moralle nasıl askerlik yapacağım?.. İstanbul’a git diyorlar bana…Orada iş bulabileceğimi söylüyorlar…İyi de bir arkadaşım daha yeni döndü İstanbul’dan…6 ay çalıştı, dayanamamış iş yoğunluğuna…Saatlerce otomobilden hiç inmemiş, üstelik şehirler arası yolculuklar nedeniyle bitkin düşmüş…Genç yaşta yıprattılar beni diyor…Ne olacak bizim halimiz?”

Anneye ve babaya ne zor!..Evladın moralsiz, işsiz ve umutsuz olması öyle üzüyor ki onları!..Durgunlaşıyorlar karşımda…Yüzleri hiç gülmüyor…Öğretmen arkadaşlarımın çocuğu bu sözü edilen kişi…Geçen gün evlerine konuk olarak gittiğimde oğulları anlattı bana bütün bu olanları…O izin isteyip evden ayrıldığında baba başlıyor anlatmaya…”Ne zahmetlerle okuttuk onu…İşletme mezunu oldu diye de nasıl mutlu olmuştuk okulu bitirdiğinde…Bir iş bulsun, askerliğini yapsın, sonra bizlerin sağlığı yerinde iken evlendirelim diye düşündük…Ona arkadaşlık eden güzel bir kızımız da vardı…Kızımız diyorum; çünkü biz onu kızımız gibi gördük ve benimsedik…Sık sık bizim eve gelir, oturur onunla sohbet ederdik…Aman ne güzel oğlumuzu evlendirmek için artık kız bulmaya da gerek kalmadı, diye için için seviniyorduk…Dediğim gibi işe girsin, askerliğini yapsın, dönünce de evlendiririz düşüncesiyle ileriye dönük güzel planlar yaptık…Ama olmadı…İşler hiç de bizim istediğimizi gibi yürümedi…Sağlam bir iş bulamadı Adnan!..Kız sabretti, daha sonra bulursun diye onu teselli etti…Aradan geçen zaman içinde gelin adayı kızımız Bilkent mezunu olduğu için, iş buldu…Gerçi iyi üniversite mezunları da artık eskisi kadar rahat iş bulamıyorlar; ama kızımız şanslıydı, buldu...Arkadaşlıkları uzun bir süre daha devam etti…Ancak, bizim Adnan, bir türlü istediği bir işi bulamadı…Kızı babasından istemeye yüzümüz olmadı hiçbir zaman…Nasıl giderdim Asım Bey?.. Oğlunuzun işi nedir diye sormayacak mıydı baba?..Elbette soracaktı ve haklıydı…Gidemedik…Biz gidemeyince kızın ailesi onu bir başkasıyla evlendirdi…Bu haberi duyunca Adnan çıldırdı adeta…Bütün ortak fotoğraflarını, armağanlarını çöpe attı ve hıçkıra hıçkıra ağladı…O günü ve bizi çok üzen haberi hiç unutamıyorum…Kızamıyorum onlara…Haklılar…Şimdi Adnan, iş görüşmelerine gidiyor, haber veririz diyorlar; ama şimdiye kadar arayan soran yok…Bir baba olarak çok üzülüyorum Adnan’ın durumuna…Sermayemiz yok ki ona bir dükkan açalım, işinin patronu olsun…O olanağımız da yok ne yazık ki!..Ne yapacağımızı şaşırdık!..”

Adnan yaşayan bir örnek…O kadar çok genç depresyondaki…Her geçen gün de sayıları artıyor bu gençlerin…Bir Psikolog, yakını olan arkadaşımıza şunları söylemiş: “ Hastalarımızın büyük çoğunluğunu artık gençler oluşturuyor…Madde bağımlılığı başta olmak üzere öyle sorunlarla karşımıza geliyor ki gençler, sadece kendilerini değil ailelerini de etkileyen karmaşık psikolojik rahatsızlığı tedavi etmek hiç de kolay olmuyor bizler için…” Evet!..Çok zor bir durum işsizlik ve onun getirdiği sorunlar…Ne kadar çok sorunla boğuşmak zorunda kalıyor gençlerimiz…Onlar adına gerçekten çok üzülüyorum…Yazık oluyor fidanlarımıza…

Kaç Adnan var acaba ülkemizde?..Kim bilebilir?..Ama sanıyorum sizler de yakın çevrenizde bu durumdaki gençleri görüyor ve onlar adına üzülüyorsunuz…Peki sadece işsiz olanlar mı mutsuz ve huzursuz?..Hayır değil elbette!..Şu anda çalışan gençlerin pek çoğu da işlerinden memnun değil…Ya kendi alanları ile ilgili bir işte çalışmıyorlar, ya çok düşük ücret alıyorlar, ya sigortasız çalışıyorlar, ya ülkemin en zor bölgelerinde pek çok yokluk içinde çalışıyorlar ya da çeşitli nedenlerle içleri isteyerek iş yerlerine gitmiyorlar…Toplumun en dinamik kesimini oluşturan gençlerin böyle moralsiz olması, geleceğin Türkiye’sini de karartıyor ve hepimizi endişelendiriyor…

G.Wilhelm LEIBNIZ diyor ki: “Gençliği iyiye yönelten,insanlığı iyiye yöneltir…” Ne kadar haklı!..Gerçekten yapabilmeliyiz bunu…Aksi taktirde pek parlak görünmüyor ülkemizin geleceği…

Asım ERDOĞAN