Yazmayacağım işte hiçbir şey…
Tüketmişiz tüm sözcükleri nasıl olsa
Bir parça gülüş, bir parça söz
Yaşamak bile zorunlu ihtiyaç…

Kapatın tüm perdeleri
Girmesin gün ışığı içeri
Susturun tüm zilleri
Bozmasın, gelip de hiç kimse keyfimi…

Atacağım dolaplardan
Ne var ne yok eskilerden kalma
Yenilerini alıp da
Dizeceğim boylu boyunca…

Canım isterse kalkacağım yataktan
Zorlayamayacak kimse beni
İstersem yıkanacağım
Varsın, dağınık kalsın saçlarımda…

İçtiğim bir bardak çay
Onu da içmem bundan sonra
Katık ettiğim peynir düşünsün halini
Kim yiyecek diye senden sonra…

Alıp da başımı
Gezeceğim şehri bir uçtan bir uca
Basılmadık yer bırakmadan
Keyfine varacağım dolaşmanın da…

Yazmayacağım işte hiçbir şey
Okuyan yok nasıl olsa.
Okusaydık adam olurduk
Söylenmiş bir yalan nasıl olsa…


  EYLÜL 2017

Mehpare ÖĞÜT ŞENGÜL





Gün biter gülüşün kalır bende
anılar gibi sürüklenir bulutlar
Ömrümüz ayrılıklar toplamıdır
yarım kalan bir şiir belki de

Aykırı anlamlar arayıp durma
güz bitip sular köpürür de
kapanmaz gülüşünün açtığı yara
uçurum olur zaman her gece

Her gece yeni bir savaş baslar
acı ses olur, ses deli yağmur

Sığındığım her yer adınla anılır
ben girerim sokağı devriyeler basar
Bir de gülüşün eklenir kimliğime.


Ahmet TELLİ



Geçenlerde, eski ve en başarılı öğrencilerimden biri, bir dergi, yayımlamak üzere kendisinden
bir öykü istediğinde, bu teklifi şöyle reddetti:

“Teşekkür ederim ama yazmayı bıraktım.”

“Ama niçin?”

“Yazmak çok zor, çoğu zaman düş kırıklıkları ile dolu. Sahip olduğum her şeyi verdim ama ne yazık ki yeterli değilmiş.”

Bunu söyleyen, yeni başlayanların çokça kıskanabileceği başarılı bir yeni yazardı. Çünkü beş
öyküsü satılmış, iki tanesi ulusal dergilerde yayımlanmış ve bunların hepsi iki yıldan az bir
zamanda gerçeklemişti. Yeni bir taktikle yanaşmaya karar verdim:

“En başarılı bulduğun romancının adını söyle.”

“Balzac.”

Hah, şimdi tuzağıma düşmüştü. Balzac’ın öğretmenleri Balzac'a “tahta kafa” adını
takmışlardı. Ailesi onun edebiyatla ilgili girişimlerini engellemek istemişlerdi. Balzac iki yıllık çalışmanın sonunda manzum trajedisini gururla gösterip okuduğu zaman çığlık atmışlardı. Tanıdığı tek eleştirmen olan bir arkadaşı, ona, yazardan başka her şey olabileceğini
söylemişti. Balzac ününü kazanmadan önce, sekiz yıl içinde otuz bir ciltlik kurmaca yazılar
yazdı. Büyük ve önemli kitapları da yoldaydı.

Sonra John Fitzgerald ile ilgili bir yazı okumaya başladım. Fitzgerald'ın ilk ekonomik
başarısını, otuz yıl denedikten sonra Papa Bir Mormonla Evlendi (Papa Married a Mormon) ile kazandığını anlatıyordu. Güldü ve başını salladı. Profesyonel yazı yazmak isteyen üniversite öğrencilerine ders Vermek oldukça eğlenceli bir şey. Aynı zamanda sıkıntı ve bunalım da yaratan bir şey. Benim birçok yetenekli öğrencim, tam kendilerini geliştirmeye başladıkları sırada vazgeçtiler. Aynı zamanda Westem Revieu, Reader's Digest, The Saturday Evening Post ve The New Yorker gibi dergilerde öğrencilerimin yazılan çıkıyor. Ama bir arkadaşım gelip de çocukların ne oranda başarılı olduğunu sorduğunda, “Sen bir de bırakanları, vazgeçenleri görecektin,” diyorum. Neden böyle yapıyorlar? Neden bir zamanlar istedikleri tek şey olduğunu düşündükleri yazmayı bırakıyorlar?

Bir kez William Faulkner ile konuşma şansım olmuştu. Bana yazma dersini anlattırdı.
“Öğrencilerin yazı mı yazmak istiyor, yoksa yazar olmak mı:'” diye sormuştu bana. Sorumun
cevabı burada işte. Bazı öğrenciler ve yazma işine kendi başlarına göre başlayanlar yanlış
nedenlerle yazıyorlar. Daha mürekkebi kurumadan, taslaklarını dergilere gönderiyorlar ve
yayıncılar da onları utandırmakta geç kalmıyor. Konuşulmak için yazıyorlarsa da biraz zaman
geçince yazmanın ne kadar gereksiz olduğunu anlıyorlar. Bu çocukların büyük bir kısmı,
Faulkner’in haklarında konuşmayı düşündüğü çocuklar. Yetenekleri var. Yazmak istiyorlar.
Ama bir hocaları onları itmekten vazgeçtiği zaman, onlar da bırakıyorlar. Neden? Ben bazı
sorulan ve cevaplarını biliyorum. İşte burada bunları anlatacağım: Birçoğu yaşamlarını
kazanmak zorunda. Sizin gibi, benim gibi. Başarılı yarı-zamanlı, öğrenciler perişan durumda.
Sarah Jenkins romanını kuaförde saç kurutucuların altında, otobüse bindiğinde, on beş
dakikalık aralarda yazmıştı. Şimdi kendi arabası, hatta şoförünü işe alacak parası var ama o
eski yazı ortamlarını arıyor.

Kimse bu çocuklar dikkate alınıyor. Esprili bir bakış açısıyla, kimse bir yazara benzemez.
Bazılar ailesinden gördüğü kadar herkesten anlayış bekler ve yardım arayarak yazar. Bir de
daha şanssız olanlar var ki, onlar ailesi tarafından bile yanlış anlaşılıyor. Birkaç sene önce bir
öğrencim “McCall’s” adlı öyküsünü sattı. On beş gün boyunca karısı ve ailesi ona yardım
etmeye çalışırken bir felakete sürüklediler. Her öğleden sonra çocukları evden uzaklaştırıp,
ortalığı toplayarak onu daktilosu ile yalnız bırakıyorlarmış. İki üç saate ve de büyük bir
sessizlik içinde çalışma ortamı sağlanmaya çalışıldıktan sonra öğrencim kapıda belirdiğinde
hoplaya zıplaya gülerek üzerine atılıp neler yazdığım soruyorlarmış. Elbette bu koşullar
altında çalışmalar hiç de iyi gitmemiş ve bu sıkıntı, bu baskı bir süre sonra dayanılmaz olmuş.
Zavallı çocuk o günden beri hiçbir şey yazamamış.

"Bir editör olsa da öykülerimi yayınlasa."

Çoğu zaman onların, eğer yazdıklarını basacak birinin olduğunu bilseler, her gün
yazacaklarını söylediklerini duydum. Elbette kim yazmaz ki. Önemli olan kimse ilgilenmezken yazmaya devam etmek, yalnızlık ve korku ile yüzleşmek. Öğrencilerimle doğrudan konuşurum. Onlara bu yayıncılık mekanizmasının nasıl işlediğini anlatmaya, sınıfa yayıncıları davet ederek onları tanıtmaya çalışırım. Çünkü rekabet her geçen gün daha da kızışıyor. Son olarak onlara yazabileceklerini ya da vazgeçebileceklerini söylüyorum, seçimi kendilerinin yapacağını ve kolay olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Eğer yine de yazmaya kararlılarsa, onların tarafındayım. Ve yıllar sonra bana yazmadıklarını söylerken çok mutsuz görünüyorlar.
Onlara bir yol bulmaları için yardım etmeye çalışıyorum. Onların kafasındaki sorun tek bir
noktada düğümleniyor. Gün yeterince uzun değil. Bu yılların eskitemediği bir bahanedir. Ben
de ihtiyaç duyduğumda hep bu bahaneye başvururdum. Ancak bu tamamen bir saçmalık.
Çoğumuz, bizden çok daha yoğun olan ama başarıyla devam eden yazarlar tanıyoruz.
Caroline Miller, Pulitzer Ödülü'nü kazandığında otuzlu yaşlarının başındaydı. South Georgia
Okulu’nun müdürü ile evliydi. Üç çocuğu vardı ama parası ve zamanı pek yoktu. Miller, kek
almak için gittiği markette kasada bile yazıyordu.

Zaman zaman tekrar başlamalarına yardım edebiliyorum. Onların gerçek problemi ile ilgili
öyküler anlatıyorum. Bir günlük tutmalarını öneriyorum çoğu zaman. Böylece yazmak
sıradan bir eylem haline gelecektir. Somerset Maugham’in sözünü hatırlatıyorum: “Yazmak
bir alışkanlıktır. Alışması kolay, bırakması zordur.”

Fred Shaw





Eskiden düştüğümüz zaman
Yaranın üstüne yaprak basmayı öğretmişti büyükler
Korkma geçer diyerekten…

Ne tuhaf ki yara kururdu bir süre sonra
Ve koyu bir renk alaraktan
Azalırdı acısı da…

Sonra,
Düşe kalka büyümeyi öğrendik hayat yolunda
Eriştik en nihayetinde olgunluğa
Ve yine öğrendik ki;
Aldığımız yaralar değilmiş canımızı yakan.
Aslolan yaraları açanlarmış, kapanmayan…

Kiminle kesiştiyse yolumuz
Başlardık en güzelinden muhabbete
Sevgiden, aşktan, gelecekten söz etmeye
Hayallerimizi sıralayıp birbirimize
İçerdik üstüne birer fincan kahveyi de…

Zamanla ne o yollarımızın kesiştiği insanlar,
Ne muhabbetler, ne de edilen sözler kaldı geride…
Ve suya düşen hayallerin üzerine içilen kahvelerinde
Kalmadı ne tadı, ne de hatırı eskisi gibi yerinde…

Mehpare ÖĞÜT ŞENGÜL
2017 Ağustos 22

….

Vaktiyle İstanbul’da Yemiş İskelesi’nde bir kahveci vardır...
Kahvesine bir gün bir Yeniçeri gelir ve şöyle der;
- Hey arkadaş!. Hep müşterilerine birer kahve yap, lakin şu kâfire yapma (Köşede oturan Rum gemi kaptanını işaret eder).
Kahveci herkese kahve yapar verir ve ardından iki kahve alıp Rum'un yanına oturur.
"Biz de seninle içelim" der.
Yeniçeri; "Heeyy!.. Ben sana o kafire kahve yapma diye tenbih etmedim mi?" diye çıkışınca kahveci "Kaptana yaptığım kahve senden değil, ocaktandır ağa!" cevabını verir.
Aradan zaman geçer. Sisam Adası'nda büyük bir isyan baş gösterir.
O zamanın Üsküdarlı kahvecisi de Yeniçeri ocağında kayıtlı asker olduğu için adaya sevk edilmiş ve esir düşmüştür.
Sisam’da asi Rumlar, ele geçirdikleri Türk esirleri bir meydanda müzayede ile satar.
Yemiş İskelesi'nin kahvecisi de esirlerle birlikte o meydanda satışa çıkarılır.
İstekliler kaç kişi ise karşılarına dizilip, bekleşirler. O sırada tepeden tırnağa silahlı bir Rum gelir.
İlk, bir paradan başlar. Bir anda beş paraya, on paraya kadar çıkar.
Sıra kahveciye gelince o silahlı adam yekden, "Beş kuruş!" diye bağır. Arttıran olmayınca da esiri alıp bir muhafız nezareti altında şehirden çıkarır.
Kahveci, "Beni beş kuruşa aldığına göre kim bilir ne gibi işkencelerle öldürecek!?.." diye düşünür.
Issız bir yerde o silahlı Rum, "Korkma! Sen beni tanımadın ama ben seni tanıdım. Hani bir Yeniçeri bana hakaret ettiği zaman sen onu dinlemeyip bana kahve ikram eden Yemiş İskelesi’ndeki kahveci değil misin?" der ve kucaklaşırlar.
Bir fincan kahvenin hatırını orada görülür.




"Odandan çıkman gerekmez, masanda oturmaya devam et ve dinle..
Dinleme bile, sadece bekle..
Bekleme bile
Gerçekten sakin ve yalnız ol
Dünya özgürce sunacaktır kendini sana..
Maskesinden sıyrılmak için başka seçeneği yok
Huşu içinde yuvarlanacaktır ayaklarının dibine..."


Franz KAFKA






Yazma çabalarınızın en başında, genellikle düşüncelerin yetersizliği başlıca sorunu oluşturur.
Hatta yazı makineleriyle yaşamayı öğrenmiş olan birçok profesyonel yazar bile bu zorlukla
karşılaşır. Çoğu edebiyatçı, herhangi başka bir andan, sonunda bu noktaya gelir. Alaysı ve
gülünç biçimde, “Yazacak bir şey bulamıyorum!” der talihsiz yazar kendi kendine ve onun
için çok sıkıntılı olan bu durumda, tiksinti içinde yazmaktan vazgeçer.
Belki de vazgeçmesi gerekir. Yazmak, dünyada kesinlikle bir gönüllü çabadır. Yolun
başındaki yazar, yaşamı ve çevresi hakkında, yazılması mümkün olmayan düşünceler geçirir
aklından. Yazamayınca da suçu yanlış yerde arar ve kurmaca becerisini asla gösteremez.
Yapın hakkında çeşitli düşüncelere sahip olmadan öykü yazmanın mümkün olmadığı açıkça
ortada. Gerçek daha yalın ve daha rahatsız edicidir. Yolun başındaki yazar, iyi öykü
düşüncelerinin ortaya çıkması için gerekli çalışmayı yapmayı reddeder ve başarısız olur.
Düşünceler istemez ama moral güç ister. Şaşırtıcı ve özgün düşünceler bulmak önemli
değildir, çalışmak için yeterli olan sağlam bir düşünce akışının nasıl oluştuğu önemlidir.
Olgun düşünceler ancak olgunluktan, deneyimli insanlardan çıkar. Ama eğer yazar
olgunlaşmayı ve deneyim kazanmayı beklerse, orta yaşta böyle düşüncelere sahip olabilir. Bu
düşünceler de yalnızca olgundur, sanat yapmak için yeterli değildir. Yeteneğiniz, anlatım
alışkanlığınız, her şey öğrencilik yıllarınızdadır.
Öykü düşünceleri oluşturma, bir yöntem sorunu, özellikle bir enerji sorunudur. Edebiyat
kilerleri boş olan birçok genç yazarla bu sorunu tartışarak, çalışmalarıyla ilgili önemli yanlış
anlamalar yüzünden kötü işler çıkardıklarını öğrendim. Bu yanlış anlamaların en önemli olan
üçü üzerinde duralım:

I) Esinlenmeyi beklemek: Genç yazarlar, hatta has edebiyata gönül vermiş olanlar da,
yazmanın bir tür rahiplik işlevi, radyo dalgaları gibi gökten yayılan büyük düşüncelerin
peşine düşerek yapılan kutsal bir sanat olduğunu düşünüyorlar. Gerçekte yazmak çaba
gerektirir. Sözcüklerin kağıt üzerine koyulmasını, bunu birisinin yapabilmesini gerektirir.
Kaçan bir şey yoktur, ama düşünceler vardır. Çalışmak size nasıl yardım edebilir? Yazmak
için, ya bazı düşüncelere sahipsinizdir ya da değilsiniz. Hepsi bu!
Ama hepsi bu değil. Öykü düşünceleri oluşturmak, tıpkı el yazısıyla yazarken olduğu gibi,
örgütlü, enerjik ve dikkatle gerçekleştirdiğiniz çalışmalarınızın bir boyutudur. Eğer
esinlenmeyi beklerseniz, iyi bir düşünceyi hatırlamaktan çok unutmaya hazırlanmış
olursunuz. Öykü düşünceleri oluşturmanın yolu, bunun için bir şeyler yapmaktan geçer.
Düşüncelerinizi ve her türlü gözlemlerinizi not defterlerine, gazete sayfalarına, kağıt
parçalarına yazın. Bunu alışkanlık haline getirin. Malzemelerinizi ilk seferinde fazla
acımasızca sansür etmeyin. Bırakın gelsinler. Daha sonra üstünden geçersiniz. O zaman en
iyilerini alın ve gerisini atın. En büyük yazarlar, ürettikleri yıllar boyunca, daima not defterleri
tutmuşlardır. Sizin bunu daha dikkatli yapmanız gerekir.

Il) Kendine inanmamak: Genç yazarlarda, yazma güdüsü okuma güdüsünden önce gelir.
Büyük yazınsal sanat çalışmaları onu derinden etkiler. Diğerlerinden daha iyi olma
tutkusuyla yakar ve aynı kalitedeki yapıtı daha kısa sürede gerçekleştirebilmesi için aceleci
bir girişimle ileri fırlatır. Saygıdeğer bir tutku! Bununla birlikte, bir genç yazarın ilk
karalaması, bu muhteşem performansıyla üstünde yükseldiği zemin karşılaştırıldığında,
kötüdür. Kendi düşüncelerini basmakalıp, kötü ve çocukça bulur. Konuları büyük
ustalarınkine benzeyen düşüncelerinden ve denemelerinden vazgeçer. Bunlar onun için çok
fazladır. Ve umutsuzluğa düşer.

Genç yazar, hayran olduğu sanatçıların hiçbir zaman tipik olmayan başyapıtlarım nadiren
hatırlar. Bu yapıtlar, bütün bir ömrün ürünlerinden yapılmış dikkatli seçimlerdin En büyük
ustaların kimi başyapıtlarındaki tutku ve Yüceliğe sahip olmadığı için kendi düşüncelerinizi
cesurca ifade etmekten kaçtığınız konusunda, kendinize karşı dürüst değilsiniz. Kendi
köklerinize sahip çıkın, tıpkı ustalar gibi. Kendinize zaman tanıyın. Başka birinin biçimini
taklit etmeye çalışmayın. Kendinize inanın. İlk ürün hiçbir şeydir; yerleşik alandır,
alışkanlıktır her şey.

III) Gerçek yaşamla ilgilenmemek: Genç yazarların on tanesinden dokuzuna, ne konuda
yazmak istediklerini sorun, çok azının cevabı derin olanla, sonsuz olanla, insan olmakla ve
kendi yaptıklarıyla ilgili olacaktır. Hatta yazdıklarını okuduklarında, kendi kendilerine, “Ah,
evet, yaşamla ilgiliyim, bundan eminim,” derler ve yazarlıkta başarılı olabilmek için
ilgilenmeleri gereken düşünceler içine girmezler.

Fark şurada yatıyor: insanlarla olmayı seviyorsunuz; bazı arkadaşlarınız var; dedikoduculuğu
ayırabiliyorsunuz; “karakterler” konusunda okumayı seviyorsunuz ama bu yeterli değildir.
Bütün bunları yapabilirsiniz. Henüz yazınsal düşünceyi, araştırmayı ve çözümsel kavrayışı
içeren gerçek bir ilgi içerisinde değilsiniz. Saldırgan ve dinamik olmayan insanlarla, sabırsız
ve çok dinamik olabilirsiniz. Dinsel ya da ahlaki bir idealist olabilirsiniz. İnsanların ahlak
çöküntüsü sizi şoka uğratabilir. Eğer siz yalnızca onların iyiliğini ve kötülüğünü
düşünüyorsanız, gerçek bir yazınsal duygu içine giremezsiniz. Bir yazarın işi, yargıda
bulunmaktan çok betimlemektir. Edebiyat, insan zaaflarının bir kaydıdır. Bu zaaflarla
ilgilenirken hoşgörülü almalısınız ve onların nedenlerine inerken meraklı bir tahammül
göstermelisiniz.

Yukarıda genel olarak açıklanan düşünceleri uygulayabilmek için, lütfen, birçok genç yazar
tarafından başarıyla uygulanmış olan aşağıdaki önerileri göz önünde bulundurun.

Başlarken: Eğer kendinizi öykü düşüncesi oluşturmaya hazır hissediyorsanız ve yazmak için
yeterli gücü bulamıyorsanız, panik yapmayın. İçinde bulunduğunuz olumsuz durum,
düşüncelere sahip olmamanızdan değil, onları yazmak için gerekli alışkanlığı oluşturmamış
olmanızdan kaynaklanmaktadır. Yapmanız gereken ilk şey, kendi kendinize “yazı makinesi
paniği”ni yenmektir. Herhangi bir şey yazın. Bir yazma alışkanlığı oluşturmaya başlarken,
kağıt üzerine sözcükler düşürmeye başlarken, yazdığınız şeyin kalitesi, yazma ısrarınızı
geliştirmede güvenilir bir yoldur. İlk önce yalnızca niceliksel amaçla yazın. Kendinizi gereken
hızda yazmak için eğittiğiniz zaman, günün ilginç olayları üstüne yüz sözcük söyleyin, bu
notlarınızın niteliğini geliştirmek için çalışmaya başlamaya hazırsanız, onları seçin ve en iyi
düşünceleri alarak belirli bir sitemle öyküleştirmeye başlayın.

Not defterleri ve dosyalar: Her iyi donanımlı yazar, günün ya da gecenin kimi zamanlarında
kısa notlar almak için bir cep defteri taşır ve çalışmalarında kurgu ve taslaklarını öyküleme
ve tasnif etme yollarını bilir. İlk önce uygun boyutlarda kullanışlı bir not defteri edinmek iyi
olur. İkinci olarak, bir ofis dosyası edinmek gerekir. Bir yığın ambalaj kağıdı bile bu amaca
cevap verebilir. Ustalığa giden en iyi yollardan birinin, çeşitli konularla ilgili olarak
dosyalanmış malzemelerin içinden, belirli bir konuyu çoğaltmak olduğunu hatırlayın. Bu
yüzden işinizin mekanik gibi görünen bu bölümünü küçümsemeyin.

Okumalar: Çok okumalısınız. Özellikle öğrencilik günlerinizde oburca okumalısınız. Yaşam ve
dünya ile ilgili bilgilerinizi artırmak için çok okumalısınız ve başka yazarların bu işi nasıl
yaptıklarını öğrenmelisiniz.

Romantizm kompleksi: Bu ifadeyi, kendi yaşam ve çevrelerinin ilginç olduğuna inanmayan
yeni yazarlar için kullanıyorum. Bunlar uzak iklimlerdeki insanların, olayların, yabancıların
daha etkileyici olduğunu düşünürler. Ancak bu durum, yazınsal materyalin miktarının, bir
yerde yaşayan insan sayısı ile orantılı olduğu gerçeğini değiştirmemektedir.

Kendinizi yazın: Kurmaca yazmak bütün sanatlar içinde en mahrem olanıdır. İçinde çok
değerli, kutsal, biricik coşkular taşıdığını düşünen ve bunlarla başkalarını etkileyerek popüler
olmayı uman kişi, başka şeyler yapmalıdır. Emin olun, sizin en iyi yazınız, en çok size ait
olandır. Düşleriniz, tutkularınız nelerdir? Onları yazın. Yaşamınızdaki dönüm noktaları
nelerdi? Hangi etkenleri içeriyordu? Ne oldu? Yaşadığınız her deneyimin önemi nedir? Diğer
insanları onların içine koyarak, bu bunalımlar etrafında öyküler tasarlamaya çalışın. Ama
aynı duyguları ve aynı konuları koruyarak yapın.

Eviniz bir laboratuardır: Çoğu genç yazar kendi evindeki insanlık durumlarına yoğunlaşmış
bir çalışmayla kazanabilir. Kendi aile çevreniz sessiz olabilir ve size oldukça sıradan gelebilir.
Ama ilişkileriniz ve arkadaşlarınızın oldukça dramatize edilmiş hayali önerileri öykü
düşüncesi oluşturmanıza yarayabilir. Örneğin, bir genç kız kardeş ya da erkek kardeş gözlem
altındadır. Onu bir öykü tasarımı içinde izleyin. Ne görüyorsunuz? O ne yapıyor? Onları içine
çeken sorunlar neler? Onun kahramanı kim? Bu kahramana hangi davranışlarla ve nasıl
tapıyor? Kahramanının bazı yüz kızartıcı şeyler yapmış olduğunu öğrendiğini varsayın. Onun
üzerindeki etkisi ne olmalı? Ne yapmayı planlıyor?

Yoğun bireysel çalışmalarınızın yanı sıra, yaşamın bazı özel dönemlerine dokunmanız iyi olur.
ilk elden çalışabileceğiniz özel bir toplumsal soruna eğilmeniz iyi olur. Bu sorunu, özellikle
her evresinin duygusal niteliğini keşfetmek için arayarak çalışın. Sabırlı olun. Eğer eğitim,
boşanma, kent politikası, gençlik ya da çalışma ahlakı gibi konuları seçerseniz, konunuzun
macera, trajik ya da komik yanlarının bulunup bulunmadığına ve hangi noktaya
yoğunlaşacağınıza dikkat etmelisiniz. Herhangi bir mistik “düşünüp taşınma” süreciyle usta
olabileceğinizi tasarlamayın. Yazın!

Yaşamın gizlerini çözün: Bütün gözlemlerinizde, olayların gerisindeki daha önemli nedenleri
araştırın. Büyük insan sorunlarının, bulundukları yeri size göstermek için hoplayıp
zıplamadıklarını, bağırıp çağırmadıklarını hatırlayın. Bir insanlık durumunun en önemli
yanının, onu tanımadan anlatılamayacağı, akılda tutulması gereken en önemli şeydir.
İnsanlar hakkındaki belirsiz düşünceleriniz üzerinde biraz derin düşünürseniz başarılı
olabilirsiniz. “Yazmayan” bir yazar olmayın. Karakterlerin davranışlarını ele veren bütün
ayrıntıları yazmalısınız.

Büyük yazarlardan öğrenin: Bazı yazarlarda karakterler kendileriyle ilgili sözcükler kağıda
düşürülürken ortaya çıkmazlar. Turgenyev, doğru dürüst öykü yazmaya başlamadan önce,
belirsiz, başıboş karakterlere çalıştı. Çehov da başlangıçta benzer şeyler yazdı ve attı.
Neredeyse her yeni başlayan yaza. başlangıç saatini çok fazla erteler. Güzel bir bitiş kurgusu, mükemmel bir yapıt, yüksek tutku umarlar. En büyük yazarlar, tekrar ediyorum, bunu
yapmazlar. Yeni başlayanlar da yapmamalıdır.

Bu yazıda, öykü düşünceleri oluşturma konusunda eksik de olsa bazı doğruları vurgulamaya
çalıştım. Ancak yolun başındaki yazarların, başarılı olma sürecinde anlamakta zorluk
çektikleri gerçekleri belirttim. Bu gerçekler sonuç verici yöntemler gibi görülüyor. Eğer
kuşkunuz varsa, önerilerimi mahkûm etmeden önce onları deneyeceğinizi umuyorum.
Sonuçlarına kefil oluyorum.

 Thomas H. UZELL




"Güzel ama bu neyi kanıtlar?"Bir matematikçi, Goethe'nin "Iphigenie"sini okuduğunda söylemişti bunu: Güzel ama bu neyi kanıtlar? Pek yerinde olmayan bir tümce ama binlerce şiiri karşısına alıyor. Bu tür şiirleri eleştirmek isteyen biri ne yapacağını bilemeyebilir, eleştirilecek birşey yokmuş gibi gelir ona, bildiği tek şey şiirin yazılıp basılmış olduğudur yalnızca. Doyurucu bir yapıtla ilgili olarak söylendi diye, matematikçimizin bu düşüncesini tümüyle yadsımak doğru olmaz. Ona Iphigenie'nin neyi kanıtladığı anlatılabilir; ama eğer bu herhangi başka bir yapıt için yapılamıyorsa, o zaman o yapıt önemsizdir, çünkü içerdiği bir anlam yoktur.

Bir şiirden ilk beklenen, okurunu içerdiği tinsel ortama çekmesidir. Bu, pek önemi olmayan, belirsiz, formal diyebileceğimiz bir işlemdir. Bir şiirin etkileme gücü, yerel, kişiye özel, ulusal ya da sınıfsal alanda kısıtlı kalabilir. Çoğu kişiyi etkisi altına alan şiirlerin, ille de en iyi şiirler olmaları gerekmez. Halkın söylediği şiirler, hiçbir zaman yalnızca halk şiirleri değildir. "Halk"ı etkilemeyen halk şiirleri de vardır. Şunu bilmemiz gerekir: Etkileme gücünü en üst düzeydeki sanat şiirlerinde bulabileceğimiz gibi,en değersiz şiirlerde de bulabiliriz; halk şiirleri kadar sone de, operet şarkıları da, doğum günü şiirleri de etkileyici olabilir.

Bir şiirin, herhangibirini hatta seni, içerdiği tinsel ortama çekiyor olması, henüz bir şeyi kanıtlamaz. -Sana henüz onu okuman gerektiğini kanıtlayamam demek istiyorum.-Şiirlerin bir şeyi kanıtlaması da zor gibi görünüyor. Diyelim ki, bizim matematikçinin karşısına Pisagor teoremini kanıtlayan bir şiir çıktı. O Zaman bu şiirin bir şeyi kanıtladığı sonucuna mı varacaktı acaba? Belki; ama biz ona,"Iphigenie"nin bir şeyi kanıtlamadığını söylediğinde yaptığımız gibi, belki yine karşı çıkardık. Evet, eğer şiir olarak boş ise, derinliği yoksa ve hiçbir ipucu vermiyorsa karşı çıkardık. Matematikçimizi etkisi altına alsa bile, belki de yine karşı çıkardık.

"Güzellik" kavramını ele almaksızın daha fazla ilerleyemeyeceğimiz ortaya çıkıyor. Bu kavrama gereksinim duymamız hiç de ayıp değil, ama biraz sıkılıyor insan. Çünkü son derece belirsiz, çok anlamlı bir kavram; tümüyle "zevk"e bağlı olduğu düşünülüyor, zevk de "bilindiği gibi " bireysel, bu nedenle de "tartışılamaz".

Eğer fizyolojik alandan yola çıkar ve zevki fizksel olarak ele alırsak, o zaman tartışmaya da pek gerek kalmaz. Ağzımıza bir lokma alır, yüzümüzü buruşturur ve "çok ekşi" deriz. Bir mısra okuduğumuzda da, yine tatsız tuzsuz, yavan, zevksiz hatta iğrenç bir şey karşısında olduğu gibi hoşnutsuzluk duygusuna kapılabiliriz. Ayrıca fizyolojik zevkte bile, zevk almayı öğrenme diye bir şey vardır. Bu öğrenme yoluyla olabileceği gibi, yalnızca koşullarımızın değişmesine debağlı olabilir. Zevk değişebilir -fizyolojik olan da değişir-.

Mimariden bir örnek verebiliriz. ileri mimarlarımız son yıllarda yalın bir yapı sanatı üzerinde duruyorlar. Özetlersek, pratik olanı güzel buluyorlar. Burada ilginç olan, işçilerin reaksiyonu. Genel olarak bu yapı sanatını onaylamıyorlar. Düz çizgileri olan evleri beğenmiyor, onları kışla ya da tutukevi olarak adlandırıyorlar, yeni fonksiyonel mobilyaları da zevsiz bulup alabildiğine eleştiriyorlar. Yalın yapı sanatının tüm ürünleri onların ağızlarında yavan bir tat bırakıyor. Neden?
Mimarların çoğu gelişmiş kişiler olduklarından, en önemli ve en ileri sınıf olarak gördükleri işçilere yöneliyorlar ama bir işçi için evin ne demek olduğunu da unutuyorlar. Bir işçi için ev, hiçbir zaman sığınalacak bir yer, tüm gereksinimlerin olabildiğince pratik çözümlendiği bir mekanizma değildir.

Şairin Akıldan Korkması Gerekmez
Şiirlerini okuduğum birkaç kişiyi yakından tanıyorum. Bunlardan bazılarının şiirlerinde, şiir dışı alanlardaki konuşmalarına oranla çok daha az akıl ögesi görülmesi beni hep şaşırtmıştır. Acaba bunlar şiirin salt duygu işi mi olduğunu düşünüyorlar? Acaba salt duygu işi olan bir şey var mı? Eğer var olduğuna inanıyorlarsa, o zaman en azından şunu bilmelidirler: Duygular da aynı düşünceler gibi yanlış olabilir. Bu gerçeğin onları uyarması gerekir.

Birtakım şairler, özellikle de çiçeği burnundakiler, şiir yazarken havaya girdiklerinde, mantığın süzgecinden geçen herşeyin şiirsel atmosferi bozacağından korkarlar. Bu konuda söylenmesi gereken, bu korkunun ahmakça bir korku olduğudur. Büyük şairlerin yaratma eylemlerini konu alan yazılardan bilindiği üzere, onların şiir yazarken içine girdikleri atmosfer hiçbir zaman, öyle sağgörülü, soğukkanlı bir düşüncenin bozabileceği türden, yüzeysel, dengesiz, çabucak geçecek bir ruh durumuna benzemiyor. Belirli bir coşku ve uyarılma durumu hiçbir zaman soğukkanlılığın doğrudan doğruya karşıtı değildir. Hatta şunu da kabul etmek gerekir; düşünsel ölçütlere uyma konusundaki isteksizlik, şairin içinde bulunduğu atmosferin son derece verimsiz olduğunun bir göstergesidir. O zaman şiir yazmayı bırakmak gerekir.
Şiirin başarısı, duygu ve aklın eksiksiz uyumuna bağlıdır. Birbirlerini çağırıyorlar mutlu: Karar ver hangisi, o mu, bu mu!

Şiiri Elekten Geçirmek
Amatör şair, şiire düşkünlüğü arttığında, şiirinin yaprakları tek tek koparılan bir çiçek gibi incelemesinden hoşlanmaz; tomurcuk gibi narin oluşumlardan koparılan sözcük ve imgeler ile getirilen katı mantık onu rahatsız eder. Buna karşı söylenecek söz, çiçeklerin bile içine birşey batırıldığında solmadığıdır. Şiir eğer, yaşayacak güçteyse, zaten yaşar ve en güçlü operasyonlara bile dayanır. Yek bir kötü mısranın bir şiiri hiçbir zaman tümüyle yok edemeyeceği gibi, tek bir iyi mısra da onu kurtaramaz. Kötü mısraları duyumsayıp ortaya çıkarma, bir başka yeteneğin öteki yüzüdür; kendisi olmadan şiirden gerçek anlamda zevk almanın söz konusu olamayacağı bu yetenek, iyi mısraları duyumsayıp ortaya çıkarma yeteneğidir. Bir şiir bazen çok çabuk yazılır, bazen de uzun çalışmalar gerektirir. Amatör şair, eğer şiiri ulaşılmaz görüyorsa, birşeyi unutuyor demektir; şiiri yazan şair, okurun da yaşayabileceği türden sıradan duyguları onunla paylaşmak istemektedir; ancak, şiirin formüle edilmesi bir işlem sonucudur; geçici olan durağanlaştırılmış, bir ölçüde masif bir görünüm kazanmıştır. Şiiri uzlaşılmaz gören kişinin, ona yakınlaşması da zordur. Eleştirel ölçütlerin uygulanmasında özde yatan yine de hazdır. Bir gülün yaprakları tek tek koparıldığında, her biri ayrı güzeldir.

Eleştirel Tutum
Eleştiriyi ölü, verimsiz, zaman aşımına uğramış bir şey olarak düşünmek çok yanlış.Kritiğin böyle algılanmasının yaygınlaşmasını Bay Hitler ister. Gerçekte ise eleştirel tutum, tek verimli olan, insana özgü olandır. Eleştirel tutum, işbirliği, ileriye yöneliş ve yaşam demektir. O olmadan, sanattan gerçek tat alınamaz.

Varoluşumuzun artık politikadan soyutlanamadığı günümüzde, eğer şiirin üretim ve tüketimi mantık ölçütlerinin ortadan kaldırılmasına bağlı olsaydı, o zaman şiirin varlığını sürdürmesi de söz konusu olamazdı. Duygularımız (içgüdüler, coşkular) tümüyle paslanmış durumda olup, maddesel gereksinimlerimizle sürekli bir çatışma içinde bulunmaktadır.

Eleştiri, hoşa gitmeyen bir kusur bulma işlemi biçiminde olsa bile, hiçbir zaman haz almayı engellemez. Proleterya eğer eleştiriyi zevkle yerine getirme yeteneğine sahip olmazsa, burjuva kültür mirasına nasıl sahip çıkabilir? Tarihsel bilinç eleştirel bilincin kendisidir; o olmadan proleteryanın bunu gerçekleştirmesi olanak dışıdır; bu bilinmelidir. Burada yapılması gereken, nesnenin içinde bir zamanlar yetkin olanın duyumsanmasıdır; bu yetkinlik zamanla olumsuza doğru bir değişim göstermiş, yetkinliğin içindeki öz artık görünmez, kırıcı bir deyişle, artık tat alınamaz duruma gelmiştir.

Bertolt BRECHT

Çeviren: Yıldız ECEVİT
 Kaynak : http://www.halksahnesi.org/yazilar/siir_mantik/siir_mantik.htm





gönlümdekileri yazsam aklımdakiler şaşar
yaram derindir mecalim yok sözle işgale
ne derlerse desinler sevdim, seveceğim ömrüm oldukça
İster yerin üstünde, isterse yerin altında 
durana kadar dünya döndüğü müddetçe...

Mehpare ÖĞÜT ŞENGÜL
2017


İnsanın içindeki yalnızlığını başka birinin yalnızlığı ile paylaşmak istemesi kadar doğal ne olabilirdi ki ! Gördüğüm gördüğün olsun, dokunduğum dokunduğun ve öptüğün dudaklarım. Bir tek, bir tek kalbim var sana verebileceğim. Bir de tutman için sana doğru uzanan ellerim.

Geç kalınmış bir birliktelik belki de bizimkisi. Yıllar içerisinde acıları yoğurduğumuz, hüzünlerde boğulduğumuz, mutluluğun adını bile unuttuğumuz. Unuttuğumuz diyorum,  sahi biz en son ne zaman mutlu olmuştuk.  Ne zaman ağız dolusu gülmüş ve ne zaman bir “ohh” çekmiştik.  Çok gerilerde kalmıştı muhtemelen ve o gün bugün değin yalnızlığımızla birleştirip ruhumuzu, amaçsızca dolaşıp durmadık mı yeryüzünde.

Hep bir arayış içerisinde, hep bir sorgulayışın peşindeydik bunca zamandır. Peki ne geçti elimize. Koca bir hiç değil mi! Oysa, onca arayış içerisinde beklentilerimizi karşılayacak bir şeyler olmalıydı bu hayatta! Olmalıydı ama olmadı. Üzüldük, kahrolduk ya sonra,  ne geçti elimize! Hiçbir şey. Demek ki bunca üzülmeye,  bunca düşünmeye değmezmiş yaşadıklarımız. Olsun varsın. Bunların hepsi de bizim için bir deneyimdi. Deneyim olmadan yaşamı öğrenmek ise mümkün değildi. Çünkü yaşam deneyimler sonucu oluşuyordu ve her deneyim, kişiliğimizi geliştirmek ve ruhumuzu yüceltmek adına önemliydi, gerekliydi… Ve işte şimdi, tam da olmak istediğimiz gibi, ait olduğumuz yerdeyiz.

Sen Ben’de Ben Sen’deyim… Var mı ötesi…

Mehpare ÖĞÜT ŞENGÜL

2017 “Sana Dair Karalamalarım”


“İnanç, göremediklerinize inanmaktır; bu inancın ödülü ise inandıklarımızı görmektir…”

 Kim söylemiş bu güzel sözü bilmiyorum, geçenlerde gazetede bir köşe yazarı tarafından günün sözü olarak yazılmıştı…

 Aklıma takıldı, yoğunlaştım bu sözün üstüne, inandığım şeyler hep göremediklerim miydi, ve en sonunda inandıklarımı görebiliyor muydum diye…

 İnançla hayal arasında nasıl sıkı bir bağlantı vardır diye…

 Hayatta bir şeylere inanmak, yaşama bağlı olma isteğini arttırır, bunu bir çok kez yaşadım, gördüm…

 Fakat şu bir gerçektir ki, bir şeylere inanmakla bitmiyor olay…

 Çaba gerekiyor, emek gerekiyor, olumlu düşünce gerekiyor ve hayalleri inanca, inancı gerçeğe çevirmek gerekiyor…

 Bunlar olmazsa, kalbimizdeki inanç, göremediklerimize inandığımız ve bu inandıklarımızı en sonunda göremediğimiz için dünyamızı karartıyor, bizi bambaşka bir insana çeviriyor…

 John Fowles, “Fransız Teğmenin Kadını” adlı o mistik romanında, Charles adlı zengin bir soylunun Sarah adında bir hizmetçiye bir anda aşık olup, onun ortadan kaybolmasından sonra içindeki o nerden geldiği belli olmayan büyük bir inançla yıllarca izini sürmeye başlar bu esrarengiz kadının….

 Nerde olduğunu bilmeden, şehir şehir dolaşarak, günlerce, aylarca sürer bu arayış…

 Ne olursa olsun Charles’ın içindeki inanç bitmez, tek dayanağı odur çünkü…

 Göremediği bir şeye inanmıştır ve ne yazık ki,

 Başka güvenebileceği bir şey kalmamıştır…

 Ne olursa olsun sevdiği kadını bulacaktır, onu göremese bile ona inanmaktadır, onun yanında olmasa bile onu sonsuz bir aşkla sevmektedir….

 Peki siz olsanız ne yapardınız?

 Kısa bir süre içinde gördüğünüz bir insana çılgınlar gibi aşık olduğunuzun biraz geçte olsa farkına varsaydınız ve ona koşarak gittiğinizde yerinde bulamasaydınız, üstelik nereye gittiğine, kimin yanında olduğuna dair en ufak bir detay bile öğrenemeseydiniz, ama ne olursa olsun içinizde bir inanç olsaydı?

 Ben bu kitabı okurken Charles istediği kadar inançlı ve inatçı olsun, ne olursa olsun Sarah’ı asla bulamayacak ve bu kayboluşun etkisi bir kabus gibi çökecek onun yaşamına diye düşünüyordum…
Ama öyle olmadı…

 Yüreğindeki inanç, Charles’ı sevdiği insanı bulmak için zorladı, gidebileceği her yere gitti, bakabileceği her yere baktı, girip çıkmadığı yer kalmadı…

 Gazetelere ilan verdi, özel dedektifler tuttu, yolda gördüğü herkese onu sordu….

 En sonunda günün birinde Londra’da Sarah’ı bulmaları için tuttuğu özel dedektiflerden onun bulunduğuna dair bir telgraf aldı, koşa koşa gitti ona, içindeki inancın bir gün gerçekleşmiş olmasının verdiği sevinç ve hüzünle….

 Onun yanına geldiğinde gördü ki, karşısında artık sevdiği insan yoktu…

 Evet, görmediği bir şeye inanmıştı yıllarca ve bunun ödülü olarak en sonunda onu görebilmişti…

 Ama acı bir hüsranla bitti bu inancın sonu, Sarah onu çılgınlar gibi sevdiğini bildiği halde Charles’a “uğraşacak yeni ve daha güzel şeyler” bulduğunu, hatta yaşamında başkasının olduğunu söyleyerek bu inancı, bu yarınlara umut veren sevgiyi bir anda yok etti…

 Charles, onca zaman göremediği bir şeye yürekten inanmış ve bunun ödülü olarakta onu en sonunda görebilmişti, ama tüm bu umut, çaba ve inanç onun hayatını mahvetmekten başka bir işe yaramadı…

 Bu trajedinin sonu şu cümlelerle anlatılıyordu:

 “Hayat, gizemli kurallar ve gizemli seçimler nehri, ıssız bir kıyı boyunca akıyordu; diğer ıssız kıyı boyundaysa Charles şimdi yürümeye başlamıştı, kendi cesedinin taşındığı bir cenaze arabasının ardından yürüyen bir adam gibi. Mutlak bir intihara doğru mu yürümektedir? Sanmam; çünkü, sonunda kendinde bir inanç zerreciği bulmuştur, üzerinde bir şeyler inşa edebileceği gerçek bir benzersizlik…hayatın bir simge olmadığını, tek bir bilmece ve onu bilememekten ibaret olmadığını, tek bir yüzü olmadığını ve zarlar bir kere kötü gelmişse hemen bırakılamayacağını anlamaya başlamıştı….”

 Evet, Charles’ın inancı gerçekleşmişti ama boşa çıkmıştı…

 İnanmanın ona verdiği ödül acı bir deneyimden başka bir şey olmamış, belki onu daha güçlü ve olgun yapmış belki de insanlara ve sevgi kavramı üstüne güvensiz ve olumsuz bir bakış açısı kazandırmıştı…

 Hayatta her şey gelebilir insanın başına, kesin olan tek bir şey vardır ki, tüm inançlarınıza, umutlarınıza, beklentilerinize, hüsran ve hayal kırıklıklarınıza rağmen dünya dönmeye devam ediyor ve inancınız bir kez olsun boşa çıktıktan sonra her şeyden vazgeçmek yapılabilecek en basit şey oluyor…

 Siz ne yapardınız bilmiyorum, ama eğer benim sevdiğim insan ansızın ortadan kaybolsaydı ve içimde hala bir şeyler olduğunu hissetseydim, ne olursa olsun onu bulurdum, en azından içimde kalanları söylerdim ve kendi iç huzuruma kavuşurdum….

 Tüm bunları yapabilmek ve yürekten hissedebilmek için göremediğim bir şeye inanmak pahasına, sırf o sevginin varlığı, o sevgilinin yokluğu içimi acıtmasın, beni saplantılı bir varlığa çevirmesin diye, durmaksızın arardım onu….

 Bulduğumda karşıma nasıl ve ne tavırla çıkacağını bilmeden, kalbimdeki inançla, her şeyi göze alarak…

 Çünkü sonunda ne olursa olsun, inancımın ödülünü alacağımı bilirdim ve karşı taraf ne yaparsa yapsın, inancımın verdiği ödül, içimde kalanların dışarıya vurulması ve karşımdaki insanın ne olursa olsun onu sevdiğimi bilmesi bana yeterdi…

 Belki size az şeyle yetinmek gibi görünebilir tüm bunlar, ama ne kadar inanırsanız inanın, sonunda elde edeceğiniz ödül sizin istediğiniz gibi olmayabilir…

 Bir gün taparcasına sevdiğiniz insanın karşısına çıkıp onu ne kadar sevdiğinizi, onun için her şeyi göze alabileceğinizi söylediğinizde size hiç ummadığınız bir şekilde karşılık verebilir…

 Belki içinizdeki inanç hüsran dolu bir hayal kırıklığına, belki de eşi benzeri bulunmayan bir mutluluğa sebep olabilir, ama tam olarak ne olacağını kimse bilmez…

 Charles sevdiği insanı bulacağına inanmasaydı belki de içinde kalan sözlerle, hislerle ve yok olan sevgilisinin hayaliyle günden güne kötüye gidecek, belki de intihar edecekti…

 İnandı ve buldu, ödülünü aldı…

 Belki istediği ödül bu değildi ama hiç değilse içinde kalan tek bir şey olmadı, yapabileceği, söyleyebileceği her şeyi söyledi…

 Sonra yaşamaya devam etti…

 Böyle platonik bir aşkın acısından sonra bile bir “inanç zerreciği” buldu içinde…

 Çünkü bir kere inanıpta hüsrana uğramak, bir daha hiçbir şeye inanmamanız anlamına gelmez, aksine sizi daha çok inanmaya ve kendinize güvenmeye teşvik eder…

 Tabi bu görüş, bakış açısına göre değişir…

 Hayat, öyle mistik, tuhaf, beklenmedik ve farklı kavramlar barındırır ki içinde, yaşayan varlıklar olarak bir şeylere inanmak, bir şeyleri umut etmek ve bir şeyler yapabileceğimize inanmaktan başka bir seçeneğimiz yoktur…

 Her şey istediğimiz gibi olmayabilir, çünkü çoğu şey bizim kontrolümüzde değildir…

 En azından inançlarımızı biz kontrol edebilir, ne olursa olsun sonunda göremediklerimize inanmanın ödülünü kazanmanın mutluluğunu yaşayabiliriz…

 En azından sevgi ve saygımızı biz kontrol edebilir, ne olursa olsun en sonunda ulaşılmaz sandıklarımızı sevmenin ve belki de sevilmenin ayrıcalığını yaşayabiliriz…

 “İnanç, göremediklerinize inanmaktır; bu inancın ödülü ise inandıklarımızı görmektir…”

 Bu ödülün ne olacağını bilmeden, tatlı bir sürprizle mi yoksa sizi yıkmaya yetecek bir hüsranla mı karşılaşacağınızı bilmeden, inancınıza güvenerek yola çıktığınızda, bence kaybedecek fazla bir şeyiniz yoktur, en sonunda kazanacağınız ödül olumlu veya olumsuz da olsa, sizi daha farklı ve güçlü bir insan yapmaya yetecektir…

 Kaynak: “Fransız Teğmenin Kadını” John Fowles, Ayrıntı Yayınları, 2000, İstanbul
 Hatice Mine BAHADIR