YAŞAMDAN DAMLALAR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
YAŞAMDAN DAMLALAR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster


Uşak'ta İstanbul Sineması, açık hava sinemalarının en bakımlısı, en güzeliydi, 70’li yıllarda…Büyük bir sarmaşık, kapalı sinema salonunun bulunduğu binayı tamamiyle sarmıştı…Aralarına konulan, çeşitli renklerdeki lambalar bir yanar, bir sönerdi…Oluşan renk cümbüşü harika bir görüntü sergilerdi…Mavi renkli tahta sandalyeler intizamla dizilmişti…Yerler, toz kaldırmasın diye, film başlamadan önce sulanırdı…İçeri girdiğinizde, sizi yer gösterici karşılar, çoğu ona para vermemek için, iteler, kendi arar bulurdu sandalyesini…Hava durumu çok önemliydi, açık hava sinemalarını işletenler için…Gündüzden akşamki hava durumu, film afişinin yanına asılırdı…”Lütfen dikkat! Bugün hava açık olacak, yağmur yağmayacaktır…Duyurulur…” yazısını okuyan, gönül rahatlığıyla biletini alırdı…Babam, Hülya Koçyiğit’in filmlerini çok severdi…Elinde biletlerle eve geldiğinde, biletleri bana göstererek, bir sağa bir sola sallar, benim sevinç çığlıklarımı duymak isterdi…Annem, her zamanki titizliğiyle hava raporuna inanmaz, şemsiyelerimizi de mutlaka yanımıza alırdı…Çekirdek çitlemek, olmazsa olmazlardandı o zaman…Bakkaldan öncelikle o alınır, annemin özel çantasına yerleştirilirdi…

Biletimizi aldığımız akşam, erkenden akşam yemeğini yedik, son hızla sofrayı toplayıp yola koyulduk…Yürüyerek 10 dakikalık yolumuz vardı…Konuşa konuşa İstanbul Sineması’na ulaştık…Gecenin karanlığında sinema, aydınlatılmış haliyle çok hoş görünüyordu…Biletimiz, girişte ikiye bölündü ve yazlık sinema’nın beyaz büyük perdesinin olduğu, bahçe bölümüne ulaştık…Babam, Uşak’ta tanınan biri olduğu için, selam vererek ilerleyebiliyordu…Bu nedenle yerimize hemen ulaşamıyorduk…Ön sıraları annem hiç sevmezdi; babam bunu bildiği için, bilet alırken orta bölümde olmasına özen gösterirdi…Bazı seyirciler, yerlerini almış, çekirdek çitlemeye başlamışlardı bile…Hemen yerimize oturduk…

Tahta sandalyeler uzun süre oturunca çok rahatsız ederdi…Minder kiralanırdı bu nedenle…Babam minderciye işaret etti ve bir süre sonra rahat minderlerimiz, sandalyelerin üzerinde hazırdı…Yavaş yavaş seyirciler sandalyeleri doldurdu…Sağa sola koşturan çocukların sesi, çok rahatsız ediciydi…Anne-babaların ilgisizliğinden söz etti annem…Doğrusu, çok haklıydı… Ve beklediğimiz an geldi…Işıklar 3 defa yanar sönerdi film başlayacağı zaman….Nihayet film başladı….Bir taraftan film devam ediyor, diğer taraftan da çekirdek çitleme sesleri, kendine has bir melodi oluşturuyordu…Bu arada sivrisinekler de canınızı yakabilirdi…İyi ki o akşam, böyle bir sorun yaşanmadı….

Film arasında kasaların içinde çamlıca gazozları getirildi ve tuzlu çekirdek yiyenler haliyle gazozlara saldırdı…İkinci bölüm kısa bir aradan sonra yeniden başladı…Çok duygusal bir filmdi, o akşam seyrettiğimiz film; ne yazık ki şu an adını anımsayamıyorum…Hıçkırık sesleri başlayınca, çekirdek çitlemeye de ara verildi, zorunlu olarak…Büyük beyaz perdenin arkasında görülen yıldızlara baktım ara sıra…Ne güzel bir tablo oluşturmuştu, yıldızlar ve beyaz perde…Film biter bitmez, sarmaşıklar arasındaki ışıklar yeniden yandı…Seyirciler çıkış kapısına yönelirken, filmin kritiği yapıldı…Mutlu bir şekilde döndük evimize… Güzel günlerdi o günler!

Öğrendiğime göre, İstanbul’da şezlong ve minderli yeni açık hava sinemaları, geçmiş günlerde açık hava sinemaları’nın bizlere yaşattığı hazzı gençlerimize de yaşatmayı amaçlıyor…Ben, şezlong ve minderde hiç film izlemedim…Çok rahattır kuşkusuz…Ama rahatlık mı sadece önemli olan… Hiç sanmıyorum… Tahta sandalyelerin olduğu bizim dönemimizdeki hava gerçekten bir başkaydı …Zaman da mekan da yeni kuşaklar da artık çok farklı…Açık hava sinemaları da tarih oldu ne yazık ki…Eski havasıyla birlikte geri dönmesi de bence mümkün görülmüyor…


Asım ERDOĞAN






Ellerim ceplerimde yürümeyi severim bazen…Rahatlatır beni bu tür yürüyüş…Hele hiçbir şey düşünmek istemediğim anlarda kurtarıcı olur benim için…Aldırmayan, umursamayan bu tavır, yine de düşüncelerden alıkoyamaz beni…Bir kedinin hızla önümden geçişi, çöp varillerinde torbaları didikleyen bir sokak köpeği ilgimi çeker…Yaşamak için mücadele eden her canlı, değerlidir benim için…Hep söylerim dostlarıma!..Bu dünya nimetlerinden, canlıların tümünün yararlanması kadar doğal bir şey olabilir mi?..Nimeti de külfeti de eşit paylaşmak gerekmez mi?..Keklikpınarı kaldırımlarında yürüyüşümü sürdürüyorum…Hüzün dolaşıyor adeta…Herkes evinde olmalı…Tek tük insan görüyorum yanımdan geçen…Hiç telaşlı değiller onlar da…Belli ki aceleleri yok…Aheste yürüyorlar benim gibi…Evlerinde olanların salon ya da oda ışıkları, karanlığı yırtarcasına gözlerime ulaşıyor…

Bir yaşlı teyze de salonda ayaklarını uzatmış, elinde bastonuyla geleni gideni seyrediyor…Perdeler kapatılmamış…Durup ona bakıyorum…Arka fonda evin içinde gezinen aile üyelerini görüyorum…Bir sofra hazırlığı içindeler…Teyzenin yaşam çizgisini merak ediyorum…Kimdir bu teyze?..O yaşa kadar acaba neler yaşadı?..Kaç çocuğu ya da kaç torunu var?..Kimle evlendi?..Mutlu mu mutsuz mu bugüne kadar sürdürdüğü yaşam?..Sayfalar açılsa bir roman çıkar karşımıza…Her insanın yaşamı bir roman aslında…Birbirine hiç benzemeyen dünyadaki insan sayısı kadar roman…İnsanı tanımak, benim için roman okumak kadar hayati…Dinliyor ve öğreniyorum…Dersler çıkarıyor, değerlendiriyorum…

Yalıkavak’ta denizde sabah saatlerinde kızımla birlikte yüzüyoruz…Açılmayı severiz ikimizde…Uzakta olan ve yanımıza yaklaşmaya çalışan bir bayanı fark ettim o an…İyice yakınlaşınca: “Günaydın!..Nasılsınız?..” diye sordum…Gülümseyerek “İyiyim!..” dedi…Kızıma dönerek ”Aman kızım dikkatli ol!..Gerçi baban yanında; ama sen yine de pek açılma!..” uyarısında bulundu…İlgisi hoşuma gitti…Hangi otelde kaldıklarını sordum…Aynı otelde olduğumuzu sevinerek öğrendim…O akşam, gün batımı için otelin şezlonglarına oturduk ailecek…O bayan geldi…Hemen yanımızdaki şezlonga da o oturdu…Gün batarken biz koyu bir sohbete daldık…Ankaralı olduğumuzu söyleyince irkildi…”Ankara mı?..Çok acı anılarım var benim Ankara ile ilgili…” dedi…Başladı anlatmaya: “İki kızım, bir oğlum vardı…Şimdi bir kızım bir oğlum var…İstanbul’da oturuyoruz…Bundan 20 yıl önce kızım Gazi Üniversitesi’ni kazandı ve Ankara’da kayıttan hemen sonra ona bir ev tuttuk…Babaannesi de gönüllü olarak onunla kaldı…Kayınvalidemin bu fedakârlığını hâlâ unutamıyorum…Son sınıfa kadar her şey çok güzeldi…Ben de zaman zaman onları ziyarete gidiyor, bir eksikleri varsa tamamlıyordum…Çok sevilen bir öğrenciydi kızım…Öğretim üyeleri de arkadaşları da ona hayrandı…Pırlanta gibi bir insandı…Sosyal ve sevecen bir yapısı hemen dikkat çekiyordu…16 yıl önce bir motosiklet kazasında kaybettik kızımı…” Ağlamaya başladı…Eşim de gözyaşlarıyla ona eşlik etti…Benim içim de öyle bir burkuldu ki gözyaşlarıma hakim olamadım, bırakıverdim yanaklarıma…Hızla döküldüler…Üçümüz de ağlıyorduk…

Hemen atıldı…”Sizi üzmek değildi maksadım…Benzetmek gibi olmasın; ama tam kızınızın yaşındaydı…Mezuniyetine bir hafta kalmıştı…Mezuniyet törenini göremedi ne yazık ki…Tabi biz de göremedik…Oysa ne kadar çok istiyordum, onun mezuniyetini görebilmeyi…Arkadaşıyla bir motor gezisi yaparken sarhoş bir sürücünün kurbanı oldular… Kırmızı ışıkta geçmiş ve motora hızla çarpmış, sarhoş sürücünün otomobili…Motoru kullanan arkadaşını da kaybettik ne yazık ki…Yıkıldım adeta!. İnanamadım…”Olamaz!..Olamaz!..” diye haykırdım…Eşim çok rahatsızlandı bu ölüm olayından sonra, çok yıprandı…Kayınvalidem de bu acıya fazla dayanamadı ve iki ay sonra vefat etti… Acımız öyle büyük ki…Ne zaman kızım yaşında birini görsem aklıma geliyor onun zamansız ölümü…Bir torunumuz var…Şimdi bizim her şeyimiz o!..” Gün battı…Yalıkavak öyle bir kızıllığa büründü ki…Eşlik etti sanki bu acıya…O kızıllıkta bir insanda bir roman okuduk biz aslında…Sayfalar dolusu roman…

Hayatımız bir roman hepimizin!..Sayfaları nasıl doldurduğumuz ancak roman kapağı açılınca anlaşılıyor…Kapakları kapalı duran açılmayı bekleyen o kadar çok roman var ki…


Asım ERDOĞAN




Bazı insanların yüreklerinde ne yazık ki sevginin kırıntısına rastlayamazsınız…Gaddar, acımasız, hain olurlar…Bir insan nasıl yapabilir bu caniliği?..İnanamazsınız…Hayret edersiniz…Söyleyin lütfen!..Öldürdüğü kişinin etini pişirip yiyenleri, elektrikli testere ile cesedi salam gibi dilimleyenleri, katliam yapanları, bomba koyup masum insanları parça parça edenleri, insanları dolandıranları, hırsızları, soysuzları, sahte içkiyi bile bile piyasaya sürenleri vb…affedebilir miyiz?…Kimse affetmemizi beklemesin…Çünkü Şeytan’ın ortakları onlar…Acımasızlar…İnsan kılığında dolaşan taş yürekliler…”Efendim onlar hasta ruhludur, anlamamız gerekir…Psikolojik tedaviye ihtiyaçları var bu kişilerin…Destek olunmalı…” diyenler haklılar, biliyorum; ama ben yine de masum insanların perspektifinden değerlendirmeler yapmayı yeğliyorum…Yazık değil mi onlara?..

Bir otomobilin ön tekerine ezileceğini bile bile bebeğini koyan anne, gerekçesi ne olursa olsun, bağışlanabilir mi?..Bilge Köyü katliamını yapan kişiler insanım diye aramızda dolaşabilir mi?..Sivas’ta Madımak Oteli’ni ateşe verip aydınları diri diri yakan yobazlara sevgi ile bakılabilir mi?..Sevgi öyle bir güçtür ki yakışan yüreklerde asil durur…Taşlaşmış yüreklerden def edilen sevginin yerini alan kin ve nefret, teslim alır o yüreğin sahibini…Kullanır da kullanır…Şeytanın ortağı, masum insanları perişan eder…Sevgi dolu yüreklere dolu dizgin saldırır…Çoğunlukla savunmasızdır yüreğinde insan sevgisi olanlar…Beklemezler, ummazlar… Kucak açarlar her sahte sevgi tuzağına…Şeytan’ın ortaklarına yem olurlar…

Şiddet içeren hiçbir filmi sevmem…Kan akıtan insanların nefret dolu yüzlerine bakamam…Masum insanların haykırışlarına dayanamam… Bilirim bu filmlerin gerçek hayattan kesitler verdiğini; ama yine de kabullenemem…Bir çocuğun saçlarını sevgiyle okşayan bir kişi benim yüreğimde yer alır, o çocuğa cinsel tacizde bulunan bir sapık değil…Anlaşamadığı eşiyle medenice boşanan bir kişi benim yüreğimde yer alır, boşanmak isteyen eşini sokak ortasında bıçaklayan bir cani değil…Yaşlılara yardım eden temiz yürekli bir kişi benim yüreğimde yer alır, onun tek geçim kaynağı emekli maaşını elinden alan insafsız bir hırsız değil…Anne ve babasına yüksünmeden bakan ve bundan manevi bir haz alan bir kişi benim yüreğimde yer alır, felçli babasını hastane kapısına bırakıp yurt dışına kaçan hayırsız bir evlat değil…

Acımasız insanlar, küçümseyerek bakarlar, yüreği sevgi dolu insanlara…Sevgi de neymiş onlar için…Acımasız olmayı, gaddar olmayı önerirler herkese…”Kardeşim dünya acımasız…Sen de acımasız olacaksın…Yakıp yıkacaksın ortalığı…Karşı mı çıktı vur gitsin!..” görüşü hakimdir bu tip kişilerde…”Ya benimsin, ya da hiç kimsenin!..” saçmalığına kaptırmışlardır benliklerini…Zorbalık geçer akçedir onlar için…Karısını savunmasını bile almadan öldüren onlardır…Anne ve babasını tanımayan, azarlayan, şiddete baş vurup yaralayan ya da öldüren onlardır…Hırsızlık ve dolandırıcılığı normal karşılayan onlardır…Sokaktaki savunmasız hayvanlara işkence eden onlardır…Onlar, Şeytan’ın ortaklarıdır…

Geçen Cuma günü komşumuz olan bir yaşlı kişi, Cuma namazından çıktıktan sonra evine doğru yola çıkar…Tam o esnada 3 kişi etrafını sarar ve bir tanesi “Amca biz kurban kestik…Herkese dağıtıyoruz…Bu ellerimizdeki torbalar kurban eti ile dolu…Biz sana eşlik edelim…Evine ulaştığımızda bu torbalardan sana da verelim…” der…Birlikte yola koyulurlar…Eve gelince torbaları bırakırlar ve yaşlı amcanın hayır duasını alıp ayrılırlar…Amca torbaları alır; içini boşaltmak için baktığında torbanın içinde et olmadığını görür…Çaputlar doludur torbada…” Dolandırıldığını anlar…Cüzdanını yoklar o da yoktur…Kahrolur…Şeytan’ın ortakları, yaşlı adama ve o gün seçtikleri diğer kişilere yapacağını yapmıştır…Vicdan yoktur onlarda…Allah korkusu yoktur…

Şeytan’ın ortakları sevginin en büyük düşmanıdır…Kemirici ve yok edicidirler…Onlara karşı daima uyanık olmak ve uyanık kalmak zorundayız…


Asım ERDOĞAN





Nilgün Atar, Gazeteci Ayşe Arman’a anlatıyor:”Eşimle 30 yıllık çok mutlu, uyumlu sevgi dolu bir birlikteliğimiz vardı…Vardı diyorum; çünkü artık yok…Bir Bayram sabahı, her zamanki gibi ”Günaydın!..Haydi kalkalım, artık…” dediğimde cevap gelmedi…Dürttüm…”Hadi ama…” yine ses yok…Birden doğruldum…Nefes almıyordu…Gözleri hülyalı ve yarı kapalı…Güzel bir şeye bakarmış gibi gülümsüyordu…Ellerini göğsünde birleştirmiş, ayakları dümdüz ve üzerindeki pikede bir tek kırışıklık bile yoktu…Sarstım…Şaka mıydı?..Dün hep beraber güle oynaya, çoluk çocuk, neşeli bir akşam yemeği yemiş, sohbetler etmiştik…Böyle apansız, durduk yerde neydi bu başımıza gelen?..O anı anlatabilmem mümkün değil…Dünya ayaklarımın altından çekildi…Dudaklarına eğildim, buz gibiydi…Nefesimi üfledim bedenine, belki nefesimle yeniden canlanır diye…Hiçbir şey olmadı…Uykuda kalp krizi bizi bulmuştu…Kıpırtısız, ne olduğunu bile anlamadan dünya değiştirdi sevgilim…Hem de yanımda mışıl mışıl uyurken…9 Eylül 2010’dan bu yana hâlâ alışamadım yokluğuna…Çünkü biz ruh ikiziydik onunla…” Eşi Ferit Hikmet’in ölümüyle ilgili, insanın yüreğini burkan gerçek bir olaya dayanıyor bu anlatılanlar...

Bu gerçek olay, beni doğrusu çok etkiledi…Empati kurarak Nilgün Atar’ın hissettiklerini anlamaya çalıştım…İsterseniz bir an, bu vahim olayı birlikte değerlendirmeye alalım ve düşünelim…Çok sevdiğiniz eşiniz yanınızda uyurken kalp krizi geçiriyor ve sizin bundan haberiniz yok…Sabahleyin her şey bitmiş ve siz ne yazık ki eşinize hiç bir şey yapamıyor ve büyük bir şok yaşıyorsunuz…Yaşanan bu büyük acıyı anlatacak sözcük bulabilmek gerçekten zor…Kabul edelim ki sözcüklerin aciz kaldığı nadir durumlardan biri bu istenmeyen an…Kimsenin başına gelmesini istemediğim çok zor bir durum…Her şey boş diyorsunuz o anda…Yarı yerinden bölünmüş bir hayat…Yarı yerinden bölünmüş bir mutluluk…Anılardan başka elde kalan hiçbir şey yok…Birlikte yaşanacak gelecek yok…Çıldırmaya az kaldı denilecek bir an…Dün ile bugün arasına çekilen sanal dikenli bir tel…Yüreği acıtan yer yer kanatan pıtıraklı dikenli bir tel…Sevginizin, aşkınızın yıkılan bir barajın suları gibi gürül gürül boşaldığı an…Çaresizliğin, yalnızlığın, acının, hüsranın doruk noktasına ulaştığı an…

Sevdiklerimizi kaybettiğimiz anda anlıyoruz ki onlar bin yıl yaşamayacaklar; ama ne yazık ki biz bin yaşayacaklar gibi davranıyoruz…Zaman zaman onları kırıyor ve üzüyoruz…Oysa, bir nefes uzakta ölüm, hepimizi bekliyor…Unutuyoruz bu değişmez gerçeği…Yaşadığımız her güzel an aslında kârımız bizim…Öyleyse niye karartıyoruz sevecen ruhları?..Niye solduruyoruz gülen yüzleri?..Öyle ya, sevdiğimizi alıp gidince mi göreceğiz ölümün soğuk yüzünü?..Bakın sevdiklerinizin o güzel yüzüne…Sarılın doyasıya…Tutun ellerini…Yüreğinizi yüreğiyle birleştirin…Zaman su gibi akıp geçiyor…Yarına ertelemeyin isteklerinizi…Bir alıştınız mı ertelemeye, vazgeçemezsiniz, çünkü…”Bugün olmasın yarın olsun!..” önemsiz gibi görülen duraksamalardır…Sevdiğimiz ve kendimiz için bugünü yaşamalıyız doyasıya…Yarın çok geç olabilir…

Ruh ikizi ne demek çok iyi bilirim…Ben de eşimle ruh ikiziyim…Aynı şeyleri düşünmek, aynı şeylerden hoşlanmak, hoş bir duygu…Ruh ikizini kaybetmek de o ölçüde üzücü ve yıpratıcı…Birdenbire yapayalnız kalıyorsunuz ruh ikizinizle birlikte nefes alıp verdiğiniz bu fani dünyada…Ölümün acısı çöküyor onun yüreğini içine aldığınız yüreğinizde…Ben şimdiden bu acının büyüklüğünü hissediyorum…O nedenle de eşimi elimden geldiği kadar üzmemeye özen gösteriyorum…Onun da aynı özeni benim için gösterdiğine inanıyorum…Yaşarken sevdiğinin değerini bilmek o kadar önemli ki…Sonradan yükselen pişmanlık nidalarının kime ne yararı var?..

Sevdiğiniz bugün yanı başınızda…Yarın yanınızda olacağının ya da sizin onun yanında olacağınızın garantisi var mı?..Elbette yok…O halde, her günün yeni bir güne, her yeni günün de bilinmezlere gebe olduğunu asla unutmayınız…


Asım ERDOĞAN





Sabahın erken saatleri…Gün henüz ağarıyor…Hoş bir loşluk kaplamış her yeri…Sessizce yatağımdan kalktım…Ev içi adımlarıma dikkat ederek balkona çıktım…Balkonumuz camla kaplı…Pencereyi açtım ve derin derin soludum havayı…Dışarıda in cin top oynuyor, kimseler yok…Oradan oraya uçuşan kuşların cıvıltısından başka herhangi bir ses de duyulmuyor…Binalar taş yığını gibi…İnsanlar uykuda…Bahçe dingin…Çiçekler arasında olmak istedim birden…Onları okşamak, koklamak geldi içimden…Yumuşak adımlarla çıkış kapısına doğru ilerledim…Eşim ve kızım da uykuda…Onları uyandırmadan sessizce süzüldüm dışarı…Apartman kapısı her zaman sesli kapanır…Bunu bildiğim için usulca kapattım kapıyı…Bahçe beni bekliyordu…Adımlarımı attıkça sabahın serinliği yüzümü okşuyordu adeta…Bahçenin tam ortasında durdum…Ne kadar güzel görünüyordu çiçekler…Çimlere basa basa dolaştım bahçeyi…Doğa ile baş başaydım…Huzur doldurdu oluk oluk yüreğimi…Yaşıyordum, sağlıklıydım ve mutluydum…

Yaşama sevinci yaşam kalitesine de bağlı kuşkusuz…Geçim sıkıntısı içinde olan ya da herhangi bir sağlık sorunu yaşayan bir insanın bahçenin ortasında benim duyduğum huzuru duyması ya da aynı keyfi alması beklenemez…Ama sağlıklı ve ekonomik sıkıntısı olmadığı halde mutsuz olan o kadar çok kişi var ki…Özellikle sözüm onlara…Ne istiyorsunuz?..Niçin bu hayatı kendinize zindan ediyorsunuz?..Yazık değil mi size, ailenize ve yakın dostlarınıza?..Yakınınızdaki bir moral bozukluğunun domino taşı gibi sizi de etkileyeceğini niçin hesaba katmıyorsunuz?..Unutmayın!..Siz sevgi dolu iseniz enerjinizle ihya olur sevdikleriniz…Hep taktir etmişimdir bu tür insanları…Onların hiç mi sorunları yok?..Elbette var; ama yaşama sevinci ile dolu yürekleri, sorunlarını çözmede en büyük katkıyı sağlıyor onlara…

Öğretmenliğe yeni başladığım yıllarda, okuldaki öğretmen arkadaşlarım, daha önce aynı okuldan emekli olmuş öğretmen çiftin evlerine konuk olacaklarını söylediler…Emekli öğretmenlerden biri Türkçe öğretmeniydi…Deneyimlerinden yararlanırım düşüncesiyle ben de katılmak istedim…Olumlu yanıt aldım ve hep beraber Cebeci’de bir teras katında oturan çifti ziyarete gittik…Çiçeklerle donatılmış teras balkonuna aldılar bizi…Öyle güzeldi ki atmosfer…Hayran kaldım…Öteden beri teras katlarını sevmişimdir…Çünkü bahçe ihtiyacınızı da giderebiliyorsunuz geniş balkonunda…Manzara da genelde güzel olur bu katlarda…Sohbet ilerledi ve Hulusi öğretmen benim Türkçe öğretmeni olduğumu öğrenince çalışma odasına götürdü beni…Odanın dört bir yanı kitaplarla çevriliydi…Bir kenarda duran küçük bir masa ve onun üzerinde daktilo makinesi vardı…Kitaplarına göz gezdirdim…Bütün klasik romanlar, İngiliz edebiyatı, Rus edebiyatı, Fransız edebiyatı vb…şeklinde tasnif edilmişti…Yazarlardan konuştuk…Romanlardan konuştuk…Beni çok mutlu eden sohbetin bir yerinde yaşama sevincinden söz etti Hulusi öğretmen!..Yaşama sevincini yok ettiği annesinden söz etti uzun uzun…Gözleri buğulandı…

Hulusi öğretmen, evlenmeden önce, henüz üniversitede okurken annesiyle tartışmış ve evi terk etmiş…Zaten kalp hastası olan annesi, ayrılık acısına fazla dayanamamış ve vefat etmiş…Hulusi öğretmen cenazeye de gitmemiş, mezarının nerede olduğunu bile öğrenmemiş…Yalnız kalan babası, kısa bir süre sonra yeniden evlenmiş…Durum böyle olunca, artık baba evine hiç uğramamış Hulusi öğretmen!..Günün birinde bir mektup gelmiş Hulusi öğretmene…Annesi tarafından yazılmış bir mektup…Babası ona göndermiş bu mektubu…Mektupta yazılanları okudukça ağlamış Hulusi öğretmen!..Yüreği dağlanmış…”Ne vardı mektupta?” diye sordum, Hulusi öğretmene…Mektubu sakladığı kutudan çıkardı ve bana uzattı… “Yüksek sesle oku!..”dedi…Şunlar yazılıydı mektupta:“Sevgili yavrum!..Artık dayanamıyorum senin yokluğuna…Kahroluyorum…Sen benim yaşam kaynağımdın…Yaşama sevincimdin…Gittin ve ben de yitirdim içimdeki bu sevinci…Öleceğimi hissediyorum…Bu mektubu da sana ölmeden önce son defa yazıyorum…Mutlu ol yavrum!..” Mektupta kurumuş göz yaşlarının izleri de vardı…Üzüldüm ve usulca masaya bıraktım mektubu…Hulusi öğretmen, annesinin yaşama sevincini söndürmüş ve bir anlamda ölümüne neden olmuştu…Vicdan azabı kıvrandırıyordu onu…Pişmandı; ama o anda yapabileceği hiçbir şey de yoktu…

Yaşama sevincinizi yüreğinizden eksiltmeyiniz…Kim bilir belki de siz, sizi çok seven bir kişinin yaşama sevincisinizdir…



Asım ERDOĞAN




Her canlının küçüğü sevilir der büyüklerimiz…Haklıdırlar…Öyle ya!.. Bir bebek gördüğümüzde, yüzümüzde bir tebessüm oluşmaz mı, hoş bir duygunun yüreğimizi kapladığını hissetmez miyiz?…Elbette evet!..Kedi yavrusu, köpek yavrusu, panda yavrusu hatta bir fil yavrusu bile çok sevimli gelir bizlere…Okşamak, öpmek, dokunmak isteriz onlara…Kucağımıza aldığımız anda duyduğumuz huzur anlatılamaz…Bir kedi ya da köpek yavrusuyla fotoğraf çektiren kişilerin yüzlerindeki mutluluğu, izleyiniz…Hepsi bir klişeden çıkmış gibi, huzur yansıtır…Tebessümleri size de yansır…Aynı huzuru hissedersiniz siz de…Bir bebekten farkı yoktur, masum kedi, köpek ya da ayı yavrusunun…Bu dünyaya geldiklerine göre yaşama hakkını da elde etmişlerdir…Korunmalıdır, yaşama haklarına saygı gösterilmelidir o minik canların!..

Cami avlusuna bırakılmış bebekler gibi annesinin bir nedenle terk ettiği kedi yavruları ya da başka yavrular da hüzün verir bana…Bu dünyaya geldiği andan itibaren şansızlıkları, anne korumasından mahrum kalmaları, o sıcaklığı yaşayamamaları çok büyük bir kayıptır o minik canlar için…Hiçbir kucak, anne kadar sıcak, hiçbir süt, anne sütü kadar kaliteli, hiçbir koruma anne kadar güçlü değildir…Olamaz da… Annenin verdiğini verebilen yoktur…Süt anneler kurtarır yalnız kalmış yavruları… Benim annem de bir süt annedir…Gururla anlatır o günleri…Ben de iftihar ederim onun süt anneliğiyle… Çok saygındır benim gözümde süt anneleri…

Çocukluğumda sokak kedilerine yapılan işkenceler çok üzerdi beni…Kedilerin kuyruğuna tenekeler bağlanır…Kedi koştukça çıkardığı tangur tungur seslere kahkahalarla gülerdi arkadaşlarım…Zavallı kedi, çıkan sesten ve kuyruğuna bağlı ağırlıktan rahatsız olur, kurtulabilmek için büyük çaba harcardı…Hatta yaralandığı da olurdu, bu çabası sırasında…Yavrular da oyuncak gibi elden ele dolaşır…Severken eziyet edilirdi…Sağlıklı kalabilen yavruların sayısı da çok az olurdu…Hayvan sevgisi olmayan çocuklar yetişti bu dönemde… Nedendir bilinmez, büyüklerden de arkadaşlarıma ayıptır, yapmayın diyenler de çok az olurdu… Oysa bazı evlerde kediler baş köşede yer alır, sevilir, çok değer verilirdi…Ev kedisi, sokak kedisi ayırımından büyük rahatsızlık duyardım… Can aynı candı benim için…Hele hele minik canlar…Kıyamazdım onlara…

Civcivleri seversiniz değil mi?..Kim sevmez ki…Bugünlerde pazarlarda karton kutuların içinde çocuklar oynasın, eğlensin diye teşhir edilen civcivler için üzülmüyor musunuz?...Birer tane ikişer tane alınıp evlere götürülen bu sevimli minik canlar, çocukların canlı oyuncağı olduktan sonra ölmekte, zaten kısa olan ömürleri başlamadan bitmektedir…Yazık değil mi?..Hele hele rengarenk boyanan civcivlerin satışa sunulması kahrediyor beni…Bu civcivleri gösterip annesine ya da babasına alması için yalvaran çocuklara hiç kızmıyorum…Onlar oyuncak gibi gördükleri bu minik canları sevmek istiyorlar…Ama onların bakılamayacağını, ev koşullarında büyütülemeyeceğini bilmiyorlar…Onlara bunu münasip bir dille anlatabilen aile büyükleri de ne yazık ki yok…Minik canlar bir bir yok oluyor bu nedenle…

Bizim bir sokak kedimiz var… Asil duruşlu bu kedimiz 3 yıldır doğum yapıyor, minik canlar sunuyor bize…Onlara yiyecek ve su veriyoruz…Yaşamaları için mücadele ediyoruz…O kadar sevimli oluyor ki yavrular…Arka bahçemiz, onların oyun alanı adeta…Koşturuyorlar…Ağaçlara tırmanıyorlar…Bu harikulâde manzarayı biz de balkondan izliyoruz…Karınları doyduğu için çok da mutlular…Ancak, bir süre sonra görünmez oluyor bu sevimli yavrular…Beğenilenler çalınıyor, bazıları da ne yazık ki çeşitli nedenlerle yaşamlarını yitiriyor…Onları tekrar görememek çok üzüyor biz apartman sakinlerini…Bu yıl yine doğum yaptı, bizim kedimiz…Minik canların bir tanesini görebildik dün…Daha çok küçük…Zor yürüyor…Annenin ağzıyla alıp beslediği yere götürdüğü bu can ya da canlar, yakında yine bahçemizi şenlendirecekler diye çok seviniyor ve mutlu oluyorum…

Çok seviyorum minik canları!..Hem de çok…Ya siz?...


Asım ERDOĞAN



Kışın yorgunluğunu, stresini atarız kısa gezilerde…Hizmeti kusurlu bir otele gitmediyseniz, dinleneceğim derken daha fazla yorulmadıysanız, maddi bakımdan sıkıntıya düşmediyseniz, çocuğunuz ya da çocuklarınız huysuzluk edip başınızı şişirmediyse, kaba gürültü içinde kalmadıysanız, güneş altında çok fazla kalıp kavrulmadıysanız ya da yağmurda kalıp ıslanmadıysanız, yolculuk esnasında sıkılmadıysanız, seyahat acentesi ile gittiğinizde geveze bir rehbere düşmediyseniz stres atmak için bire birdir kısa geziler…Aksi takdirde, daha çok stres yükleyip dönersiniz evinize…

Kısa geziler, değişik atmosfer ve değişik çevre, farklı insan ilişkileri demektir…Doğa, tüm güzelliklerini sergiler; tabi siz onu görmek isterseniz…Sadece deniz değildir elbette gezi; ama deniz kenarında oturmak ve balıkla birlikte rakı içmek keyfini de yadsıyamazsınız…Denizi seyretmek, dalgaların sesini dinlemek bile yeterlidir stres atmaya…Hele tekne turları, pırıl pırıl denizde teknenin oluşturduğu dalgaları izlemek harika bir duygudur…Yine denizden gün batımını ve gün doğumunu seyretmek, olağan üstüdür…Tüm yorgunluğunuzun toprağa akıp gittiğini hissedersiniz…Yelkenli gemilerin geçişi, tabloya ayrı bir renk katar…Ağır ağır ilerlerken yelkenliler, bir şarkı söylemek gelir içinizden; sevda üzerine, ayrılık üzerine…

Dağda taşta, ormanda yürümek, bir dağ evinde uyumak ve kuş sesleriyle uyanmak, şelaleler ve derelerin gürül gürül ve şırıl şırıl akan sularının oluşturduğu melodiyi dinlemek de gezinizin mutlu geçmesine neden olur…Severim, gizemli gezileri…Kır çiçeklerini, meleyen kuzuları, otlamaya çıkmış inekleri, buzağıları büyük bir zevk alarak izlerim…Çoban görürsem, sohbet ederim; öğrenmek isterim ailevi durumunu…Okula gidip gitmediğini merak ederim…Köylüler, o canım köylüler, ne kadar cana yakındır…Doğal insanları severim…Saklısı gizlisi yoktur onların…Dobra dobra söylerler söyleyeceklerini…Anadolu insanı merttir, vatanına bağlıdır, milletini sever…Güneşten yanık tenleri, kırış kırış olmuş ciltleri, çalışkanlıklarının karnesidir adeta…Evlerine gelen herkesi Tanrı misafiri kabul eden insan sevgisi dolu yürekleri, her türlü taktirin üzerindedir…Selam olsun, bu çalışkan ve fedakar dostlarımıza…

Ülkemiz cennet gibi…Dağıyla taşıyla, tozuyla toprağıyla, ağacıyla kurduyla, deniziyle gölüyle, ovasıyla bayırıyla başka ülkelere benzemeyen zenginliklere sahip…Yeterince farkında değiliz biz bu nimetlerin…Üç tarafı denizlerle çevrili, iki kıtayı birleştiren kıyılarıyla estetik bir harita görüntüsü oluşturan ülkemiz, doğal, yer üstü ve yer altı zenginlikleriyle dünyanın gözdesi…Onun için yabancılar ülkemizden ellerini çekmiyorlar…Onun için bizim birliğimizi ve dirliğimizi bozup dünyanın en mamur ülkesi olmamızı engelliyorlar…Hâlâ uykudayız, ne yazık ki…Bölük pörçük olup taş atıyoruz birbirimize, onların ekmeğine yağ sürdüğümüzün farkına bile varmayarak…Ben, kardeşlik türküsünü bağıra bağıra söylemeye devam edeceğim…Sesimin yettiği kadar…Ülkemin aydınlık günlere ulaşması, parçalanarak, bölünerek değil, bütünleşerek, kaynaşarak olacaktır…Sonunda mutlaka kardeşliğin ve dostluğun kazanacağına inanıyorum…Kin ve nefret bizim yüreklerimizde misafirdir, göreceksiniz, ağırlanıp uğurlanacakları günler de yakındır…

Kısa geziler harika oluyor bu mevsimde…Amasra’da balık ve salata, Abant’ta yeni uyanan harika doğa, Safranbolu’da çarşı ve restorasyonu yapılmış evler, Beypazarı’nda özel yemekler, Kapadokya’da Peri bacaları, Şile, Ağva ve Pertek’te büyülü atmosfer, Sinop Erfelek’te bir dizi şelale sizi bekliyor olacak…Karadenizin müstesna yaylaları da sizi kucaklamaya hazır...Sarın sarmalayın doğayı…Koşun, zıplayın, top oynayın…Tüm olumsuzlukları atın toprağa…

Doğanın uykuya hazırlandığı bu günlerde kısa geziler hiç fena olmaz…Öyle değil mi sevgili dostlar!..

Ne dersiniz?..Tabi maddi olanaklarınız buna uygunsa…


Asım ERDOĞAN





Gezi Parkı eylemi, ağacı, suyu, toprağı seven doğaya değer veren gençlerin başlattığı bir eylem…Çadır kurdular parkın içinde…Gitar çaldılar, şarkı söylediler…Demokratik haklarını kullandılar…Yıllara meydan okuyan ağaçların gölgesinde her gece olduğu gibi uykuya daldılar küçücük çadırlarında…Sabahın köründe polisler acımasızca saldırdılar o gençlere… Silahları yoktu, amaçları sadece o ağaçları korumaktı çadırın içindeki gençlerin…Ama onları dinlemediler hiç, şiddet uyguladılar…Çadırlarını yaktılar…Sandılar ki korkutacaklar, sindirecekler…Parktan da def edecekler…Öyle olmadı…Halk hiçbir örgütün başaramayacağı bir yaklaşım göstererek, bu masum gençlere sahip çıktı…Günlerce direndi…Polisin acımasız davranmasıyla olaylar çığ gibi büyüdü…Gezi Parkı nefes alan, yok edilemeyeceğini haykıran, bir sembol oldu günlerce süren direniş boyunca…

Polis orantısız güç uygulayınca, o kalabalığın içine marjinal gruplar da karıştı…Herkes biber gazının etkisiyle sağa sola savrulurken, onlar da boş durmadılar, kamu mallarına zarar verdiler, yaktılar yıktılar…İyi niyetli insanlar asla tasvip etmediler bu davranışı…Engel olamadılar, isteseler de güçleri yetmedi onların saldırılarını önlemeye…Marjinal gruplara kimse uymadı, yakıp yıkma olaylarına halktan kimse dahil olmadı…Polis, öyle bir saldırdı ki kalabalığın üzerine…Bunu televizyonda izleyen, fotoğrafları sosyal medyada gören pek çok kişi de halk hareketine katıldı…Büyüdü, büyüdü…Yurdun
dört bir tarafını sardı…

Başbakan, kendisine muhalif olan bu kesime hoş görülü davranmadı…Tersine olayın üzerine üzerine gitti, “zavallılar”, teröristler”, “”çapulcular” gibi sıfatlar kullanarak halkı tahrik etti…Zaten kızgın ve kırgın olan insanlar, daha da hırslanarak eylemin dojazını artırdı…%50’yi zor tutuyorum tehdidini savurdu Başbakan…Bu tehdit bir faciaydı, halkı birbirine kırdırmak mı istiyorsun, eleştirisini aldı…Oysa, o %50 nin içinde de Gezi Parkı’nın yok edilmemesini isteyen insanlar vardı…Bu eylem sırasında ölenler de oldu…Zaten olayı dramatik hale getiren de bu ölümler oldu…Gencecik vücutlar, orantısız güç gösterisinin kurbanı oldular…Ohh iyi olsun diyen vicdansızlar için ne söylenebilirim inanın bilmiyorum... Siyasetin at gözlüğü, insanların vicdanlarını da karartabiliyor ne yazık ki …

Başbakan evinin dekorasyonunu istediği gibi şekillendirebilir…Bu onun en doğal hakkıdır…Ancak, halkın ortak kullanımına açık alanlarda istediğini yapamaz, yapmamalı…Onların söylediklerine de kulak vermek zorunda hissetmeli kendisini…O, “Bana %50 yetki verdi ben istediğimi yaparım…” diyor, onların içinden de Gezi Parkı’nın yok edilmesini istemeyen seçmen kitlesinin olduğunu hiç düşünmüyor…Seçmenler de yüksek sesle itirazlarını seslendiremiyor…Korkuyorlar... Eleştiriye kapalı olduğunu bildikleri için kızdırmak istemiyorlar Başbakanı…

Şimdi AKP’ye oy vermiş sessiz kesime sesleniyorum: Lütfen Gezi Parkı eylemine destek verin…Yeşile sahip çıkın!..Parti yetkililerini uyarın…Yıllara meydan okumuş o güzelim ağaçların yok edilmesini engelleyin…Üç-beş ağaç için her tarafı yaktılar, yıktılar, camiye ayakkabılarıyla girdiler, içki içtiler, her tarafı pislik içinde bıraktılar, diye eylemi, karşı eyleme dönüştürmek isteyenlere kulak vermeyin…Çünkü, yakanlar, yıkanlar çevreciler değil, daha önce de belirttiğim gibi kalabalığın arasına karışan marjinal gruplardı… Bunu herkes biliyor…Biber gazının kargaşasında ne yazık ki eylemi amacından saptırmak istedi bu gruplar…Ancak iyi niyetli eylemcilerin onları yalnız bırakmasıyla amaçlarına ulaşamadılar…Camiye ise emin bir yer düşüncesiyle biber gazından kaçanlar sığındı…Saygısızlık yapmak kimsenin aklının ucundan bile geçmedi…

Hepimiz bir ağacın gölgesini ararız sıcaklarda…O gölgeler klimalara benzemez…Dokunmaz insana…Rahatlık ve huzur verir…Taksim’in göbeğinde o ulu ağaçlar da öyledir…Ağaçların dili yok ki konuşsun…Yapmayın, etmeyin, kıymayın bizlere diyebilsin…Vicdanı olanlar duyarlar bu sesi…Haykırdıklarını hissederler…Hatta göz yaşlarının bile farkına varırlar…Yüreklerine ılık ılık akar o göz yaşları verdikleri oksijenle birlikte…

Başbakan bu proje çok güzel diyor, başka bir şey demiyor…Geri adım atmayı yenilgi kabul ediyor…Yenil be ne olur sanki…Ağaçlar kurtulacak…Gezi Parkı kurtulacak…Değmez mi?..

Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Hiç bir müslüman yoktur ki, o, ağaç diksin yahut ekin eksin ve mahsûlünden insan, kuş, kurt yesin de kendisi bundan istifade etmiş olmasın. Elbette o müslüman da diktiğiyle, ektiğiyle sevap alır. " (Tecrid-i Sarih Trc. VII, 121)

Atatürk diyor ki:” “Çabuk bana yeni bir din bul… Ağaç dini… Bir din ki, ibadeti ağaç dikmek olsun...”


Asım ERDOĞAN




Yalan Dünya dizisinde herkesin sevgilisi oluveren Vasfiye Teyze, bam telimize dokundu adeta…”Ne çektin be!..Ne yapacan mecbuuur!..” sözleri ile Vasfiye Teyze yaşamımızdaki ortak derdi dile getirdi…Her yere her şeye uygulanır oldu bu sözler…Sloganlaştı…Nedeni çok basit…Evet, hepimiz çok çektik…Çekmeye de devam ediyoruz…En zengin aileler de bile aile reisinin, neler çektim ben bu serveti oluştururken, yakınmasını duyarsınız…Fakir ailelerin ise her ferdi her zaman dik durmak zorundadır…Bir mücadeledir yaşam…Hepimiz yaşarız bu mücadeleyi…Çırpınırız yaşama tutunabilmek için…Biliriz ki tutunamazsak yaşama, ayakta duramayız…Sendeler, yıkılırız…

Çok çektik gerçekten…Kimimiz bir çorbaya bile muhtaç olduk zaman zaman…Annem anlatır bana… Evlendikten bir süre sonra ayrı eve çıkmak zorunda kalmışlar…Hiç eşyaları yokmuş yeni evlerinde…İlk gün yiyecekleri bile olmamış…Bir komşu fark etmiş garipliklerini…Kapılarını çalmış…Tepsi içinde iki kase çorba ve ekmek vermiş annemle babama…Hiç unutmam o günü ve o anı der annem…”O çorba uğurlu geldi bize…Ertesi gün, babanın maaşının artmasına neden olan yeni ek gelir imkanı doğdu ve o sayede toparladık kendimizi…Ve sıkıntı yaşasak da çoğu zaman, bugünlere geldik…Sizleri yetiştirdik ve yaşama tutunmanızı sağladık çok şükür…” Doğru, yaşama tutunduk…Ama biz de çektik sıkıntılar…Eşimle kenetlendik ve atlattık…Hâlâ bir mücadelenin içindeyiz…Dimdik ve kararlı…Çekmeyen var mıdır?..Hiç sanmıyorum…

Yazının giriş bölümünü okurken, büyük bir olasılıkla, içinizden ama belki de yüksek sesle “Ben de çok çektim…Ne mücadeleler verdim bir bilseniz!..” diyorsunuzdur…Çünkü ne zaman böyle bir konu açılsa, hemen biz de ileri atılır, neler çektiğimizi sıralamaya başlarız…Kimimiz iş bulamamıştır, kimimiz işinden atılmıştır, kimimiz iflas etmiştir, kimimizin hastalık yakasına yapışmıştır, kimimiz evladından, kimimiz gelininden, kimimiz kaynanasından eza cefa görmüştür… Kimimizin eşi sarhoş, kimimizin eşi vefasızdır…Kimimizin o kadar çok derdi vardır ki ahtapotun kolları gibi vücudun her yerini sarmıştır…Vasfiye Teyze’nin sözlerinin bu derece tutmasının ana nedeni de budur…

Çileli bir yaşamın öyküsünü aktaracağım sizlere: “ Doğumundan hemen sonra annesi vefat ediyor bu kişinin…Babasını da 3 yaşındayken trafik kazasında kaybediyor…Küçük yaşta hem annesiz hem de babasız kalıyor…Babaannesi ve dedesi üstleniyorlar bakımını…Ellerinden geldiği kadar koruyor ve kolluyorlar onu…6 yaşına giriyor çocuk…Ancak babaanne kanser hastalığına yakalanınca dayısı devralıyor çocuğun bakımını…Başka bir şehirde yaşamak zorunda kalıyor çocuk…Başka bir ev, başka bir tutum ve davranış…Yenge, çok gaddar davranıyor ona…Kendi çocuklarının onun yüzünden yeterince beslenemediklerinden şikayet ediyor ve ona kısıtlı yemek veriyor…Dayının bu durumdan haberi yok tabi…Zayıflıyor giderek çocuk…Dayı doktora götürüyor ve zayıflama nedenini öğreniyor ondan…Yeterince beslenemediği gerçeği çok üzüyor onu…Okul başlama yaşı da geldiğinden masraflar giderek kabarıyor ve yine başka bir şehirde oturan çocuğun amcasına mektup yazarak durumu aktarıyor…Amca, olumlu yaklaşmıyor ve bakamayacağını cevabi mektubunda belirtiyor…Babaannenin vefatının ardından dede de çok yaşamıyor ve o da yaşamını yitiriyor…Her ikisinin yaşadığı ev miras olarak çocuklarına kalınca, amca yumuşuyor ve çocuğu evin hatırına yanına alıyor…Çileli yılların ardından sürekli burs kazanarak, amcasına yük olmadan okuyan çocuk, gençlik yıllarında ek işlerde çalışarak masraflarını karşılıyor ve amcasının bütçesine katkı da sağlıyor…Ancak, amcasının kızı kendisine aşık olunca amca bunu fark ediyor ve onu evden onu kovuyor…

Hem okuyup hem de ek işten aldığı para ile hayatını zar zor sürdüren delikanlı, hiç takılmadan üstelik birincilikle Hukuk Fakültesi’ni bitirip Avukat oluyor…Kısa zamanda sevilip sayılıyor…Antalya’ya yerleşiyor, evleniyor, bir de çocuğu oluyor…Tam 42 yaşında beyin kanaması geçiriyor ve hastanede yapılan tüm müdahalelere rağmen kurtarılamıyor…

Hepimizi üzdü bu gerçek yaşam öyküsü, biliyorum…O aramızdan seçilen sadece bir örnek…Daha niceleri var kim bilir bilmediğimiz çileli yaşamlarını sürdüren?..Öyle değil mi?..

Vasfiye Teyze, evet hepimiz çok çektik gerçekten!..Senin de neler çektiğini bilmiyoruz bu dünyada!..Çekmeyen insan yok çünkü…Ama ne yapacan, çekeceeen, mecbuuur!..


Asım ERDOĞAN