YAŞAMDAN DAMLALAR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
YAŞAMDAN DAMLALAR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

“Annemi ve babamı tanımanızı istemiyorum Asım Hocam!..Onlardan utanıyorum…” Bir öğrencimin sözleriydi bunlar…Beni çok üzdüğünün farkında bile değildi…Onu yetiştirmek için pek çok zorluğa göğüs germiş, çile çekmiş, tarlada, bahçede çalışarak, alın teri dökerek emek sarf etmiş anne ve babasından utanıyordu öğrencim…Onların öpülesi nasırlı ellerini görmemi istemiyordu…”Nasıl olur?..İnsan anne ve babasından utanır mı?..Yüz kızartıcı bir suç işlemediği sürece her anne baba değerlidir, kutsaldır…Utanmak ne demek?...Duymamış olayım…” dedim…Öğrencim boynunu büktü…”Ama onlar köylü ve kaba…” dedi…”Hayır, köylü olmak kusur değil…Onlar bizim baş tacımız…Büyük Atatürk’ün, ‘Köylü bu milletin efendisidir…’ sözünü derslerimizde söylemedik mi?..Çok ayıp bu yaptığın…Anneni ve babanı mutlaka bekliyorum…” dedim… Israrımın ciddiyetini anlayarak “Peki öğretmenim…” dedi ve yanımdan ayrıldı…Gerçekten çok üzülmüştüm…Bir evladın anne ve babasından utanması, affedilir bir kusur değildi…En azından insafsızlıktı…

Üç gün sonra odamın kapısında, öğrencimin tanımlamasına uygun, köylü karı kocanın beklediğini gördüm…Dersten yeni çıkmıştım…Anlaşılan dersim bitinceye kadar beni odanın kapısında beklemişlerdi…Tahmin ettim onlar olduğunu…Hemen buyur ettim içeri…Çekinerek girdiler…Oturun dediğim halde oturmadılar…Lütfen oturun diye ikinci kez söylediğimde oturmak zorunda kaldılar…Anne çok yıpranmıştı…Baba da nasırlı ellerini dizlerinin üzerine koymuş, masamın arkasındaki duvarda yer alan Atatürk tablosuna bakıyordu…Alışık olmadıkları makama girmiş insanların tedirginliğini yaşıyorlardı…Önce öğrencimden söz ettik, sonra da kendilerinden…Yozgatlı olduklarını, köydeki tarlalarında ürettiklerini satarak geçimlerini sağladıklarını söylediler…Her ikisinin de yorgundu gözleri…Babanın yüzündeki çizgiler çok belirgindi, zayıf yüzünün tamamını işgal etmişti adeta…Anne tam 9 doğum yapmış 7 si yaşamıştı…Hem çocuklarının bakımı hem de ev işlerinin yükü omuzlarında kalmış, tarlada çalışma da üzerine eklenince erkenden kocamıştı…Baba 55, anne ise 43 yaşındaydı…Büyük şehirdeki yaşıtlarına göre çok yaşlı görünüyorlardı…Sohbet uzadıkça rahatladılar…Ben de maddi durumlarıyla ilgili bilgiyi de aldım bu arada…Öğrencimle birlikte 4 çocuk okuyordu…Onların masraflarını karşılayabilmek için baba bir başka tarlada da geçici işçi olarak çalışıyordu…Öğrencim, Ankara’da amcasının gecekondusunda kalıyor, onun masrafları için de amcaya bir miktar para gönderiliyordu…

Anne baba ayrıldıktan sonra, öğrencimi odama çağırdım…Bir gerçek olayı anlattım ona…”Uşak’ta iken ortaokulda sıra arkadaşım Bozkuş köyünden gelmiş ve şehrin havasına kendini kaptırarak geldiği köyü ve annesini beğenmez olmuştu…Baba zaten yıllar önce vefat etmişti…Yalnız kalan anne iki kardeşiyle birlikte Bozkuş köyünde yaşamını sürdürüyordu…Okulda dersten yeni çıkmıştık…Teneffüs anında koridorda yüksek sesle konuşan birilerinin olduğunu anlayınca oraya yöneldim… Sıra arkadaşımın annesi okulda onu ziyarete gelmiş; ancak bundan hoşnut olmayan arkadaşım, bu duruma çok sinirlenmişti…Bağırıyordu annesine…”Defol!..Niye geldin?..Sana okula gelmeyeceksin demedim mi?..Laftan anlamıyor musun?..” Öğretmenlerimiz, araya girip arkadaşımızı olayın dışına iterken anne suskun, üzgün ve perişan bir halde donup kalmıştı…

Sessizce terk etti okulu…Arkasından bakakaldım…Sınıfa dönüp arkadaşıma yaptığının çok ayıp olduğunu, kendisini anlayamadığımı söyledim…Omuz silkerek beni de eliyle iteledi…İnanamıyordum yaptıklarına…Gel zaman git zaman…Anne yaşamını yitirdi…Haber ulaştığında hiç üzülmedi arkadaşım…Evde yalnız kalan iki kardeşini görmeye gittiğinde bir banka cüzdanı uzatmışlar ona…Anne, eşinden kalan tarlalarını satmış ve kardeşler arasında paylaştırmıştı…Sıra arkadaşıma düşen pay da küçümsenmeyecek bir miktardı…Mahcup olmuş, annesine yaptıklarından dolayı da pişmanlık duymuştu…Evladının sevgisine hasret bu dünyadan göçüp gitmişti anne!..Son pişmanlık hiçbir işe yaramamıştı…”

Öğrencim, elimi öptü…İlk iş olarak anne ve babasına sarılacağını, onları bundan böyle üzmemek için elinden geleni yapacağını söyledi…Alnından öptüm onun…Sevgiyle uğurladım…

Anne ve babamız bizim her şeyimizdir!.. Yaşadıkları yer ya da kılık kıyafetleri utanma nedenimiz olamaz…Olmamalıdır…Bu yanlışa asla düşülmemelidir…Unutmayalım!..Onlar bizim sevgimize ihtiyaç duyuyorlar, sadece sevgimize…

Asım ERDOĞAN






Bütün planlarımızı gelecek üzerine kuruyoruz…Ama hiçbirimiz ne zaman öleceğimizi bilmiyoruz…Cahit Sıtkı’nın dediği gibi “Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında/ bir namazlık saltanatımız olacak o musalla taşında”… Gerçekten bilseydik ölüm yaşımızı, acaba neler hissederdik?.. Hiç düşündünüz mü bunu?..Varsayalım 72 yaşında öleceğiniz size bildirildi ve siz 30 yaşındasınız…Hesap ediyorsunuz…42 yıl daha var…Uzun gibi görülebilir size biçilen bu ömür; ama yine de huzursuz olur kalan yıllarınızı mutlu bir şekilde yaşayamazdınız…Ayrıca, bir trafik kazası da mı olmayacak, bir cinayete de mi kurban gitmeyeceksiniz, bir savaşta da mı şehit düşmeyeceksiniz, bütün bunlar, mümkün değil elbette!..Öyleyse ölüm yaşımızın bilinmemesi, çok daha iyi hepimiz için…Hiç olmazsa, gelecekle ilgili planlarımızı böyle bir baskı olmadan, rahatça yapabiliyoruz, bu sayede…

Dün, bugün, yarın gerçeğiyle karşı karşıyayız…Dünü, öyle ya da böyle yaşadık, hatalar yaptık, dersler çıkardık…Bugünü yaşıyoruz şimdi…İyisiyle, kötüsüyle…Dünün verdiği deneyimden de yararlanarak…Gelecekle ilgili de planlarımız var…Bunlar yakın, orta ve uzak gelecekle ilgili planlar…Bugün aklımızın, fikrimizin ne kadarını gelecek planları için kullanıyoruz?..Değerlendirmekte yarar var…Elbette kişilere göre büyük bir farklılık gösterir bu…Yarını için hiçbir plan yapmayan ve sadece bugününü düşünen insanlar da gördüm, tanıdım ben…Bugününü ihmal edip sadece gelecek için çırpınan, bugünkü birikimlerini gelecek kaygısıyla hiç harcamayan, sürekli artırarak yarınlara aktaran, bir anlamda bugününü zehir eden insanlar da gördüm, tanıdım ben…Her ikisi de yanlış bir tutum içinde olduğunun farkına vardığında ne yazık ki iş işten geçmiş oluyor…Dün, bugün ve yarını iyi tahlil edebilmek bu nedenle çok önemli…İşin püf noktası da burada gizli…

Yarın, bugünden kurulur…Dün bugünü oluşturur…Tüm planlar, bu üç dönemin önemine uygun tasarlanmalıdır…Ekonomik gücünüzün ölçüsünde, akıllıca planlar yapılabilir…Ben, yaşamım boyunca bu hassas dengeyi bozmamaya özen gösterdim…Dünkü kazançlarımın tümünü harcamadım…Tümünü de tasarrufa ayırmadım…%50 bugün için %50 yarın için formülünü uyguladım…Yaş ilerledikçe bu oran %60 % 40 ya da %70 %30 arasında gidip geldi… Böylece hem bugünümü huzurlu yaşadım hem de yarınımı garanti altına aldım…Benim dönemimde har vurup harman savuranlar şimdi üç kuruşa muhtaç ya da hep tasarrufa ayıranlar, anti-sosyal yaşantılarıyla eve mahkum; ama parası çok bir şekilde yaşamlarını sürdürüyorlar…Her ikisi de yanlış tutum ve davranışlarının bugün cezasını çekiyorlar…Kimseye muhtaç olmadan, onuruyla yaşamak, insan olmanın temel niteliğidir bana göre…”Ayağını yorganına göre uzat!..” atasözünü bu nedenle çok severim…Yorgan ne kadarsa harcama da ona göre olmalı…Hayat felsefemiz bu ilke üzerine kurulmalı…Tasarrufta da harcamada da aşırıya kaçmamalı…Gerektiği kadar, her ikisi de kullanılmalı…

Hepimizin bilmediği gibi ben de ne zaman öleceğimi bilmiyorum…Merak da etmiyorum…Benim için önemli olan, nefes alıp verdiğim süre içersinde, yaşamın, doğanın ve tüm güzelliklerin farkına varabilmek, bütün bunlardan doyumsuzca haz alabilmek, ”Ağaçlar, ayakta ölür” düşüncesiyle dimdik ayakta durabilmek…Onurlu, güçlü, özüne ve sözüne güvenilir bir kişi olarak da bu hayata veda etmek…

Samuel Johnson: “Geleceği satın alabilecek tek şey, bugündür…” diyor…Bu söze katılmamak mümkün mü?..

O halde, bugünümüzü iyi değerlendirip, yarınımızı sağlam kuralım…

Unutmayalım her şey bizim elimizde…

Asım ERDOĞAN






Farklı yaklaşımlar gösteririz aynı tür olay karşısında…Kimimiz kötümser bakar, kara tablolar, kimimiz de iyimser bakar, pembe tablolar çizeriz…Kuşkusuz en iyi yaklaşım, olayı olduğu gibi gerçek haliyle görebilmek ve ona göre davranış biçimi geliştirebilmektir…İyimser ya da kötümser bakış açısı, olayı belli, bilinen mecrasından çıkarır ve irdelenmesi gereken olayın bambaşka bir görünüm kazanmasına neden olur…Bu durum, yanlış değerlendirmeleri, istenmeyen sıkıntıları doğurur…Tanı yanlış konulunca tedaviden de istediğimiz sonucu elde edemeyiz…

Bir kızınız var…Arkadaşlarıyla buluşmak, görüşmek istiyor…Kötümser bakış açısı hemen akla, gazoza konulan ilaçla bayıltılmayı ve tecavüzü getirir…Kaskatı kesilirsiniz…Hayır, gidemezsin, izin vermiyorum, der ve kızınızı bir sosyal etkinlikten mahrum bırakırsınız…İyimser bakış açısı ise izin almayı bile gerektirmeyen bir olay olarak kabullenir bu durumu…Kızınız sorgulamadan, kimlerle buluşacağını düşünmeden arkadaş grubuna katılır ve riske atar kendini…Kötü bir sonucu aklına bile getirmez…Beklenmedik bir durum ortaya çıktığında da şaşkınlık yaşar…Oysa, anne ve baba kızlarının sosyal yaşamını kısıtlamadan, belli tehlikeler için uyarılarda bulunursa gerçekçi davranmış olur…Tehlike vardır; ama bu tehlikeli durumu önlemek de yine kişinin kendi elindedir…Dikkatli olmak yeterlidir…Sadece bu…

Bir ev alacaksınız…Beğendiğiniz ev çok güzel; ama düşünürsünüz, acaba emlakçı her şeyi olduğu gibi aktardı mı size?..Karamsar bakış açısı, emlakçının üç kağıtçı olduğunu, sizi kandırmak ve paranızı kapmak için her türlü dümeni çevirdiğini düşündürür…İyimser bakış açısı ise emlakçının çok iyi bir insan olduğunu, çok ucuza evi size bıraktığını, sizi de çok sevdiğini düşündürür…Oysa, ev alırken, dikkat edilmesi gerekenler bellidir…Emlakçılar, evi satabilmek ve komisyon alabilmek için bire bin katarlar…Olumsuzlukları da pek söylemezler…Ama siz kendiniz tapuya giderseniz, oranın imar durumuyla ilgili gerçekçi bilgileri alabilirsiniz…Rayiç bedeli de öğrenerek evin gerçek değeri ile sizden istenen paranın uygunluğunu denetleyebilirsiniz…Emlakçının komisyon alma hevesini de normal karşılarsınız…Bunu da vermek istemiyorsanız, o zaman sahibinden satılık ilanlarından seçim yaparsınız…

Bir yolcu uğurladınız…Arkasından su döktünüz…Kötümser bakış açısı, kaza olacağını, uğurladığı kişinin öleceğini düşünür…O, yerine ulaşıncaya kadar da bu duygudan kendisini kurtaramaz…İyimser bakış açısı, onun sağ salim yerine ulaşacağını düşünür ve aklına hiç kötü şeyler getirmez…Oysa, hangi kara taşıtıyla gidiyorsa plaka numarasını almak emniyet açısından yeterlidir…Gerisi pek çok faktöre bağlı olacağı için düşünmek ve üzülmek gereksizdir…

Bir yakınınız kanser hastalığına yakalandı…Kötümser bakış açısı, onun hemen öleceğini, artık yapılacak bir şeyin olmadığını düşündürür…İyimser bakış açısı da ölümün asla olmayacağını ve hastanın kurtulacağını düşündürür…Oysa, kanser tedavi edilebilen bir hastalıktır…Mücadele etmek gerekir…Ancak tüm çabalara rağmen ölümün de olabileceği var sayılmalıdır…Sürecin dikkatle izlenmesi ve gereken tedbirlerin alınması yeterlidir…

Yaşamınızı sürdürürken, iyimser bakış açısı, mutlu olacağınızı, rahat bir yaşam sürdüreceğinizi düşündürür…Kötümser bakış açısı ise, sürüne sürüne yaşamınızın süreceğini, ölümün sizin için tek kurtuluş yolu olduğunu düşündürür…Oysa, yaşam, dün, bugün, yarın üçlemesinin harmanlanmasıyla oluşur…Bugünün ve yarının iyi değerlendirilmesi, yaşam koşullarının her iki durumu da karşılayabilecek iyi bir planlama ile oluşturulması gerekir…

Sevgili dostlar!..Her konuda gerçekçi olabilmek, arzulanan bir durumdur…Olayları siyah ya da pembe görmek yerine gerçek renkleriyle görebilmek zorundayız…O zaman, dengeyi kurabilecek ve sağlıklı bir yaşam sürdürebileceğiz…
  
Asım ERDOĞAN


Vikipedi’de yalnızlık şöyle tanımlanıyor:” Yalnızlık veya yalnız kalma, bir insanın boşluk duygusuyla karışık kendini dünyadan kopmuş hissetme duygusudur… Yalnızlık, arkadaş eksikliğinden veya başkalarıyla birlikte olma arzusundan daha da öteye giden bir duygudur… Yalnızlık çeken insan, kendisini toplumdan kopmuş hisseder… Başka insanlarla anlamlı bir iletişime girmekte zorluk çeker… Yalnızlık çeken insan, içinde bir boşluk veya kopukluk hisseder…”

Evet!..Yalnızlık, insanı içten içe kemiren bir duygudur…”Yalnızlık Allah’a mahsustur…” sözünün gücü de etkisi de bundan kaynaklanmaktadır…“Yalnızlık” tek kelime… Söylenişi ne kadar kolay!.. oysa taşınması o kadar zordur ki…”.diyor, Goethe…Haksız diyebilir miyiz ona?..

O kadar çok yalnız var ki ülkemizde…Fark ettiğimde çok şaşırdım bu gerçeğe…Hiç evlenmeyenler, eşinden ayrılanlar, evli iken yalnızlık yaşayanlar, iş nedeniyle yalnız kalmak zorunda kalanlar vb…Sayı olarak elimde bir rakam yok; ama sadece etrafımızdakileri izlesek bile fark ediyoruz yalnızları…Üzülüyoruz onlar adına…Bir gün yalnız kalabiliriz korkusunu da her an içimizde yaşayarak…Bir nefes istiyorum, diyordu yaşlı amcamız izdivaç programında…Bir nefes, çok önemliydi onun için…Zengin, fakir, yaşlı, genç hiç fark etmiyor yalnızlık acısıyla yananlarda…Sıkıntı, endişe, güvensizlik hepsinde var…Para, mal, mülk kapatamıyor bu derin boşluğu…

Büyükşehirler, “Yalnız insan kalabalığı” haline geldi artık…Her yerde, kadın, erkek, genç, yalnız insanları görmek mümkün…Kimileri, çalıştığı kurumlarda, kimileri, öğrenim gördükleri okullarda, takviye bilgiler aldıkları kurslarda, kimileri kahvehanede, lokalde, kimileri sosyal paylaşım sitelerinde, kimileri izdivaç programlarında, yalnızlıklarını giderebilecek arkadaş ya da hayat arkadaşı arıyorlar…Bulabilirlerse mutlu oluyorlar…Aksi taktirde, mutsuz, güvensiz, endişe dolu yaşamlarına devam etmek zorunda kalıyorlar…Yalnızlığın mutluluğunu engellemediğini söyleyen nadir insanların olması, büyük çoğunluğu mutsuz olan yalnızların karşısında önemsiz kalıyor elbette!..

Evimizin karşısında, hali vakti yerinde olan insanların oturduğu geniş dairelerden oluşan bir apartman var…Son model otomobillerden anlıyoruz maddi güçlerini…Her neyse konumuz bu değil!..Bu dairelerin birinde oturan orta yaşlı bir bey, bir gün elinde çaydanlıkla bizim binanın altında yer alan Kuru Temizleme dükkanına girdi…Şaşırdım!..Ne işi vardı çaydanlıkla?..Merak edip aşağıya indim…Dükkan sahibi beni tanıştırdı bu beyle…Kısa bir sohbet oldu; ama konuşmalarından onun yalnız olduğunu anladım…Çaydanlığın durumu, zaten evde bir bayanın olmadığını açıkça gösteriyordu…O ayrıldıktan sonra, dükkan sahibine:”Bu bey ne iş yapıyor?..” diye sordum…İhracatçı, dedi…Çok zengin…Eşinin 2 yıl önce vefat ettiğini, 2 çocuğu olduğunu, onların da yurt dışında oturduklarını ve çok seyrek görüşebildiklerini söyledi…Yalnızdı ve birlikte çay içebileceği kişileri arıyordu…Bunun kim olduğu da pek önemli değildi onun için…Dükkan sahibi: “Bana gelir derdini anlatır, elbiselerini bende temizletir, çamaşırlarını ve perdelerini bende yıkatır, o nedenle aramızda bir samimiyet oluştu..” dedi…Eşine saygısı nedeniyle de evlenmeyi düşünmediğini söz arasında özellikle belirtti…Üzüldüm onun adına…Bizler, mutlu yuvamızda şen kahkahalar atarken, o elinde çaydanlıkla bir nefes arıyordu…Yalnızlığına merhem olabilecek kişi ya da kişiler…

Geçen gün, eve girerken, o beyin salon pencere perdelerinin açık olduğunu fark ettim…Dikkatli bakınca, dükkan sahibi ile o beyin, pencere önünde karşılıklı oturduklarını ve sohbet ettiklerini gördüm…Artık yalnız değildi o…Çay içip sohbet edebileceği bir arkadaş, belki de bir dost bulmuştu…Mutlu oldum…Bu kadar zenginliğe rağmen, yalnızlıktan kurtulma isteği, çok etkilemişti beni…Dersimi aldım ve eve girdiğimde eşim ve kızıma sıkı sıkı sarıldım…İyi ki vardılar onlar!..

Yalnız olanlar, alınmasınlar…Elbette her şeyin sonu değil yalnızlık!..Ama zor, gerçekten çok zor yalnızlık!..

“Bu dünyaya yalnız olarak geliriz ve yalnız olarak ayrılırız…” der Sigmund Freud…

Ne kadar doğru!..Hepimiz önünde sonunda yalnız ölmeyecek miyiz?..

Asım ERDOĞAN




Küfürlü sözleri dinlemekten hiç hoşlanmam…Küfür edenleri de şaşkınlıkla izlerim…Nasıl bunu başarabiliyorlar ?..Nasıl utanmadan bu sözleri arka arkaya sıralayabiliyorlar, hayret ederim…Kızgınlıklarımızı dile getirirken, karşı tarafı acıtmak, öfkemizi dindirmek istediğimizde başvuruyoruz küfüre…Hele hele Can Yücel gibi bir usta sanatçımızın da küfürü çok sevdiğini ve bolca kullandığını bildiğimizden, küfür hayatın bir gerçeğidir, demekten kendimizi alamıyoruz…Küfürün her ağızda başka şekil aldığını, başka anlamlar kazandığını da biliyoruz…Örneğin Can Yücel’in ağzından çıkan bir küfürlü söz fazla rahatsız etmezken, Recep İvedik filmlerinde aynı küfürlü sözler bizi rahatsız edebiliyor…

Öyle insanlar vardır ki, yaşamının her anında küfreder…Sokakta, toplu taşım araçlarında, sohbet anında bolca savurur küfürleri…Ağzı küfürlü denir, böylelerine…Bu ağzı küfürlüler için küfür normaldir, ayıplanacak bir yönü de yoktur…En yakın arkadaşlarına bile hiç çekinmeden bu küfürlü sözleri söyler…İncineceğini düşünmez…İncinmesi anormal bir durumdur ona göre…Sokakta, iki arkadaşın birbirlerine küfrede küfrede yürüdüklerine ve hiç kızmadıklarına ben çok tanık oldum…İnanamadım…Bu nasıl arkadaşlık?..Bu nasıl anlayış?..İnanamıyor insan…

İnternette de böyle insanlar var…Çok daha ilginci böyle kadınlar var…Bir erkeğin küfretmesi istenilmeyen bir durum…Ancak bir kadının küfretmesi ondan çok daha vahim…Küfürlerde en çok kadın objesi kullanıldığına göre, bir bayanın küfretmesi nasıl kabullenebilir…Küfürlü sözleri okudukça, aslında küfür edilenin değil, küfredenin aşağılandığını daha iyi anlıyorum…Her şey, kendini kontrol edebilmekle, sakin savunma yapabilmekle ilgili…Küfretmeden de hakkımızı koruyabiliriz…Hem de çok daha iyi sonuç alarak…Küfür alt yapınız varsa herhangi bir kızgınlık anında bu küfür birikiminizi kullanmamanız pek olası değil…Kendinizi mümkün olduğu kadar küfürden arındırmanız gerekir…Sürekli kullanıyorsanız, alışkanlığa dönüşeceği için kurtulmanız da mümkün olamayacaktır ne yazık ki…

Deutsche Welle'nin 04.11.2010 tarihli haberine göre "profesyonel küfürbaz" olarak tanımlanan insanlar da var internet ortamında… Günde sekiz saat mesai yaparak internetteki forum, blog, sosyal medya ve haber sitelerini dolaşıyor, küfür ve hakaret içerikli mesajlarla sanal âlemde provokasyon yapıyorlar…Profesyonel küfürbazlar ordusu, birbirlerini tanımayan, hatta birbirlerinden çok farklı yerlerde ikamet eden kişilerden oluşturuluyor… Bu yeni mesleğe en çok genç kuşaklar rağbet gösteriyor…

Profesyonel küfürbaz, maaşını ödeyen kişi ya da kurumdan, hangi platformda kimlere saldıracağına dair direktif alıyor… Örneğin, A partisine mensup bir politikacı, B partisindeki siyasi rakibi hakkında kamuoyunda olumsuz bir kanaat oluşması amacıyla bir "sanal saldırı" kampanyası başlatıyor…Saldırının çapına ve süresine göre profesyonel küfürbazlarla anlaşılıyor ve onlara, muhalif politikacı hakkında bazı doneler veriliyor… Profesyonel küfürbazlar da bu doneler ışığında toplu olarak taarruza geçiyor… Akla gelebilecek her türlü internet platformunda 'hedef seçilen kişi' hakkında son derece ağır hakaret ve küfürler içeren mesajlar yazılıyor… Sanal alemde yazılan mesajlar ya da paylaşılan bilgi ve belgeler jet hızıyla yayıldığından, bazen kampanya bir günde bile amacına ulaşabiliyor… Tabii rakipleri karşısında "nihai zafer" kazanmak isteyenler, bu saldırı kampanyasını daha uzun ve sürekli biçimde uygulamak zorundalar….

Küfür manevi bir silahtır…Ancak unutmayalım ki karşı tarafı tahrik edici bir silahtır…Her an size de aynı silahla saldırı olabilir…Kullanılmasını asla önermeyeceğim bir silah, küfür…İnsana hiç yakışmayan adi bir silah…İtici olduğu kesin, küfürü kullanan her insanın…Olumlu her davranışı silip süpüren bu çirkinliği hep birlikte kınamalı ve reddetmeliyiz…Küfürü söküp atmalıyız yaşamımızdan…

Sevgiyle kalın!..

Asım ERDOĞAN




 “Ayşe yeter artık!..Seni daha fazla dinlemek istemiyorum…Yarın gelip annemi alıyorsun…Mazeret kabul etmiyorum…Ne zaman sıra sana gelse, hemen yan çizmeye başlıyorsun…Sadece benim annem değil annemiz…İkimizin de annesi…Nimeti paylaşırken iyi de sıra külfeti paylaşmaya gelince mi kötü oluyor?..Annem bizlere birer daire verdiğinde hiç yaka silkmiyordunuz…Çok mutluydunuz!..O zaman el üstünde tutuyordunuz annemi…Olmaz böyle şey!..O kocana da söyle!..Annemi üzmesin…Size ne zaman gitse annem perişan oluyor…İzin verme onun annemi ezmesine…Ağırlığını koy!..Diren!..Sabrım taşarsa her ikimiz için de annem için de sonuç iyi olmaz!..Haydi bekliyorum yarına kadar…Geleceğiniz saati de bildirirsen iyi olur…Anneme de durumu belli etme!..İyi günler!..”

Bir alışveriş merkezinde mağaza vitrinlerini incelerken tanık oldum bu konuşmaya!..Beni görmüyordu konuşan kişi…Bir paravan arkasındaydı kendisi…Üzüldüm…Konu büyük bir ihtimalle annenin bakımı ile ilgiliydi…Anne hasta mı, sağlıklı mı bilemiyorum…Ancak, evlatlar arasında sıra ile annenin bakımının üstlenildiği kesin…Günü dolan diğer evlada devrediyor bakım sorumluluğunu…”Çınar Ağacı” filmi geldi aklıma!..Aynı durum orada da söz konusuydu… Ailenin iki ayda bir piknik için buluştukları çınar altı, sadece piknik amaçlı değil, Emekli öğretmen Adviye Hanım’ın da ev değiştirdiği gündü aynı zamanda…Evlatlar arasında iki ayda bir yaşanan Adviye Hanım değişimiydi bu…Sırası gelen otomobiliyle alıp götürüyordu Adviye Hanım’ı…Psikolojik sorunlar ve ailenin ayakta kalma mücadeleleri filmin ana eksenini oluşturuyor haliyle…Oldukça etkileyici bir filmdi “Çınar Ağacı”…

Annelerin ve babaların evlatları için ne büyük fedakârlıklar yaptığının sayısız örnekleri vardır…Babam, yıllar önce okumak için Afyon’a gitmek istediğinde aile ekonomik sıkıntıyla karşılaşır…Çok istemesine rağmen Afyon’a gidemez babam…Üzgündür…Anne yüreği buna dayanamaz ve babaannem, hiç tereddüt etmeden altın dişini çıkarıp babama verir… Babam da altın dişi bozdurup elde ettiği parayla Afyon’a gider…Hem çalışıp hem de okuyarak liseyi bitirir…Babam bu olayı ne zaman bana anlatsa, gözleri yaşarır, duygulanır…Evlat için canını bile verir anne!..Onun da örnekleri var…Öğrencimin mahallesinde kavga çıkar…Bütün mahalle ayağa kalkar…İş öyle büyür ki…Silahlar çekilir…Öğrencimin annesi siper eder kendisini oğluna ve kurşun yarasıyla ağır yaralanır…Hastaneye kaldırılır…Oğlunu kurtarır; ama kendisi ne yazık ki ölür…Hâlâ kulaklarımda öğrencimin o acı feryatları!..

Evladının hesapsız harcamaları nedeniyle onu kurtarabilmek için evini satan, evlatları aç kalmasın diye çöpten yiyecek artığı, sebze ve meyve toplayan, elinde avucunda ne varsa evlatları için harcayan, yemeyen yediren, giymeyen giydiren, acılarını, sıkıntılarını içine gömüp evlatlarına belli etmeyen, her türlü fedakârlığa hazır olan anne ve babalar, yaşlandıklarında, güçsüz hale geldiklerinde istisnalar hariç evlatlarından gereken ilgiyi göremiyorlar…Bu, çok acı, vicdanları rahatsız eden bir durum…Oysa, çok şey beklemiyorlar evlatlarından anneler, babalar!..Güler yüz, ilgi ve sevgi bekliyorlar…Mecbur kalmadıkça da maddi hiçbir beklentileri yok…

Bir tanıdığımızın annesi çok hastalandı…Öyle iyi baktı ki annesine…Diğer kardeşlerine hiç sıkıntı yansıtmadan başardı bunu…Bir gün hiç beklenmedik bir anda melek gibi göçtü bu dünyadan o anne…Cenazeye geldiler diğer kardeşleri…Yas, figandan sonra…Sıra kalan malların paylaşımına geldi…O anneyi hiç sormayan ya da hasta anneye bakan kardeşlerine yardıma gereksinimi olup olmadığından söz etmeyen kardeşler, mal paylaşımında panterleştiler…Arkadaşım, bu sahne beni çok üzdü, diyor ve ekliyor:”Ben anneme bakarken-gerçi o sözcük annem için geçerli değil; ama yine de belirteyim-külfeti paylaşmayanlar, sıra nimete geldiğinde nasıl da iştahla paylaşıma oturdular, görsen sen de hayret edersin…Onları öyle görünce annem adına çok üzüldüm…Çünkü annem bunu hak etmemişti…Daha doğrusu, hiçbir anne bunu hak etmez!..” Çok haklıydı!..Daha ne söyleyebilirdi ki!..

Nimet de külfet de eşit paylaşılmalıdır…Sadece nimet paylaşımı insafsızlıktır, vicdansızlıktır…İnsan onuruna yakışmaz!..

Luc Vauvenarques diyor ki:”En çirkin, en eski ve en çok bilinen nankörlük, çocukların anne ve babalarına karşı gösterdikleri nankörlüktür…” Doğru söze ne denir?..

Sevgiyle kalın!..

Asım ERDOĞAN





Kin, kalbe yerleşen, öç almaya yönelik şiddetli düşmanlıktır… Arapçada hıkd, gıll ve bağdâ gibi kelimelerle karşılanır… Kin tutmak, kin beslemek, kin gütmek, kin bağlamak gibi deyimler, düşmanlık duygusunun kalpte yerleştiğini ve süreklilik gösterdiğini dile getirir...Kin, kötü ahlâka ait niteliklerdendir...Yürek yakıcıdır, inciticidir…Sevgiden uzaklaştırıcıdır…Kötü duygular beslememize neden olur, kin…Türkçe sözlük kini, öç almayı amaçlayan gizli düşmanlık, garaz olarak açıklar…

Nefret, insanda saldırganlık eğilimleriyle ortaya çıkan, kendini koruma içgüdüsüne bağlı ve sevginin karşıtı olan tutkudur…Kin de nefret de insan yüreğine yüktür…Taşıması oldukça zor olan bir yük…Yüreğimizde oluşan kin, büyüyerek nefrete dönüşür…Nefret ettiğimiz kişi adına her türlü kötülüğü yapabiliriz…Gözümüz görmez hiçbir şey…Onu yaralamak, üzmek, ağlatmak ve karşısına geçip o kötü halini izlemek isteriz…

Kuşkusuz o nefret duyduğumuz kişi bizi çok üzmüştür…Yaralamıştır…Üstelik bunu bilerek ve kasıtlı yapmıştır…Özür de dilememiştir…İşte bundan sonra başlayan ve kabaran kin, sizde nefrete dönüşür…Nefret de intikam duygularını doğurur…Küsmek en zararsız eylem biçimidir…Ancak, nefretle hareket edip intikam planları yapmak ve bunu uygulamak, sonunda size de zarar verir…

Şentepe’de öğretmenlik yaptığım yıllarda iki öğretmen arkadaşım, öğretmenler odasında kavga ettiler…Güç ayırdık ikisini birbirinden…Öğrencilere örnek olması gereken öğretmenlerin hem de öğrencilerin gözü önünde kavga etmesi, hepimizi çok üzmüştü…Aradan günler geçmesine rağmen onları bir türlü barıştıramadık…Kin ve nefret dolu yürekleri, gözlerine yansıyor…Birbirlerine kötü kötü bakıyorlardı…Bu öğretmen arkadaşlardan biri, diğerini başka arkadaşlarının da yardımıyla feci şekilde dövdü…Arkadaşımız haliyle şikayetçi oldu…Rapor aldı…Okula bakanlık müfettişleri geldi…Soruşturma devam ederken, şiddet uygulayan öğretmen arkadaşımız, bu sefer tabanca kurşunuyla raporlu olan arkadaşımızı öldürdü…Hepimiz şoke olduk…Bir kavganın daha sonra cinayete kadar gidebilmesi, hepimizi şaşırtmış ve üzmüştü…Nefretin nereye kadar uzanabileceğinin tipik bir örneğiydi bu olay…

Sevgili dostlar!..Ben nefret etmiyorum; ama kızdığım kişiyi sevgimden mahrum bırakıyorum…Ne nefret ediyorum ondan ne de seviyorum…Böylece, nötrlüyorum, yoldan geçen tanımadığım insanlar gibi görüyorum onu…Yüreğim yükten kurtuluyor, bu sayede…Sevgimi de boşuna harcamamış olmuyorum…Nefretle baş etmenin yolunu ben böyle buldum…

Nefretin aşka dönüşmesi ise daha da ilginçtir…Nasıl olur da nefret ettiğimiz bir kişiye aşık olabiliriz…Gerçekten şaşırtıcı bir sonuç…Ama, bu tür aşkların varlığını hepimiz biliriz…Öyle bir aşka dönüşür ki nefret, inanamazsınız, bu çelişkiye anlam veremezsiniz…

Mevlâna diyor ki:

Sevgide güneş gibi ol,
dostluk ve kardeşlikte akarsu gibi ol,
hataları örtmede gece gibi ol,
tevazuda toprak gibi ol,
öfkede ölü gibi ol,
her ne olursan ol,
ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol…

Sevgiyle kalın!..

Asım ERDOĞAN





Her sorununu kavga ederek çözmek isteyen insanlardan hiç hoşlanmam…Nerede bir kavga var, o tür kişiler hep oradadır…Bayılırlar kavga etmeye…Onların gıdalarıdır kavga…Kaşları gözleri yarılır, yine de vazgeçmezler…Karşılarında sakin, mutedil insanları gördüklerinde afallar, şaşırırlar…Ne yapacaklarını bilemezler…Kavga edenlerin eğitimsiz kesimden daha çok çıktığı bilinen bir gerçek… Konuşamadığı, derdini anlatamadığı için kavga eder bu tür insanlar…Ağız kavgası en çok rastladığımız kavga türüdür…Dolmuşun içinde, pazar yerinde, mahallede, otobüste, iş yerinde, eşler arasında olan bu tür kavgalara sizler de tanık olmuşsunuzdur, kuşkusuz…Bağırırlar kişiler birbirlerine, el kol hareketleriyle birlikte…Çoğunlukla sıralı da olmaz bu bağırmalar…Her ikisi de makineli tüfek gibi sürekli bağırır…Dinleyenler pek bir şey anlayamaz…Hakaretler, küfürler, alaycı ifadeler kullanılır, bağıran kişinin kişiliğine bağlı olarak…Kolay kolay da sakinlemezler…Hırslarından, cam çerçeve indirenleri de olur…Tir tir titreyip tepinenler de…

Ben bu yaşıma kadar kavgadan uzak durdum…Ancak zaman zaman bazı kavgaların içinde buldum kendimi…Bunlar ya öğretmen arkadaşlarımın, ya öğrencilerimin, ya da komşularımın arasında oldu…Kavga eden kişileri izlediğimde, üzülürdüm…İnsan, nasıl bu hale gelebilir diye…Siz de bilirsiniz…Kavga esnasında gözler fal taşı gibi açılır, damarlar belirginleşir, kaşlar çatılır, yumruklar sıkılır…Karşı tarafa zarar vermek için elden ne gelirse yapılır… Bazen çok küçük, önemsiz nedenlerle de çıkabilir kavgalar…Ne yazık ki sonra büyür, büyür, kontrol edilemez bir hale gelir…Kesici aletler ya da ateşli silahlar kullanılan kavgalarda yaralanma ve ölüm kaçınılmaz hale gelir…Ölenin de öldürenin de sadece kendisi değil, onların aileleri de büyük zarar görür…

Kavga edenleri izlemekten zevk alan anlaşılmaz insanlar da vardır…Videoya çekenler, fotoğraf çekenler. tezahüratta bulunanlar, ıslıkla teşvik edenler de bizim insanımızdır…Kavga devam ederken, onların ”Vur, vur, vur!..” sesleri ortalığı inletir…Polisler gelip kavgayı yatıştırıncaya kadar da bu garip ilgi sürer…Horozları, köpekleri dövüştürüp zavallı hayvanları kanlar içinde bırakan ve bu kavgayı mutlulukla izleyen beyinlere yerleşmiş acayip bir illetin kalıntısıdır bu ilgi…Hiç hoşlanmadığım, eleştirdiğim, çok kızdığım bir davranıştır, bu olmaz olası ilgi…

Evliliklerinin ilk günlerinde bir arkadaşım eşiyle önemsiz sayılabilecek bir nedenle tartışmış…Eşinin çok sinirlendiğini ve bunu da kontrol edemediğini fark edince, sakinleşmesi için ona zaman vereyim düşüncesiyle evi kısa süreliğine terk etmiş…Ancak, bu duruma çok sinirlenen eşi, kontrolden çıkıp evin ne kadar camı varsa kırmış, salonda bulunan vazoları, bibloları bahçeye fırlatmış…Apartman sakinleri ne oluyoruz, diyerek daire kapısına dayanmışlar…Onlara da eline ne geçerse fırlatmış eşi…Apar topar herkes evine dönmüş…Arkadaşım, bir süre sonra, eşinin sakinlediğini düşünerek eve dönmüş…Kırılan camları gördüğünde eşine bir şey oldu kaygısıyla daire kapısına koşturmuş…Kapıyı eşi açmayınca anahtarını kullanarak içeri girmiş…Bakmış ki yatak odasında yanında bir kutu boş uyku ilacı ile boylu buyunca uzanıyor…Hemen acile götürüp hastanede midesini yıkatmış ve onu tekrar hayata döndürmüş…Çok yıpratıcı bir olay, yaşananlar…O nedenle , arkadaşım, o günden beri karısıyla tartışmaya girmiyor…Haklısın karıcığım, deyip susuyor…Onun bir delilik yapmasından korkuyor…Kavgacı eşine boyun eğmek zorunda kalıyor…Zor bir durum…

Kavgaların ince bir ayarı var…On beş dakikayı geçmeyen ve çok sık olmayan kavgaların evliliğe iyi geldiğini söylüyor uzmanlarımız…Bu ince ayarı tutturabilmek elbette çok önemli…Her ikisi de bağıran kavgacı eşlerin evlilikleri ise yürümüyor, kopuyor fazla uzun sürmeden…Birinin bağırıp diğerinin sustuğu evlilikler de yürüyor; ama kör topal yürüyor, yıllarca…Tabi buna yürüme denirse…

Kavga ile sonuç almaya çalışmak, ilkelliktir…İnsana yakışmaz…İzleyenler için hoş bir manzara da oluşturmaz…Tabi bu benim yorumum…Geçenlerde bir öğretmen arkadaşım, sevmediği bir arkadaşının müdür beyle kavgasını ne büyük keyifle izlediğini anlattı… Üzüldüm…Bana göre, neden ne olursa olsun, bir kavgayı mutlulukla izlemek doğru değil…

Kavga etmeyip düzeyli tartışmayı mutlaka öğrenmeliyiz…Sorunlarımızı konuşarak çözmek elbette en güzeli…


Asım ERDOĞAN




Hem kişiye hem de yakın çevresine zarar veriyor, içine kapanık ruh hali...Sosyalleşememek, öz güveni oluşturamamak, duygu ve düşüncelerini açıklayamamak gerçekten zor bir durum...Düşünebiliyor musunuz? Düşüncelerinizi ve d
uygularınızı karşı tarafa aktarmada zorluk yaşıyorsunuz, kızarıyorsunuz, bozarıyorsunuz, sesiniz titriyor, yutkunuyorsunuz velhasıl her türlü olumsuzluk sarıveriyor bütün vücudunuzu...Titremeler de cabası...O anda, neler hissetmez ki insan...Kendine kızar, yetiştirilme tarzına kızar, uyanık, sosyalleşmiş insanlara imrenerek ya da kıskanarak bakar...Kısaca, yaşamı zindan eder kendine...

Hacettepe Üniversitesi'nde Yüksek Lisans yaparken, bir arkadaşım vardı, verdiğim özellikleri taşıyan...Çok iyi bir insandı; ama sıkılgan, bayan arkadaşlarla konuşması sırasında heyecanlanan bir kişilik yapısı vardı arkadaşım Ahmet'in...Zayıftı...Çocukken geçirdiği nefrit hastalığı nedeniyle kilo alamıyordu...Soğuk içeceklerden uzak durmak zorundaydı...Herkes buz gibi suları içerken o, ılık da değil, ısıtılmış su içerdi...Çok çabuk hastalanırdı...Bütün bu olumsuzluklar, onu ister istemez içine kapanık hale getirmişti...Ben, yakından ilgilenirdim, Ahmet'le...Bir tek bana açılırdı...Çünkü diğer arkadaşlarım dalga geçerlerdi zayıflığıyla...İbrahim hariç...O da benim gibi, sıcak bir yaklaşım gösterirdi Ahmet'e...Zamanla, samimiyetimiz arttı...İbrahim ve benim yanımda kahkahalar atabilir hale geldi...Yüz hatlarında gülümseten mimikler oluşmaya başladı...Mutluydu...Onu anlayabilen arkadaşlarını nihayet bulabilmişti...Grubumuza da isteyerek katıldı...Uyardığımız arkadaşlarımız da olumlu davranmaya başlayınca, Ahmet, grup içinde de mutlu olmaya başladı...

Gel zaman git zaman, çok ilginç bir şey oldu...Ahmet, kız arkadaşlarımızdan Gülşen'e ilgi duymaya başladı...İlk ben hissettim bakışlarından...Sanıyorum, Gülşen de hissetmişti ilgisini...Korkuyordum, karşılıksız bir aşka tutulmasından...Gülşen'in Ahmet'e karşı davranışlarını hemen gözlem altına aldım...Onun da sanki Ahmet'e ilgisi var gibi görünüyordu...Bu durum cesaret verdi bana...Önce Gülşen'le konuştum...Evet, yanılmamıştım, ilgi duyuyordu Ahmet'e...Bu ilgisi, acıma duygusuyla oluşmamıştı çok şükür...Sonra Ahmet'e durumu aktardım...Gülşen'in de onu sevdiğini söyledim...Çok mutlu oldu...Ağladığını saklamaya çalışsa da ben fark ettim...Ona doğru bakmadım...

Ertesi gün Gülşen, evlenme teklif ederse, kabul edeceğini söyleyince, Ahmet'e durumu aktardım..."Bak Ahmet! Yanıtı belli olan bir teklifte bulunacaksın...Cesaretini topla ve Gülşen'e evlenme teklifini yap..."dedim… Tamam, dedi, sevinerek…Gün ve yer ayarladık...Ahmet'le Gülşen'i oraya gönderdik...Biz İbrahim'le sonuçtan emin bekliyoruz...İki saat sonra Gülşen geldi; ama suratı asıktı...Eyvah! Ne oldu? derken Gülşen açıkladı: "Gittik, oturduk...Ahmet'in teklifi yapmasını bekledim; ama o, teklifte bulunmadığı gibi, masayı terk edip gitti...Çok bozuldum..."dedi… İnanılır gibi değil, nasıl olurdu böyle bir şey! Bir telefon kulübesinden telefon ettim Ahmet'e...Ağlayarak konuştu..."Teklif edemedim; çok zorladım kendimi; ama teklif edemedim...Sonra da kendime kızıp masayı terk ettim..."dedi...

Gülşen'e dönerek, görüyorsun durumu dedim...Gülşen gülerek, çağır onu hemen, aynı yere gelsin, dedi...Yeniden telefon ettim ve son durumu Ahmet'e aktardım...Sonrası çok ilginç...Bunlar buluştular ve Gülşen, Ahmet'e evlenme teklifinde bulundu, Ahmet teklifi kabul etti ve kısa bir süre sonra evlendiler...

Şimdi durumları nasıl derseniz, çocukları olmadı ne yazık ki; ama çok mutlular… Antalya'ya yerleştiler...Orada her ikisi de öğretmenlikten emekli yaşamlarını sürdürüyorlar...İçine kapanık olmak, gerçekten zor bir durum…

Richard Benedici diyor ki: “İnsanın yapabileceği en büyük fenalık, kendisine olan güvenini kaybetmesidir…” Doğru söze ne denir?..

Asım ERDOĞAN




Yaşamımız boyunca çok başarılı oyunlar sergileriz, değme tiyatroculara taş çıkartırcasına…Performansımıza kendimiz bile şaşarız zaman zaman…Gülerken ağlamayı, sevmezken çok seviyor gibi görünmeyi ustalıkla başarırız…Telefonla arkadaşımız aradığında, annemize, kardeşimize, eşimize “Evde yok de!..” diyen biz değil miyiz?..Komşumuzun evimize geleceğini öğrendiğimizde “Evimde şöyle bir rahat oturamayacak mıyım?..Akşam akşam bir de onlarla mı uğraşacağız?” dırlanmalarından sonra akşam olduğunda onları güler yüzle karşılayan, üstelik “Ne iyi ettiniz de geldiniz!..” diyen biz değil miyiz?..Gerçekten iyi oyuncuyuz hepimiz…Sahte gülücükler, mutlu yüz ifadeleri, övgüler havalarda uçuşurken, yüreklerimizde aynı kıpırdanışların olmaması çok hazindir…Aslında çok üzmeli bu durum bizleri…Ama biz hiç de üzülmeyiz ve bu tür oyunlarda baş rol oynamaya bayılırız…Hoş olmamasına rağmen nedense normal gelir, iki yüzlü davranış biçimi bize…Sorgulamayız, bu yüreğimizle ve beynimizle tezat oyunculuk yeteneğimizi…Küçüldüğümüzü fark etmeyiz…Özeleştiri yapmayız…Neden böyle davranma gereği duyuyoruz diye utanmayız…

Bir yakınımız çok yaşlı…İki maaş alıyor her üç ayda bir…Üç evladı var…İkisi kız, biri oğlan…Kızlar evlenmişler yuvalarını kurmuşlar…Çoluk çocuğa karışmışlar…Oğlan en küçükleri ve henüz bekar…Kendisi İzmir’de yaşıyor…Annenin bütün bakımını iki kız kardeş üstlenmiş…O Ankara dışında olduğu için türlü mazeretlerle annesinin sorunlarını görmezden gelmiş, kafasını kuma gömmüş, kız kardeşlerine hiç acımadan…Ancak, annenin üç aylığını alacağı günden bir gün önce Ankara’ya gelip ihtiyacı olan parayı almayı da hiç ihmal etmemiş bu sorumsuz delikanlı…Tek erkek evlat olmanın ve bekar olmanın avantajını kendi menfaati için kullanmış…Komşum anlatıyor…”Bir gün o da evde iken Gülten Teyze’yi ziyarete gittim…Öyle dil döküyordu ki annesine…Onu ne kadar sevdiğini, hep onu düşündüğünü ustalıkla anlatıyordu…Şaşırdım kaldım…Gülten Teyze’nin de ona zaafı var herhalde…Yüzünden gülücükler hiç eksik olmuyordu, onunla konuşurken öyle mutluydu ki…Niçin bu çocuk maaşımı alacağım günün öncesi bana geliyor, sonra da parayı alır almaz çekip gidiyor?..diye düşünmüyordu...Oyuncu çok başarılıydı…Hayret ettim doğrusu…Kızları onun bütün bakımını üstlenmesine rağmen, Nurten Teyze’nin onları değil de oğlunu daha çok sevmesi, anlaşılır bir durum değil…”

Eşimle bir üniversite kantininde oturuyoruz…Yanımızdaki masada gençler sohbet ediyorlar…Kahkahalar yükseliyor zaman zaman o masadan…Mutlu oldukları her hallerinden belli…Bir genç daha masaya geliyor usulca…Elleri masaya dayalı sandalyede oturan bir kızla belli ki özel konuşuyor…Bir süre sonra her ikisi de arkadaşlarıyla vedalaşıp masadan ayrılıyorlar…Masada oturanlar hemen başlıyorlar ileri geri konuşmaya…”Görüyor musun Aylan’ın Ergun’e yaptığını?..Bu nasıl yüzsüzlük…Hem onunla hem de Mehmet’le çıkıyormuş…İkisinin de gönlünü hoş tutmayı başarmış…Kimseye belli etmemesi hayret doğrusu!..Ne oldu işte, Ergun önünde sonunda gerçeği öğrendi ve hesap sormak için Aylan’ı aldı götürdü…Vallahi Ergun iyi çocuktur, ona çok acıyorum…” deyince eşimle göz göze geldik…Nasıl bir terbiyesizlik bu diye!..Zaman elbette birçok çok şeyi değiştiriyor; ama bu oyunculuktaki değişmeler gerçekten çok şaşırtıyor bizleri…Hazmedemiyoruz yapılanları…

Arkadaşım anlatıyor: “Benim bir yakınım var…Kayınvalidesini hiç sevmez…Bana da sürekli ondan yakınır, durur…Her şeye karıştığını, ileri geri konuştuğunu, ipleri hep kendi elinde tutmak istediğini söyler…Ben de onu teselli ederdim…Eşini seviyorsa ona katlanması gerektiğini, işlerine karışmasını isterse önleyebileceğini, mutluluğunun her şeyden önemli olduğunu söylerdim…Bir gün kayınvalidesi ile birlikte gördüm onu…O benim gördüğümün farkında değildi…Öyle ilgi gösteriyordu ki kayınvalidesine…Bir yanlışlık olmasın, yoksa bu kadın onun kayınvalidesi değil mi? dedirtecek bir samimiyet sergileniyordu gözlerimin önünde…Oyuncu başarılıydı…Kayınvalide de çok memnun bir yüz ifadesiyle damadıyla gurur duyuyordu…” Evet dedim arkadaşıma, hep oyuncu olduk bu dünyada…Aldattık karşımızdakileri…İçimizden geçenlerle dilimizden dökülenler farklı oldu çoğu zaman…Dürüst olamadık…Dobra dobra doğruları söyleyenleri hiç sevmedik…Aldatılmaya hazır olduk…Kandırıldık…Oyuncular cirit attılar etrafımızda…Sadece izledik biz onları…Evet sadece izledik…

Yürekten gelmiyorsa sözcüklerin hiç bir hükmü yoktur…O halde insanın yüreğini görebilmeyi başarmalıyız…Dudaklarından dökülecek sözcüklerin kaynağı ne?..İrdelemeliyiz…Zordur insan ilişkileri…Ortada bu kadar iyi oyuncu varken…

Asım ERDOĞAN



Antanio Fogazzias: “Büyük şeyler meydana getirmek için acı ve ıstırap çekmek gereklidir…” diyor…Bu söze katılır mısınız bilmem; ama pek çok kişinin de böyle düşündüğü bilinen bir gerçek…O güzelim aşk şiirlerinin şairleri, hep aşk acısı çekmişlerdir…Unutulmaz romanların yazarları, bire bir yaşamışlardır ana kurguyu…O nedenle güzeldir o şiirler, o romanlar…Aşk ve ölüm şairi olarak bilinen Ümit Yaşar Oğuzcan’ın, büyük oğlu Vedat'ın 1973 yılında intiharından sonra ölüm temasına ağırlık vermesi, ünlü yazar Yaşar Kemal’in olağan üstü Çukurova romanlarındaki büyülü atmosferi ve gerçekliği ortaya koyarken, kendisinin çocukluğundan itibaren, ırgatlık, amele başılık, pirinç tarlalarında su bekçiliği, arzuhalcilik, öğretmenlik, kütüphane memurluğu yapmış olması, Tolstoy’un ünlü romanı “Savaş ve Barış”ı yazdıktan sonra bunalıma girmesi ve 1977 yılında yayınlanan “Anne Karenina” adlı romanında da bu bunalımın izlerinin belirgin şekilde görülmesi tesadüfi değildir elbette!..

Ülkemizde hapse girmeyen ve bu acıyı yaşamayan şair ve yazar sayısı çok azdır… İstanbul’un tanınmış gazeteciler arasına giren Kemal Tahir, 1937’de İzmir’de öğretmenlik yapan Fatma İrfan Akersin ile ilk evliliğini yaptı; ancak bu evlilik Kemal Tahir’in 1938’de hapse girmesi nedeniyle devam etmedi ve 1940 yılında boşanma ile sonuçlandı…Orhan Kemal, babasının, 1930’da Ahrar Fırkası'nı kurmak ve gazete çıkarmak yüzünden öldürülme korkusuyla Suriye’ye geçmesi üzerine, ortaokul son sınıfta öğrenimini yarıda bırakmak zorunda kaldı... Bir süre Suriye ve Lübnan’da yaşadı… 1932’de Adana’ya döndü… Burada, işçilik, dokumacılık, ambar memurluğu ve katiplik yaptı… 1939'da ilk şiirlerini de yazdığı askerliği esnasında, komünizm propagandası yapmak suçlamasıyla 5 yıl hapse mahkum oldu… Kayseri, Adana ve Bursa cezaevlerinde yattı…Yaşar Kemal, 1950’de komünizm propagandası suçlamasıyla tutuklandı… 1951’de cezaevinden çıktıktan sonra İstanbul’a yerleşti…Sıkıntılı dönemi hiç bitmedi…

Nazım Hikmet Ran, Kara Harp Okulu öğrencileri arasında propaganda yaptığı iddiasıyla yargılandı, Harp Okulu Askeri Mahkemesi'nce 15 yıl, ardından Donanma içinde faaliyette bulunduğu iddiasıyla da Donanma Komutanlığı Askeri Mahkemesi'nce 20 yıl olmak üzere toplam 35 yıl hapis cezasına çarptırıldı…Cezası Türk Ceza Kanunu'nun 68 ve 77 maddeleri uyarınca 28 yıl dört aya indirildi (1938). Demokrat Parti'nin iktidara gelmesinden sonra çıkarılan af yasası (1950) kapsamına alınması için aydınlar tarafından açılan büyük bir kampanyanın ardından, hukukçular yasal yollara başvurdu, bu arada Nâzım Hikmet de hapishanede açlık grevine başladı... Sonunda Nâzım Hikmet'in geri kalan cezası affedildi ve şair 13 yıl hapislikten sonra özgülüğüne kavuştu…Serbest bırakıldıktan sonra iş bulamayan, kitap çıkaramayan şair için bu kez askerlik kararı alındı… 50 yaşında ve hasta olan Nâzım Hikmet çok zor durumda kaldı... Öldürülmekten korkan şair, kendisine hayran olan Refik Erduran 'ın önerisini kabul etti ve onun yardımıyla bir motorla Karadeniz'de seyreden Romanya bandıralı bir gemiye binerek Tükiye'den ayrıldı...Nâzım Hikmet, vatan hasretiyle 3 Haziran 1963’te Moskova'da öldü...

İntihar eden şairler ve yazarlar da vardır… Hemingway tutkulu bir yaşamın ardından 1961 yılında Ketchum/Idaho’da kendini av tüfeği ile vurarak yaşamına son verdi… "Silahlara Veda" romanı yazarının av tüfeğiyle intiharı çelişkili bir ruh halini de yansıtır aynı zamanda… Robert E. Howard: Amerikalı yazar, 'Conan' başta olmak üzere pek çok çizgi kahramanın yaratıcısıydı… Annesinin ağır hasta olduğunu öğrenince bunalıma girdi… Ona olan düşkünlüğü ondan sonra bir hayat yaşamasına izin vermeyecek kadar büyüktü… Annesinin ölümünü görmemek için 30 yaşında intihar etti… Son sözleri şunlar oldu: “Her şey olup bitti, ölüleri yakacak odunların üstüne yatırın beni, ziyafet sona erdi, söndürün kandilleri..” Romain Gary: Dünya çapında tanınan bir yazardı… Eski eşi Jean Seberg'de tutkuyla bağlıydı…Eşinin ölümden bir yıl sonra 65 yaşında Paris'te yaşamına son verdi… Ardından bıraktığı notta 'Çok eğlendim… Hoşça kalın ve teşekkürler…' yazıyordu…

Jack London: tüm zamanların en çok okunan romancısı olarak kabul edilir…'Dişisine kötü davranan tek hayvan insandır' sözünün sahibidir…Yazdığı kitaplardan çok para kazanmasına rağmen 40 yaşında ilaç içerek yaşamına son verdi… Beşir Fuad: Ateistti…Kaderin insanın elinde olduğunu kanıtlamak için bileklerini keserek intihar etti… Öldüğünde 45 yaşındaydı… Ziya Gökalp: 27 yaşında tabanca ile intihara teşebbüs etti… Ölene kadar kafasındaki kurşunla yaşadı…

Ben, şairlerin ve yazarların yaşam öykülerini öğrenmenin, en az onların şiirleri ve romanlarını okumak kadar önemli ve değerli olduğunu düşünürüm…

Ne dersiniz?

Şairler ve yazarların yaşam öyküleri, şiirleri ve romanları kadar ilginç gelmiyor mu size de?..


Asım ERDOĞAN




Bir şarkı kitabım var benim, içinde şarkı sözlerinin olduğu…Çok severim, zaman zaman şarkılarla haşır neşir olurum…Doyumsuz aşklar, karşılıksız sevgiler, övgüler, yergiler, özlemler, sitemler, kızgınlıklar, mutluluklar, ayrılıklar, vedalar vb. serenad eder o şarkı sözlerinde…Gözyaşı ile kahkaha iç içedir…Yaşamın her damlası ılık ılık akmıştır şarkı sözlerine…Zaman içinde değişen, başkalaşan, hatta basitleşen şarkı sözlerine inat, bir abide gibi durur onlar…Hüznü de neşeyi de öyle bir aktarırlar ki yüreklere, etkilenir göz yaşı döker ya da pür neşe oluruz…Bestelenmiş halleri, daha bir yürek yakıcıdır…Mırıldandıkça şarkıları, rahatlarız…Huzur doldurur yorgun yüreklerimizi…Fasıllı bir akşam yemeğinde kim mutlu olmaz ki?..Müzik eşliğinde hep beraber söylediğimiz şarkılar, bizim yaşamımızın bir özeti değil midir?...Evet yaşamımızın bir özetidir fasıl geceleri…Çocukluğumuzun, gençliğimizin, aşklarımızın, yalnızlıklarımızın, ayrılıklarımızın, acılarımızın, sevinçlerimizin bir film şeriti gibi akıp gittiğini fark ederiz hepimiz…Onun için çok mutlu oluruz…Onun için özleriz fasıl gecelerini…

“Bir bahar akşamı rastladım size/Sevinçli bir telaş içindeydiniz…/Derinden bakınca gözlerinize/Neden başınızı öne eğdiniz!..”şarkısı, ne kadar incedir, naiftir…Derinden bakış ve utanış ancak bu kadar güzel anlatılabilir…Suat Yener’in anlatımıyla bu şarkının öyküsü şöyledir:” Fuat Edip, 19-20 yaşlarında iken rüyasında çok güzel bir kız görür… O gördüğü kıza gönlünü kaptırır… Yıllarca o kızı bulma hayaliyle yanıp tutuşur; fakat bulamaz… Ailesi ona baskı kurar ve zorla evlendirilir…Bir bahar akşamı Fuat Edip'in yolu, Acıbadem'deki Çamlıca Kız Lisesi'nin önünden geçer… Okul zili çalmış ve öğrenciler evlerine gitmek üzere dağılmaktadır... Tam bu sırada Fuat Edip'in gözüne bir kız ilişir… Bu kız, yıllar önce rüyasında gördüğü kızdır… Şair, adeta donakalır, kendinden geçer… Onun bu halini fark eden öğrenci de mahcubiyetten boynunu eğer… Fuat Edip, artık yaşlanmış haliyle kıza bakar kalır… Artık her şey için çok geçtir… Adeta beyninden vurulmuş bir halde yoluna devam ederken o bilinen mısraları mırıldar:"İçimde uyanan eski bir arzu/Dedi ki yıllarca aradığın bu/Şimdi soruyorum büküp boynumu/Daha önceleri neredeydiniz?..” Etkileyici bir öykü…Aslında hepimizin yaşamından bir kesit!...Şarkıların diline ilgi duymamızın önemli bir nedeni de bu değil mi?..

“Ada sahillerinde bekliyorum/Her zaman yollarını gözlüyorum/Yarim seni seviyor, istiyorum/Beni Şâd et Şadiye’m başın için…” diye başlayan hareketli şarkıyı da bilirsiniz!..Fasıllarda hep söylenir…Kimdir bu bekleyen?..Şadiye kim?..Onun da öyküsünü aktaralım, izin verirseniz…Bengü Dağlı bu konuda iki öykü olduğunu söylüyor…Öykülerden ilki şöyle:” Şadiye zengin bir konağın kızıdır… Suat ise fakir bir gençtir… Kader ikisini bir yaz Ada'da buluşturur ve birbirlerine âşık olurlar... Fakat babası, kızını Suat Bey'e vermek istemez… Kış geldiğinde ise Şadiye ve ailesi Ada'dan ayrılır... Suat ise yaşadığı adada kalır… Ve Ada’nın sahilinde hep Şadiye’nin ona geleceği günü bekler…Bu arada mektuplarla haberleşmeye devam ederler… Fırtınalı bir akşam Suat Bey bu aşkın ızdırabına dayanamaz ve kendini denizin azgın sularına bırakır… Ertesi sabah, dün fırtına nedeni ile gelemeyen tekneden Suat'a bir mektup gelmiştir… Bu Şadiye’nin mektubudur… Mektupta Şadiye "Suat, babamı nihayet izdivacımıza ikna ettim, gelip beni ailemden isteyebilirsiniz.." yazıyordur…

İkincisi de şöyle:” İstanbul’a ve denize âşık sevgililerden hanım kişi bir şekilde bir gün denizde kaybolur… Hikâyenin erkek kahramanı ise kendisini sahillere vurur... Şile’den Prens Adaları’na kadar bütün sahillerde biçare dolanır ve sevdiceğini bekler… Bir ümit bir gün denizden çıkar gelir diye, fakat sevdiği gelmez… Kahrına dayanamayacak hale gelince bu sözleri yazar… O meçhul insanın kaybı ne kadar derinse, Türk sanat müziğinin kazancı da o kadar büyük olur…Hangi öykü geçerli olursa olsun, bunlar aslında hepimizin öyküsüdür…

“Ölürsem yazıktır sana kanmadan/Kolların boynumda halkalanmadan/Bir günüm geçmiyor seni anmadan/Derdine katlandım hiç usanmadan/Diyorlar kül olmaz ateş yanmadan/Denizler durulmaz dalgalanmadan…”şarkısının bir öyküsü var mıdır bilmiyorum…Ancak, bu şarkı sözlerine biz, yaşadıklarımızdan bir öykü çıkaramaz mıyız?..Elbette çıkarırız…Kim sevdiğine kanmadan ölmek ister?..Bununla ilgili pek çok öykü yazabiliriz…Çünkü biz bu şarkı sözlerinin içindeyiz zaten…Yaşıyoruz bire bir…Şairler, güfteciler, besteciler bizim insanımız değil mi?..Sadece yaşadıklarımızı onlar daha iyi aktarabiliyorlar bizim adımıza…Onun için değerliler zaten…Onun için baş tacımızlar…

Her şarkı sözünde bir yaşam öyküsü vardır…”Şarkı Sözleri” kitabının kapağını açtığımda başlar öyküler dizi dizi…İzlerim onları, mutlu olurum…Kitabın kapağını kapattığımda bir süre gözlerimi kapar, düşünürüm…Sonra öyküler kurgularım şarkı sözlerinden…Bizim öykülerimizi…Oluşturduğum her öykü huzur verir bana…

Asım ERDOĞAN



Bir şarkı var, hepiniz bilirsiniz…”Söyleyin yıldızlar, sevgilim nerde?../ Beklerim onu hep pencerelerde…” diye başlar bu şarkı…Beklemek acıtır yürekleri…Hele beklenenin ne zaman geleceği belli değilse…Pencereler bir büyür, bir küçülür…Gelen herkes heyecan uyandırır…Beklenen sanılır; ama hep hüsranla sonuçlanır bu heyecan…Yoktur beklenen…Pencereler, müjdeli habere kurguludur…Pervazlarda, hercailer, çuha çiçekleri, karşılama töreni için çoktan hazırdır…Kurumuş çiçekler ayıklanır, itina ile sulanır, saksıdaki topraklar, havalandırılır….Çiçekler üzerindeki su damlacıkları hasret yüklüdür, özlem yüklüdür…Katıksız ve saf sevgi yüklüdür…Zaman ağır işler…Saatin tik takları bile duyulur odanın sessizliğinde…Sigara bir elde…Fotoğraf albümü bir elde…Özlem harmanlanır fotoğraflarla…Anıların dansı başlar albümün dans pistinde…Beklenen pencerenin gerisindedir…Umutlu bekleyiş sürer, bugün olmazsa yarın…Elbet bir gün gelecektir beklenen…Pencerelerde asılı durur umut…

Hamile bir anne adayı, bebeğin her tekmesinde heyecanlanır…Onu dünyaya getireceği anı bekler…Geçmek nedir bilmez zaman…Bebek, gelişimini tamamlar ve doğum anı gelir çatar…Bu sefer, doğum sonucu merak edilir ve büyükbaba, büyükanneden başlayan bir bekleyiş başlar ailecek…Sevinçle endişenin iç içe olduğu bir bekleyiş…Baba adayı doğum odası önünde gergindir…Eşi ve bebeğinin sağlıklı doğum sonucunu bekler…Son derece mutlu ve son derece heyecanlıdır…Zaman ağır geçer, sürünür adeta…Bebeğin doğumu yeni bekleyişlere gebedir…Bekleyiş bekleyişi doğurur…

“Én büyük asker bizim asker” sloganıyla vatan görevine uğurlanır Mehmetçiklerimiz…Geride gözü yaşlı; ama gururlu bir anne, nişanlı ya da evli genç bir kadın ve çocuklar bırakır…Gururludur her iki taraftakiler…Kutsal görevi tamamlayarak dönmenin huzurunu yaşamak isterler…Günler bir bir sayılır…Beklenir terhis günü geçmek bilmeyen zaman süresince…Şehit haberi de ulaşabilir, gazi haberi de…Zordur bu bekleyiş…

Sınava giren çocuğunu dışarıda bekleyen anne-baba, sınav süresince dokuz doğurur…Hem çocuklarının sınavda iyi sonuç almasın isterler hem de sağlıklı ve moralli çıkmasını…Zaman içerdeki için su gibi akıp giderken ve yetmezken dışarıda bekleyenler için sıkıntılıdır…Kaplumbağa hızında ilerler sanki…Zaman öyle bir işler ki bilinmezlik tik takları yüreklerde atar…Bekleyiş, geleceği de belirler…Beklersiniz…Çocuğunuzun geleceğidir aslında beklenilen…

İşsizsiniz…İş görüşmesinden döndünüz…Sizi arayacaklarını söylediler…Bekliyorsunuz…Öyle bir bekleyiştir ki bu…Sancılı, gergin, umutla umutsuzluğun kol kola olduğu anlar…Gününüz geçer; ama normal geçmez…Her çalan telefon zili heyecanlandırır sizi…Koşarsınız, arayan beklediğiniz yer değildir…İsteksizce konuşursunuz…Laf olsun diye…Bekleme süresi belli de değildir…Hiç aranmayabilirsiniz de…Bekleyiş sürer…Sizi hiç düşünmeden…

Evlilik teklifinde bulundunuz…Yanıtını bekliyorsunuz…Yanıt olumlu olabilir de olmayabilir de…Beklersiniz…Yanıtın olumlu olması için ettiğiniz duaların haddi hesabı yoktur…Evet mi yoksa hayır mı?..Bilemezsiniz…Arayamazsınız da…Sadece beklersiniz…Çok zordur bu bekleme anı…

En zoru da ölümü beklemektir…Ya kendiniz için ya da bir yakınınız için…Yatağa mahkum haliniz, ölümü çağrıştırır ister istemez…Kendiniz iseniz bu..Sevdiklerinizden ayrılma durağında bekliyor gibi hissedersiniz…Oysa, yapacak daha o kadar çok işiniz vardır ki…Evlatlarınızın mürüvvetini göremediğiniz için, torunları kucağınıza alamadığınız için, çocuklarınıza ve eşinize doyamadığınız için ya da başka nedenlerle ölmek istemezsiniz…Ancak organlarınız bir bir terk eder sizi…Ölümü beklersiniz ister istemez…Acılarınız çoğaldıkça ölümü bir kurtuluş olarak görürsünüz…Yaşam kaliteniz düşer…Dünyanız yatağınız ve yatağınızın bulunduğu oda büyüklüğündedir…Her şey boştur…Pencereden dışarı bile bakmak istemezsiniz…Sevdiğinizin eli ellerinizde ölümü beklersiniz…Bekleme ne kadar sürer bilemezsiniz…

Eğer bir yakınınızsa ölümü beklenen, üzülürsünüz onun adına…Gün görmeden bu dünyadan göçüp gidecek, diye düşünür, kahrolursunuz…Elinizden hiçbir şey gelmez…Mum gibi erir sevdiğiniz…Farklılaşır yüz hatları…Kaybettiği kiloları geri getiremezsiniz…Bir zamanlar çok beğendiğiniz, aşık olduğunuz kişi, size veda etmektedir…Gidişini izlersiniz…Odanın dışında dökülür göz yaşları…Ona hep iyisin, çok iyisin dersiniz…Oysa o da bilmektedir iyi olmadığını…Ölümü beklemektedir…Bugün mü yoksa yarın mı?..Onun hesabını yapmaktadır…Bekleyiştir bu…Bekleyişlerin en acısı…

Sevgili dostlar!..Beklediğiniz her ne ise, size mutluluk versin, huzur versin, neşe versin…Beklediğinize değsin…

Asım ERDOĞAN




Eşimle her Cumartesi-Pazar, Oran ormanına yürüyüşe gideriz…Ormanın doğal ortamı enerji verir bize…Her yaştan insan olur bu yürüyüşlerde…Cıvıl cıvıl bir ortam…Tek tek ya da gruplar halinde yürür insanlar…İçten günaydın diyenlerle hiç selam bile vermeden geçenleri görürsünüz yürürken karşılaştığınızda…Hoş karşılarsınız her iki tutumu da…Kuş sesleri, doğanın dinginliği, sabah saatlerinin içi gıdıklayan tatlı serinliği hoşunuza gider…Yaşamak ne güzel!..Doğa ne harika dersiniz sık sık!..Oksijen bolluğu ciğerlerinizde bayram havası estirir…Nefes borunuzdan içinizi yakarak akciğerinize ulaşan oksijen, çok mutlu eder sizi…Bu nedenle çok severim sabah yürüyüşlerini…Benim için aynı zamanda iyi bir gözlem yeridir yürüyüş yolları…İnsanları incelerim oldukça eğlenceli bir biçimde…Her bir duruş, her bir tavır, her bir konuşma dikkatimi çeker, üzerinde düşünmeye, yorum yapmaya sevk eder beni…

Yine böyle bir gün önümüzde yürüyen iki kişi sohbet ediyorlar kuş sesleri arasında…”Emeklilik nasıl gidiyor ?..diye soruyor yanındakine genç olanı!..Yanıt verirken mutsuz, şöyle diyor orta yaşlı bey: “Emekliliği batsın!..” Bu yanıt, onun emeklilikten hiç memnun olmadığını açıkça ortaya koyuyor…Düşünebiliyor musunuz?..Emekli olmuşsunuz ve bu durumdan hiç hoşnut değilsiniz!..Ne büyük mutsuzluk bu…Ömrün geri kalan bölümü bu mutsuzlukla nasıl geçer?..Hazırlıksız bir emekliğin sonucu bu üzücü durum… Karamsar ve iç karartıcı yaklaşım biçimi…Onun adına kaygılanıyorum, ister istemez… Bu umutsuz yaklaşımın onu ne kadar rahatsız ettiğini elbette tahmin edebiliyorum…Eşi ve varsa çocukları adına üzülüyorum…

Emekli olmadan önce, bir hazırlık dönemi yaşamalı kişi…Ücretinin çok düşeceğini, çalışırken gördüğü itibarın azalacağını ya da hiç kalmayacağını, emekli olduktan sonra nasıl bir yaşantı içinde olacağını, eşiyle ters düşmemek için gerekirse onun da fikrini alması gerektiğini, emekli olan kişilerle emeklilik hakkında bilgi almasının ve kararı ona göre vermesinin yararlı olacağını bilmesi gerekir…İrdelemeden, sağlıklı değerlendirmeler yapmadan, ekonomik yönden destek sağlamadan alelacele verilen emeklilik kararları ne yazık ki hüsranı da beraberinde getiriyor…

Evi olmayan kira veren bir emekli, üstelik tek maaş ile geçinmek zorunda kalıyorsa, ek bir geliri de yoksa, bankada gerekirse takviyelerde bulunabileceği tasarrufu yoksa, hobilerini iyi tespit edememişse, çocuklarının maddi durumu da kendisinden destek bekleyen bir durumda ise, çok ıstıraplı bir döneme adım atıyor demektir…Hem kendisine hem ailesine yazık eder, kahrolur, rahatsız olur ve yaşantısı işkenceye dönüşür…Ona kendisini mutlu edeceğini düşündüğü resim, müzik vb. kursları da bir fayda sağlamaz…

Emekli olduktan sonra memur zihniyetiyle ticaret yapmaya kalkanlar, her gün herhangi bir lokale takılıp okey ya da tavla oynayanlar, evde oturup, eşine karışan, eleştiren, bağıran çağıranlar, emeklilikte aradığını bulamayıp ekonomik sıkıntı içinde yaşamını sürdürmek zorunda kalanlar huzursuz olurlar ve sevdiklerini de huzursuz ederler…Hassas bir karardır emeklilik!..Dikkatli olmalı, oldu bittiye getirilmemelidir…

Emekli olunca ne ya da nelerin kazanılıp, ne ya da nelerin kaybedileceği iyi değerlendirilmelidir…Yoğun iş temposundan dolayı eşine, çocuklarına ve hobilerine yeterince zaman ayıramayan bir kişi, ekonomik açıdan kendisini ayarlayabilmişse, örneğin bir kira geliri varsa, bankada yeterli tasarrufu varsa, çocuklarının geleceklerini garanti altına alabilecek bir düzen oluşturabilmişse, emekli olduktan sonra çok mutlu olacak ve tüm zamanını sevdiklerine ayırabilmenin huzurunu yaşayacaktır…Geçim sıkıntısı olmayacak ve hobileriyle uğraşabilecektir…Çalıştığı dönemlerde har vurup harman savurduğu için emeklilikte iki yakası bir araya gelmeyen, borç içinde yaşamını sürdüren, çocuklarının yardımını bekleyen emekliler için ne yazık ki yapılabilecek hiçbir şey yoktur…Yaşam bir kabustur onlar için…Emekliliğe zorlanan, istemeden emekli edilen kişiler de var elbette!..Onlar için üzülmemek elde değil…Yine de her şeyi düşünerek, her çalışan, çalışırken tasarruf etmeli ve ne yapıp edip mutlaka ev sahibi olmalıdır…Hiç olmazsa emeklilikte küçülen maaşla kira ödemek zorunda kalmamalıdır. Aksi taktirde evden dışarıya çıkamayan, muhtaç emekli haline gelirler…Acıdır; ama ne yazık ki gerçektir bu durum…

Her ne kadar yasa ile emekliliğe yaş sınırı getirilerek artık istenilen anda emeklilik önlemişse de ben yine de mutlu bir emekli olarak, tüm çalışanlara, emekli olmadan önce kendilerini emekliliğe çok iyi hazırlamalarını tavsiye ediyorum…Çünkü emeklilikte yaşanabilecek bir mutsuzluk, sağlığı da olumsuz yönde etkilemekte yaşamı çekilmez hale getirmektedir…Aman dikkat!..

Gençler adına ise çok üzülüyorum…Ya çok geç iş buldukları için ya da doğru dürüst bir iş bulamadıkları için onların emekliliği bile görebilecekleri kuşkulu…Ne yazık ki gerçek bu…

Asım ERDOĞAN



Nazım Hikmet, bu kadar seviliyor muydu yaşarken?.. Onun ne sıkıntılar çektiğini bilenler acı acı gülümseyerek yanıt verecekler bu soruya…”Vatan Haini” diye yaftalandığını anımsayarak…Çağdaş Türk resminin en önemli ressamlarından Erol Akyavaş’ın , ölümünden yaklaşık 12 yıl sonra müzayedelerin gözde sanatçısı olması da hiç şaşırtıcı gelmedi bizlere…Nobel ve Plutzer ödülü sahibi Ernest Hemingway’in, hayatın boş olduğuna dair yoğun duygular içine girip 62 yaşındayken av tüfeğiyle intihar etmesi hiç de utandırmadı bizleri?.. İngiliz edebiyatı’nın en önemli kadın yazarı, Virginia Woolf’ün, “Yaşamak neden böyle içler acısı?..Neden bir uçurumun yan başından geçen daracık bir yol gibi?..Kendimi sana doğru savuracağım yenilmeksizin ve boyun eğmeden ey ölüm…” diyerek intiharı da ders olmadı bizlere?..Çünkü hâlâ bilmiyoruz, yaşayan sanatçıların değerini…Değer kazanmak için ölmeyi bekliyorlar dizi dizi, sıra sıra…Üzülüyorum, bunun farkında olduğum için…

Sanatçılarımızın yaşarken değerini bilmiyoruz, orası tamam da çok yakınınızdaki sevdiklerinizin değerini biliyor musunuz?..Olumlu yanıt vermekte zorlanıyorsunuz, öyle değil mi sevgili dostlar?..Çok sevdiğinizi söylediğiniz yakınlarınızı üzüp onları göz yaşlarına gark etmiyor musunuz?..Sitemleriniz, acımasız söylemlerinizle hırpalamıyor musunuz onları?..Şimdi bilmeyecekseniz değerini sevdiklerinizin ne zaman bileceksiniz?.. Ölmeleri mi gerekecek bunun için…

Şimdi gözlerinizi kapatın ve bir an, evinizde, iş yerinizde, çevrenizde çok sevdiğiniz dostlarınızın öldüğünü varsayın…Artık, onları bir daha göremeyeceğiniz düşüncesi bile çıldırtır sizi…Hemen açarsınız gözlerinizi…Kabullenemezsiniz, bu yok olup gitmeleri…Evet! Sevgili dostlar!..Değerini yaşarken bilelim sevdiklerimizin, el üstünde tutalım onları…Yaşama sevincimizin kaynağı olduklarını asla unutmayalım…Onların özellikle manevi desteklerine öyle ihtiyacımız var ki bunu asla aklımızdan çıkarmayalım…

“Bir yakınımız severek evlendiği kocasından daha sonra kendine uygun bir eş olmadığı gerekçesiyle soğudu…Onu beğenmemeye, aşağılamaya başladı…Eşi ona göre olmayabilirdi; ama iyi bir insan olduğu her halinden belliydi… Sabırlı bir insan olduğu için de her şeye katlanıyor, hakaretlere karşılık vermiyordu…Bizi çok üzüyordu bu durum…Çocuklar da annelerinin telkiniyle babalarını saymıyorlar, tersine düşman gibi bakıyorlardı ona…Yine de o, çocukları için deli divane oluyor, kötü davranamıyordu… Bir babanın aşağılanması aslında çok kötü bir davranış biçimiydi ve ne anneleri ne de çocuklar bunun farkındaydı…Dışarıdaki tüm alışveriş işleri babaya aitti…Yine böyle alışverişe çıktığı bir gün trafik kazası sonucu hayatını kaybetti…Cenazesi defnedilirken ne eşi ne de çocukları üzgündü…Bir hafta sonra herkes cenaze evinden ayrıldı…Kocasının ölümünden sonra mutlu olacağını düşünen kadın, davranışları nedeniyle ona kızan akrabaları tarafından ziyaret edilmedi…Aradan yıllar geçti, çocuklarının da çeşitli nedenlerle evden ayrılmasından sonra yalnız kaldı ve bunalıma girdi…Öğrendiğimize göre şimdi iki günde bir eşinin mezarına gidip dua ediyormuş…Değerini bilemedim senin, diye ağlıyormuş…” neye yarar bu pişmanlık?..Çünkü, her şey şimdi boş ve anlamsız artık!..

Sabahleyin kalkar kalkmaz ilk işim eşime ve kızıma sarılmak olur… Her an değerlerinin farkındayım; çünkü…Onlar benim yaşama sevincim, hiç incitmek istemem …Kıyamam, onlara…Her sabah sağlıklı ve mutlu gördüğüm için Tanrıma şükrederim…

Yaşarken değerini bilelim sevdiklerimizin!..Elimizden bir sabun gibi kayıp gitmeden…


Asım ERDOĞAN




Sanırım çiçek sevmeyen yoktur sevgili dostlar!.. Sevmenin ötesinde bende derin bir hayranlık da uyandırır çiçekler…Nasıl hayranlık duymazsınız, karda açan kardelen çiçeğine, su üzerinde gelin gibi süzülen nilüfere?..Kayaların dibinde yaşamak için isyan edercesine açan kır çiçeğine, tarlaların süsü gelinciğe, yaz ve kış bahçelerimizi halı gibi kaplayan rengarenk menekşeye, yazlıkların olmazsa olmazı sardunyaya, zarif görüntüsüyle papatyaya, muazzam orkideye, lale, karanfil, gül, yasemin çiçeği ve zambağa nasıl hayran olmaz insan?..Doğanın mucizesi onlar…Aşkın, sevginin dile gelişi…Ruhun dinlendiricisi, dünyada cennetin habercisi onlar…Çiçeklerimiz, şarkılarımızın, isimlerimizin de ana kaynağı…Bir buket çiçek, her ziyareti anlamlandırır, güzelleştirir, ziyarete zarafet ve incelik katar…En katı gönülleri yumuşatır…Özür dilemenin, kırgınlıkları gidermenin en kestirme yoludur, bir buket çiçek…

Çiçeklerin taşıdıkları anlamlara ilişkin merak, kısa sürede 800 çiçeğin anlamının belirlenmesine ve tüm dünyada ortak bir çiçek dili oluşmasına da yol açmıştır… İşte bazı çiçeklerin anlamları: “ Beyaz gül, masumluk; kırmızı gül, aşk; pembe gül, gönlüm sende; sarı gül sıcak sevgi; beyaz karanfil, temizlik saflık; kırmızı karanfil, sevgi; pembe karanfil, içtenlik; sarı karanfil, hüzün; anemon, gençlik; beyaz glayör, dostluk; kırmızı glayör, istek; pembe glayör, zarafet; sarı glayör, kıskançlık; mor glayör, inanç; orkide, mağrur, gururlu; ağlayan gelin, isyan; Nilüfer, gelecek, yenileme; beyaz lale, saflık, temizlik; kırmızı lale, seni seviyorum; pembe lale, anlayış; sarı lale, gerginlik; menekşe, alçak gönüllü; kamelya, mağrur; lilyum, güven; gerbera, iyimser; frezya, suçsuzluk; beyaz krizantem, sadakat; kırmızı krizantem, sessiz istek; sarı krizantem, karşılıksız sevgi; mor krizantem, burukluk; altın kadeh, umut; fulya, unutma “

Renklere göre de anlamlandırılmış çiçekler: “ Pembe, şefkat; beyaz, saflık, temizlik; mavi, yumuşak başlılık; yeşil, ümit ve istikbal; mor, dul; altın sarısı, sevinç, bolluk; kırmızı, aşk; siyah, üzüntü…”

Tarih boyunca çiçeklerle iç içe olmuş insanoğlu…Kendi yaşamına katmış onları…Arzularına, isteklerine, sorunlarının çözümüne, sevgisine, aşkına katmış çiçekleri…Zarafetin, inceliğin simgesi olmuş çiçekler…Sevgili dostlar!..Nerede bir çiçek görsem okşamadan duramam onları…Yüreğime alırım hemen…Fotoğraflarını çekerim… Arşivlerim dizi dizi…Evimizin bahçesine diktiğim her çiçek, ayrı bir haz verir bana…Her gün büyümelerini izlerim…Açtıkları gün, öper, koklar, narince dokunarak severim, ellerimle hayat verdiğim çiçeklerimi…Doğanın armağanıdır bize onlar!..Korumamız ve değerini bilmemiz gereken armağan…

Bir Çin atasözü var çok beğendiğim: “Gül sunan bir elde, daima bir miktar gül kokusu kalır…”


Asım ERDOĞAN


Serçe çok küçük bir kuştur bildiğiniz gibi…Ürkektir, sürekli etrafını gözetlemek, kollamak zorundadır…Çelimsiz vücudunun, her canlıya anında yem olabileceğinin farkındadır…Buna rağmen yine de öter cik cik diye…Sevgi nağmeleri sunar tutunduğu incecik dal üzerinde…Diğer serçeler de eşlik ederler bu nağmelere…Hep birlikte, bir o ağacın dalına, bir bu ağacın dalına konarlar…

İçi su dolu küçük iki testi, bahçemizde onlar için bekletiliyor…Gelsinler sularını içsinler diye…Öyle güzel bir manzara oluşturuyor ki onların su içerken çıkardıkları seslere, eşlik amaçlı kanat çırpmaları…Ben izlerken, onlar su içerken aramızda oluşan manevi bağ, sevgiden başka ne olabilir?..

Geçen gün, o serçelerden birini bir kedinin ağzında gördüm…Hareketsiz duruyordu…Kedi mutlu, yuvasındaki yavrularına taşıyordu onu…Acıdım serçeye…Yavrularına yiyecek olarak serçeyi götüren kediye de kızamadım…Ne yapsın o da bir anne idi!..Yavrularını beslemek zorunda olan bir anne!..İşte o andan itibaren kedi ile benim aramda oluşan manevi bağın adı da sevgidir öyle değil mi?..

Sevgi çok yüce ve aynı zamanda çok karmaşık bir duygu…Çeşit çeşit aynı zamanda…Anne sevgisi, kardeş sevgisi, arkadaş sevgisi, evlat sevgisi, dede ve büyük anne sevgisi, torun sevgisi, vatan sevgisi, bayrak sevgisi, hayvan sevgisi, doğa sevgisi vb. sevgiler, birbirlerinden elma, armut gibi farklıdırlar…Birinin diğerine benzer yönleri vardır; ama asla onun aynısı değildir…”Anneni mi daha çok seviyorsun, babanı mı?..” sorusu hep sorulur çocuklara nedense…Sanki iki sevgi benzer de birini tercih etmesi gerekir gibi…Oysa anne sevgisi ve baba sevgisi farklı iki sevgidir, karşılaştırılamaz…

Bir sokak köpeğini tekmeleyen bir kişi ile onu seven, gerekirse besleyen arasında ne büyük bir bakış açısı farkı vardır…Sevgi, yüreğinizde yuvalanmışsa, doğa da tüm canlılar da muhteşem görülür size…Şurası bir gerçek ki sevgi, yüreğinizi ne oranda işgal ediyorsa, siz de o oranda insan oluyorsunuz…Gerçek insani özelliklere ancak o sayede ulaşıyorsunuz…Sevgi, yaşama sevincinizin harcıdır…Sevgi, paylaştıkça çoğalan bir özelliktedir…

Güneşin batışı ve doğuşu sevgi dolu yürekleri titretir adeta…Kızıllığın mavi ile yer değiştirmesi ve bunu yaparken güneşin raksederek dağların arasından süzülüşü ve kayboluşu, ne kadar güzeldir…Mardin’de Mezopotamya manzaralı güneşin doğuşu, Ayvalık Şeytan Sofrası’nda güneşin batışı doğa harikasıdır…Bu manevi hazzın adı sevgiden başka ne olabilir?.. Manavgat Şelalesi’nin gürül gürül akışına, denizin orta yerinde karadan uzak lacivert denize ve Karadeniz’de Kaçkar dağlarının yamaçlarında açan renk renk kır çiçeklerine duyulan duygunun adı da sevgidir…Üzerlerine düşen çiğler ise sevginin birer busesidir adeta…

Kan akıtan caniler ne kadar zavallıdır…Kin, nefret, intikam, hırs ile yüreklerini doldurup sevgiye yer bırakmayanlar, şeklen insandır…Ruh inceliği olmayan, kabadayılık, maçoluk davranış biçimini benimseyen, acımasız, gaddar, kendinden başkasını düşünmeyen, bencil insanların sevgisiz yürekleri birer kan pompalayıcıdır sadece…Evet! Sadece birer kan pompalayıcı…

Sevgi çiçekleri, rengarenk açmaya devam edelim…Bu sayfa hepimizin…Yüreklerimizdeki sevgileri kar topu gibi büyütelim…Tomurcuklarımız olan arkadaşlarımızı grubumuza ekleyelim…Çiçek tarlasına dönsün sayfamız!..

Budha diyor ki: “İçinde sevgi barındıran için, bütün dünya tek bir ailedir…”


Asım ERDOĞAN