YAŞAMDAN DAMLALAR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
YAŞAMDAN DAMLALAR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster


Yalan Dünya dizisinde herkesin sevgilisi oluveren Vasfiye Teyze, bam telimize dokundu adeta…”Ne çektin be!..Ne yapacan mecbuuur!..” sözleri ile Vasfiye Teyze yaşamımızdaki ortak derdi dile getirdi…Her yere her şeye uygulanır oldu bu sözler…Sloganlaştı…Nedeni çok basit…Evet, hepimiz çok çektik…Çekmeye de devam ediyoruz…En zengin aileler de bile aile reisinin, neler çektim ben bu serveti oluştururken, yakınmasını duyarsınız…Fakir ailelerin ise her ferdi her zaman dik durmak zorundadır…Bir mücadeledir yaşam…Hepimiz yaşarız bu mücadeleyi…Çırpınırız yaşama tutunabilmek için…Biliriz ki tutunamazsak yaşama, ayakta duramayız…Sendeler, yıkılırız…

Çok çektik gerçekten…Kimimiz bir çorbaya bile muhtaç olduk zaman zaman…Annem anlatır bana… Evlendikten bir süre sonra ayrı eve çıkmak zorunda kalmışlar…Hiç eşyaları yokmuş yeni evlerinde…İlk gün yiyecekleri bile olmamış…Bir komşu fark etmiş garipliklerini…Kapılarını çalmış…Tepsi içinde iki kase çorba ve ekmek vermiş annemle babama…Hiç unutmam o günü ve o anı der annem…”O çorba uğurlu geldi bize…Ertesi gün, babanın maaşının artmasına neden olan yeni ek gelir imkanı doğdu ve o sayede toparladık kendimizi…Ve sıkıntı yaşasak da çoğu zaman, bugünlere geldik…Sizleri yetiştirdik ve yaşama tutunmanızı sağladık çok şükür…” Doğru, yaşama tutunduk…Ama biz de çektik sıkıntılar…Eşimle kenetlendik ve atlattık…Hâlâ bir mücadelenin içindeyiz…Dimdik ve kararlı…Çekmeyen var mıdır?..Hiç sanmıyorum…

Yazının giriş bölümünü okurken, büyük bir olasılıkla, içinizden ama belki de yüksek sesle “Ben de çok çektim…Ne mücadeleler verdim bir bilseniz!..” diyorsunuzdur…Çünkü ne zaman böyle bir konu açılsa, hemen biz de ileri atılır, neler çektiğimizi sıralamaya başlarız…Kimimiz iş bulamamıştır, kimimiz işinden atılmıştır, kimimiz iflas etmiştir, kimimizin hastalık yakasına yapışmıştır, kimimiz evladından, kimimiz gelininden, kimimiz kaynanasından eza cefa görmüştür… Kimimizin eşi sarhoş, kimimizin eşi vefasızdır…Kimimizin o kadar çok derdi vardır ki ahtapotun kolları gibi vücudun her yerini sarmıştır…Vasfiye Teyze’nin sözlerinin bu derece tutmasının ana nedeni de budur…

Çileli bir yaşamın öyküsünü aktaracağım sizlere: “ Doğumundan hemen sonra annesi vefat ediyor bu kişinin…Babasını da 3 yaşındayken trafik kazasında kaybediyor…Küçük yaşta hem annesiz hem de babasız kalıyor…Babaannesi ve dedesi üstleniyorlar bakımını…Ellerinden geldiği kadar koruyor ve kolluyorlar onu…6 yaşına giriyor çocuk…Ancak babaanne kanser hastalığına yakalanınca dayısı devralıyor çocuğun bakımını…Başka bir şehirde yaşamak zorunda kalıyor çocuk…Başka bir ev, başka bir tutum ve davranış…Yenge, çok gaddar davranıyor ona…Kendi çocuklarının onun yüzünden yeterince beslenemediklerinden şikayet ediyor ve ona kısıtlı yemek veriyor…Dayının bu durumdan haberi yok tabi…Zayıflıyor giderek çocuk…Dayı doktora götürüyor ve zayıflama nedenini öğreniyor ondan…Yeterince beslenemediği gerçeği çok üzüyor onu…Okul başlama yaşı da geldiğinden masraflar giderek kabarıyor ve yine başka bir şehirde oturan çocuğun amcasına mektup yazarak durumu aktarıyor…Amca, olumlu yaklaşmıyor ve bakamayacağını cevabi mektubunda belirtiyor…Babaannenin vefatının ardından dede de çok yaşamıyor ve o da yaşamını yitiriyor…Her ikisinin yaşadığı ev miras olarak çocuklarına kalınca, amca yumuşuyor ve çocuğu evin hatırına yanına alıyor…Çileli yılların ardından sürekli burs kazanarak, amcasına yük olmadan okuyan çocuk, gençlik yıllarında ek işlerde çalışarak masraflarını karşılıyor ve amcasının bütçesine katkı da sağlıyor…Ancak, amcasının kızı kendisine aşık olunca amca bunu fark ediyor ve onu evden onu kovuyor…

Hem okuyup hem de ek işten aldığı para ile hayatını zar zor sürdüren delikanlı, hiç takılmadan üstelik birincilikle Hukuk Fakültesi’ni bitirip Avukat oluyor…Kısa zamanda sevilip sayılıyor…Antalya’ya yerleşiyor, evleniyor, bir de çocuğu oluyor…Tam 42 yaşında beyin kanaması geçiriyor ve hastanede yapılan tüm müdahalelere rağmen kurtarılamıyor…

Hepimizi üzdü bu gerçek yaşam öyküsü, biliyorum…O aramızdan seçilen sadece bir örnek…Daha niceleri var kim bilir bilmediğimiz çileli yaşamlarını sürdüren?..Öyle değil mi?..

Vasfiye Teyze, evet hepimiz çok çektik gerçekten!..Senin de neler çektiğini bilmiyoruz bu dünyada!..Çekmeyen insan yok çünkü…Ama ne yapacan, çekeceeen, mecbuuur!..


Asım ERDOĞAN










Öğrencilerimle ilk dersimde sohbet ederdim…Birbirimizi tanımadan derse geçmezdim…Karşılıklı merak böylece giderilmiş olurdu…Sorardım onlara en son okudukları kitabı, yazarını, içeriğini…Aldığım yanıtlar şaşırtırdı beni…Hangi gazeteyi okuduklarını, hangi sıklıkla, yani günlük mü haftalık mı aldıklarını sorardım…Köşe yazarlarını sorardım…Hangi sayfadan gazeteyi okumaya başladıklarını sorardım…İlginç yanıtlar alınca, üzülürdüm onlar adına…Fark ederdim okumadıklarını…Ya da istenilen biçimde okumadıklarını…Ülkemin geleceğini oluşturacak gençlerin bu hali, kaygılandırırdı beni…

Kitap okuduğunu söyleyip yazarını bilmeyenler, gazete okuduğunu söyleyip köşe yazarlarını bilmeyenler, gazeteleri okumaya spor, magazin sayfasından başlayanlar, bir iki gazete dışında başka gazete adını bilmeyenler, kitapçılara ders kitapları alma dışında uğramayanlar, sadece tek gazete okuyarak belli bir görüşe angaje olanlar, karşıt görüşe tahammülü olmayanlar, objektif değerlendirme yapamayanlar, siyasetle hiç ilgilenmeyenler, benim çok canımı sıkardı…Nasıl olur böyle bir şey?..Hayret ederdim…Bir insan okumadan nasıl durabilir ve bunun eksikliğini nasıl hissetmez?..Olacak şey mi?..Kitapsız bir dünya oluşturup bu dünyanın dar kalıpları içinde yaşamak ne ıstırap verici bir durum!..Ufku genişletmemek ne büyük eksiklik…Eve döner, eşime yana yakıla gençlerin bu halini anlatırdım…Önce okuma sevgisini aşılamalıyım onlara, der, hemen uygulama planları hazırlardım…

Bir gün sınıfa girdiğimde, öğrencilerimin beni çok mutlu eden sürpriziyle karşılaştım…Sıralarında oturmuşlar, sevgi dolu gözlerle bana bakıyorlardı…”Hayrola çocuklar!..Nedir sürpriziniz…” dedim…Bir okuma listesi vermiştim onlara…Hep birden çıkardılar aldıkları kitapları…Sıralar kitaplarla doldu…Alkışladım onları, onlar da beni alkışladı…Alkış sesini duyan okul müdürü sınıfımıza geldi…Meraklanmış…Durumu anlattım kendisine…Mutlu bir şekilde odasına geri döndü…Hemen bir sınıf kitaplığı oluşturduk…Kitaplıktan sorumlu kişileri seçtik…Babası marangoz olan bir öğrencim, kitaplık dolabı yapımı için babasına rica edeceğini söyledi…Ben de küçük bir not yazdım…Kitaplar kaplanacak, üzerleri etiketlenecek, defter tutulacak, ödünç alınan kitaplar, okunduktan sonra iade dilecek ve hemen o kitap başka bir öğrenciye verilecek…Yıl sonuna kadar her öğrenci en az 30 kitap okumuş olacak…Her şey tamamdı…Kitaplığı oluşturmuş, dolabı da büyük bir ihtimalle halletmiştik…O gün eve çok mutlu döndüm…Bir şeyleri başarmanın mutluluğuydu bu…Huzur doldu yüreğim…

Bir başka okulda öğrencilerime kütüphane alışkanlığı kazandırmayı amaçladım…Dersine girdiğim sınıfları bizzat başlarında bulunarak “İl Halk Kütüphanesi” ne üye olarak kaydettirdim…Hem günlük gazeteleri okuyabilecekler hem de ödünç kitap alabileceklerdi…Zaman zaman ders çalışmak için de gelebileceklerdi…Okul kütüphanesini de zenginleştirmek için kurumlara dilekçe yazdım ve resmi kurumlardan ücretsiz kitap alarak, kütüphanedeki kitap sayısını artırdım…Okul kütüphanesi ve İl Halk Kütüphanesi öğrencilerimin uğrak yeri oldu…Ödevler de bu iki kütüphanede hazırlandı…Yorucu bir çalışma oldu benim için…Ancak meyvaları öyle tatlıydı ki…

Yaşamımdan damlalar sundum size…Her damla bir emek, her damla sevgi, deneyim…Öğretmenlik mesleğinin huzurunu yaşadım her daim…Mesleğimi ve öğrencilerimi çok sevdim…Onlarda gördüğüm her olumlu parıldayış mutluluk verdi bana…Okuma saatimizde kitap okurken ligiyle izlerdim öğrencilerimi…Okuma sevgisini aşılayabildiğim için sevinçten kıpır kıpır olurdu yüreğim…Duygulanırdım…Sessizce gözyaşlarımı silerdim…


Asım ERDOĞAN






2006’da vefat eden Gazeteci Güzin Sayar, yıllar önce Saklambaç gazetesindeki “Feride” adlı dertleşme köşesinin adını “Güzin Abla Dertlerinizle Baş başa” olarak değiştirdi…Öyle bir ilgi gördü ki bu sayfa…Yalnız kalplerin dert ortağı oldu Güzin Sayar…Onların sorunlarına çözüm bulmaya çalıştı…Yol gösterdi…Hataları varsa uyardı…Yeri geldi kızdı, sanal da olsa kulaklarını çekti, onların…Güzin Sayar’a öylesine gönül verdi ki okurlar, 16 Temmuz 2006 tarihinde aramızdan ayrılmasına rağmen beğeni toplayan köşesi kapatılmadı…Güzin Sayar’ın kızı Feyza Algan’ın devraldığı köşe, aynı konseptte bugün de devam ediyor...Köşenin adı da değişmedi…Yine Güzin abla…Öyle anlaşılıyor ki sorunlar da değişmedi…Üç aşağı beş yukarı aynı sorunlar…Ancak eş cinselliğin, uyuşturucu bağımlılığının kaynaklık yaptığı yeni sorunlar da dile getirilmeye başlandı bu köşede…

Gönderildiği söylenen mektuplar gerçek midir? Kurgulanmış mıdır? Hep merak etmişimdir…Öyle düzgün ifadeler içeriyor ki mektupla anlatılanlar, sorunu yaşadığını söyleyen kişinin bunu yazamayacağını düşünüyorsunuz…Ya da bu mektuplar, ifade bozuklukları düzeltildikten sonra yayınlanıyor…Ben ikinci olasılığı daha güçlü görüyorum…Yani bu mektuplar, düzeltmeler yapıldıktan sonra okurlara sunuluyor...Sorunlar da ilginç…”Sevgilisi, aşık olduğum genci sürekli üzüyor, hırpalıyor…”, ” Bir erkek sürücünün tacizine uğradım…”,” Ben eşime aşığım, eşim ise başka bir kadına…”,”Lezbiyen olmak istemiyorum…”,”Görücü usulüyle evlendim zamanla severim sandım…”,” Eşim bana inat kumar oynadığını söylüyor…” bu ve buna benzer sorunlara çözüm aranıyor, Güzin Abla köşesinde…

Sevgili dostlar!..Hiç düşündünüz mü?..Kimler bu köşeye mektup gönderip sorunlarına çözüm arar diye?..Anne-babasıyla kişisel sorunlarını paylaşamayanlar, ruhsal ve cinsel açıdan bilgi eksikliği olanlar, internet ve onun olanaklarından habersiz olanlar, psikolojik ve cinsel sorunlarına çare arayabilecekleri doktora gitme olanakları olmayanlar ya da bir şekilde götürülmeyenler çareyi bu köşelerdeki yazarlarda arıyorlar…Onu da sonra nasıl okuyabildiklerini merak ediyorum doğrusu…Öyle sorunlar ortaya konuluyor ki bu köşede…Ağzınız bir karış açık kalıyor…Bu nasıl olabilir diye…Üzülüyorum…En güzel yılları heba olan gençlerimize…Bazı sorunlar da abartılıyor mu yoksa cahillikten mi bilmiyorum…”Yok artık!..” dedirtecek türden…Eğer bunlar doğru ise ne oldu bizim toplumun ahlâk anlayışına diyerek hayıflanıyorsunuz…

Bir soruna beraber bakalım…Mektupta olay şöyle anlatılıyor: “Eşim geçen yıl, aramızda hiçbir problem yokken, benden boşanmak istediğini açıkladı… İlk aşkını yeniden bulmuş, tekrar görüşmeye başlamışlar, ona hâlâ aşıkmış...Bana karşı dürüst davrandığını, kalbi onunlayken evliliğimize devam edip beni kandırmak istemediğini söyledi…Aslında görüştüğü o kadın da evli, iki çocuğu var ve eşinden boşanmak üzere…Bunları duyunca o kadına ulaştım… Birkaç kez görüştük.. Ona eşimi kötü biri olarak tanıttım; çok içki içtiğini ve beni sürekli dövdüğünü söyledim… En önemlisi de, “Sen ilk değilsin, beni defalarca aldattı” dedim…Eşim inkâr etmesine rağmen kadın bana inandı… Çok tartıştılar ve kadın sonunda bıraktı eşimi…Ayrıldıklarını bilmeme rağmen, tekrar bir araya gelmemelerini garantiye almak için kadının eşini de arayıp her şeyi anlattım… Adam duyduklarından sonra kadını ev hapsine aldı…O zamandan beri eşim içine kapanık biri olup çıktı… Şu anda evde iki yabancı gibiyiz.. Bunu dile getirmiyor; ama benden nefret ettiğini hissediyorum…Ben genç bir kadınım, bir yandan ömrümü bu şekilde geçirmek istemiyorum, bir yandan da boşandığım anda eşimin o kadına gideceğini, evleneceklerini bildiğim için dayanmaya çalışıyorum... Bu durumu kabullenemiyorum, “Benim ne suçum vardı?” diye isyan ediyorum… Üstelik eşimi hâlâ seviyorum… Tavsiyelerinize çok ihtiyacım var…”

Bu kişiye ne tavsiye edilebilir…Yapacağını yapmış zaten…Güzin Abla köşesinde yanıtları ben vermeyi istemezdim…Ama Feyza Algan, annesinden edindiği deneyimle güzel güzel yanıtlar veriyor…Kolay gibi görünen zor bir iş…

Herkesin bir Güzin Ablası vardır mutlaka…Olmayan da ne yapsın, mektup yazıyor…Keşke onların da sorunlarını anlatabilecekleri bir dostu olsaydı…Dertleşebilseydi…Birlikte değerlendirme yapabilselerdi…Keşke…


Asım ERDOĞAN










Sisli hava gizem yüklüdür…İki metre ötesinde ne olduğunu bilememek öyle gerer ki insanı…Eğer bir otomobil kullanıyorsanız yavaşlar, sürekli tetikte yol alırsınız…Heyecan doruktadır…Endişe sarar bütün vücudu…Koltuğunuzda diken üstünde oturursunuz adeta…Sürücünün, göremiyorum dediği andaki yaşadığı korku ve panik, otomobil içindeki herkesi bir anda sarar…Nefesler tutulur…Sis, sihirli bir büyü gibi dalga dalga otomobilinizi sarar, hayal meyal görüntüler eşliğinde yol alırsınız…Güvenli bir bekleme yerine ulaşabilmeyi öyle arzularsınız ki…Çünkü siste yol almak, yıpratıcıdır, yolculuk zevkini sıfıra indiren kabustur; manevi bir işkencedir…Sis, çekildikçe görebilme oranınızla birlikte mutluluğunuz da artar ve derin bir nefes alırsınız…

“Sarmış yine âfâkını bir dûd-ı muannid/Bir zulmet-i beyzâ ki peyâpey mütezâyid/Tazyikının altında silinmiş gibi eşbâh/Bir tozlu kesâfetten ibâret bütün elvâh/Bir tozlu ve heybetli kesâfet ki nazarlar/Dikkatle nüfûz eyleyemez gavrine, korkar…” diye başlayan Tevfik Fikret’in “Sis” şiiri gelir aklıma…Fikret'e göre, Abdülhamit korktuğu için milleti sindirmiş, anayasayı ortadan kaldırmış, ordu ve memur sınıfını da siyasi mahkum derecesine düşürmüştü…Memleket meselelerine kayıtsız olan gençlik ise kadın peşinde koşmaktaydı...Baştan sona kadar nefret hissi ile dolu olan ''SİS'' hicranlı annelere, kimsesiz ve avare çocuklara karşı olan merhamet hissi ile sona erer…''SİS'' şiirinde Fikret, Meşrutiyet'ten önceki sanatının doruk noktasına erişir…Tevfik, İstanbul’a “mel’un şehir” olarak bakar… Kasvetli,karanlık,köhne,kokuşmuş manzaranın üzerinde sis, nefret ve lanet dolu bir biçimde dolaşır…Ahlaksızlıkları, kötülükleri örter…İstanbul’a bu kötü bakış, daha sonraki dönemlerde de etkisini sürdürür…

Yaşamımızda da sis perdeleriyle örtülü alanlarımız vardır…Göremediğimiz, bilemediğimiz bu alanlarda bir fikir beyan etmemiz asla mümkün olamaz…Yeni tanıdığımız bir kişinin arka bölümü sis perdesiyle örtülüdür…Tanıdıkça, perde kalkar ve onu her yönüyle tanıma dönemi başlar…Bizi yeni tanıyan kişi için de bu geçerlidir…Haliyle o da sizin sis perdesiyle kaplı bölümlerinizi göremez…Güven duygusunun oluşabilmesi için perdenin tamamen ortadan kalkması gerekir…Dostluk mertebesine ulaştırdığımız insanlar, bizim için berraktır, şeffaftır…Elbette, ön sezilerimizle sis perdesini aralayabildiğimiz anlar da vardır…”Bu kişiyi gözüm tutmadı, iyi bir insana benzemiyor.” yargısını oluşturuveririz hemen…Kılığı, kıyafeti, davranışları, sis perdesiyle örtülü bölümleriyle ilgili ip uçlarını verir bize…Genellikle yanlış da yapmayız bu yargıyı oluştururken…Çünkü, kişi ne kadar sis perdesiyle örterse örtsün çirkinliklerini, çoğu zaman ele verir, konuşmaları, davranışları ve kötü bakışları…Uzun uzadıya tanıma isteği de duymayız bu kişilere karşı…

“Anasına bak kızını al, kenarına bak bezini al!” atasözümüz de sis perdesini aralamamıza katkı sağlar…Evlilik düşündüğünüz kızın ya da erkeğin annesi daha genelde ailesi, o kızın ya da erkeğin sis perdesini büyük bir oranda aralar…Kız, gerçekten anneye çok benzer, onun davranışlarıyla örülüdür karakteri…Her ne kadar zaman zaman anlaşmazlıklara düşseler de bu böyledir…Küçük muhitlerde evlilikler bu nedenle daha kolay gerçekleşir…Herkes birbirini tanır, sis perdesi dağılır gider bu nedenle…Oysa büyük şehirlerde öyle mi?..Bu kimdir?..Neyin nesidir?..Annesi, babası kimdir?..Hangi şehirde ikamet etmektedirler?..Hangi yörenin adetlerini benimsemişlerdir?..bilemezsiniz…Sis perdesi çok yoğun bir şekilde örtülüdür…

Kurt sisli havayı sever, derler; ama biz kurt değiliz ki sisli havadan yararlanalım…İnsanız ve ne yazık ki sisli havada önümüzü görememekten dolayı sürekli hatalar yapmaktan kurtulamayız…

Asım ERDOĞAN





Sorunu olmayan insan yoktur…Önemli olan sorunları çözmek için yeterli morale sahip olup olmadığımızdır…İncir çekirdeğini doldurmayacak sorun ya da sorunların altında kalan bir kişiyle, devasa ölçülerdeki sorun ya da sorunları çözen bir kişi, yaşama tutunma ve yaşamı özümseme konusunda ne kadar farklıdır?..Ezilen, morali bozuk, sorunlara olumsuz bakan, hep kahreden kişi, kendini çok mutsuz hisseder…Sorunları çözen, çıkabilecek sorunları da kabullenerek hemen çözüm için kolları sıvayan, güçlü, iradeli bir kişi de kendini çok mutlu hisseder…Moralli olmak, çözüm için ön şarttır…

Eğer, sabah kalktığınızda sabah serinliği ve yeni yeni çevreyi ısıtmaya başlayan güneş, kuş sesleri, açık pencereden içeriye giren tertemiz hava sizi mutlandırmıyorsa, tersine güne homurdanarak, canı sıkkın hatta evde kim varsa onlara bağırıp çağırarak başlıyorsanız, sorunun küçük ya da büyük olmasının ne önemi var…Yaşama bakış açınızla baştan kaybetmiş oluyorsunuz zaten!..Nereye bakarsanız bakınız, artık her şey olumsuz görünecektir gözünüze…Hiç unutmuyorum, yıllar önce çıktığımız bir Karadeniz gezisinde, mendebur, her şeye olumsuz bakan orta yaşlı bir adam:”Canım ne var ki bu Karadeniz’de anlamıyorum, çalı çırpı, ağaç dalı, taş, toprak vb. demişti…İnanamamıştım duyduklarıma…Oysa biz eşimle çocuklar gibi şendik…Yeşilin her tonunu görmüş, tertemiz havayı solumuş, yaylalara, koyuna, keçiye, üzerine çiğ düşmüş çiçeğe hayran kalmıştık… O halde nereye baktığınızın hiçbir önemi yok, önemli olan o baktığınız yere nasıl baktığınızdır, öyle değil mi?..

Bazı kişiler, karşılaştıkları sorunu çözmek için gayret sarf etmek yerine, içki ile kendilerini uyuşturma davranış biçimini seçerler…Elbette çok yanlış bir seçim olur bu!..Nitekim, herkes gibi ben de onların bu davranışını, her zaman çok yadırgamış ve eleştirmişimdir…Sabahleyin kalktıklarında mevcut sorun, karşılarına dikilmeyecek midir?..Üstelik, kendilerine olan güveni de zedeleyecekleri için sorun daha da büyüyecek ve çözülemez, içinden çıkılamaz bir hale gelecektir…Ailelerinin üzüntüsü de buna eklenecek sorun daha da dramatik bir hal alacaktır…Bir arkadaşım, sırf bu nedenle büyüyen sorunlarıyla baş edememiş ve yanlış üstüne yanlış yaparak, mevcut sorunlarına bir de sağlık sorununu eklemiştir…Çözülebilecek sorunlarına zamanında müdahale edememenin sonuçları çok acı olmuştur onun için…

Huzurlu bir ortam, moral için ön koşuldur…Sorunlarımızın, huzurumuzu bozmayacak bir şekilde çözülmesi gerekir…Paniklemeden sorunu değerlendirmek, çözüm için önlemler planlamak, ailenin desteğini almak, kararlılıkla çözüm önerilerini uygulamak ve moralimizi yüksek tutmak, beklenen ve istenen bir davranış biçimi olacaktır…Bunu başarmalıyız…Sorunların altında ezilmemeliyiz…Kuşkusuz, sorunlar çoğunlukla çözülebilir niteliktedir…Önemli olan, bizim sorunlara bakış açımızın doğruluğu ve uygulama sırasındaki dayanıklılığımızdır…

Kimimiz bir şarkı dinlediğimizde, kimimiz doğa ile baş başa kaldığımızda ya da bir geziye çıktığımızda, kimimiz herhangi bir eğlencede, kimimiz televizyonda bir dizi, tiyatroda bir oyun, sinemada bir film, stadyumda bir maç izlediğimizde, kimimiz hobilerimizle uğraştığımızda moral depolarız…O nedenle, bize moral veren her ne ise ondan vazgeçmemiz gerekir..,Bu karşılaşacağımız sorunların çözümü için hayati önem taşımaktadır…

Her şeyi sorun eden pinpirikli insanlar da vardır…Onların işi gerçekten zor…Ne yapsanız faydasız…O kendini huzursuz edecek bir şey mutlaka bulur…Gergin yüz hatları, sert bakışları ile hemen kendilerini belli ederler…Ne zor bir durum…Her zaman moralsiz olmak, güler yüzü kaybetmek, sadece kendine değil etrafına da sıkıntı verir…Bağırıp çağıran bu insanlar, bu davranışlarının da hatalı olduğunu kabul etmezler…Üzülürüm onlar adına da aileleri adına da…

“Bir insan kendini adadığında ilahi taktir de o yönde hareket edecektir… Tüm olaylar diğer bir olayı desteklemek işin oluşur ve aksi taktirde hiçbir zaman ortaya çıkmaz… Bir akarsu boyunca oluşan tüm olaylar, sadece bir karardan doğar… Hiçbir insanın hayal edemeyeceği tüm umulmadık durumlar oluşumlar ve maddi destek bu şekilde elde edilebilir… Elinizden geleni ve hayal edebileceğiniz her şeyi yapmaya hemen başlayın… Cesaret; deha, güç ve büyüyü de içinde saklar… Şimdi başlayın…” diyor, Goethe…Moral için de bire bir bu sözler…

Moralimizi hiç bozmayalım!..Bozulmasına da izin vermeyelim…Sorunlar her zaman olacak ve biz bu sorunları çözmek için hep çaba sarf edeceğiz…Yeter ki yılgınlığa kapılmayalım!..

Asım ERDOĞAN






İkinci dörtlüğü: “Doymadım,doyamadım sevmelere seni ben / Kimseyi koyamadım yerine yeniden / Saymadım, sayamadım sensiz geçen yılları / Ne inkar ne itiraf bu yalnızca sitem…” olan, Sezen Aksu’nun sevilen ve hiç unutulmayan şarkısını hepimiz biliriz ve söyleriz…Duygu yoğunluğu bir hayli fazla olan etkileyici bir şarkıdır, sitem…Bir Sezen Aksu klasiğidir… Doğa güzelliklerine, sevdiklerimize, dostlarımıza, eşimize, çocuklarımıza, kedimize, köpeğimize doyamıyoruz, bu bir gerçek…Sevgiye doyamıyoruz, gezmeye doyamıyoruz, öpmeye, koklamaya doyamıyoruz…Hayat öyle güzel ki yaşamaya doyamıyoruz…

Arabesk anlayıştaki, “Batsın bu dünya!”, “Allah’ım bu dünyaya ben ne geldim!” isyanlarına hep karşı çıkmışımdır…Bu dünyaya gelmenin bir şans olduğunu, acılara, sıkıntılara ve sorunlara rağmen kısaca her şeye rağmen yaşamanın, nefes alıp vermenin güzel olduğunu kabul edenlerdenim…Yaşamak güzel!..Bakın şöyle bir etrafınıza, görün bütün güzellikleri…Güneşin içimizi ısıtan ışınlarını, denizin kıyıya vuran ve sahili okşayan dalgalarını, renk renk açmış saksı çiçeklerini, kayanın içinde, bulduğu küçücük toprak parçasında çiçek açan kır çiçeğini, şarkı söyler gibi ahenkle öterek daldan dala konan çeşit çeşit kuşları, evinizin bir köşesinde kıvrılıp uyuyan kedinizi, kuyruk sallayarak beni gezdir diye gözünüzün içine bakan köpeğinizi, gülen gözleriyle size koşan çocuklarınızı, günaydın diyerek sabah öpücüğü konduruveren sevgili eşinizi, sıcacık yuvanızı görün…Yaşamak ne güzel diye haykırın!..

Yaşamak güzel!..Sevmek, sevilmek güzel!..”Bu niye olmadı?” “Şu niye bana bunu söyledi?” “Onlar neden beni istemedi?” “Niye bana sormadı?” gibi bizi rahatsız eden soruları, arka arkaya sıralamayın….Bu sorulara bir başladınız mı yaşamınızın karardığını, yaşama sevincinize sekte vurulduğunu, suratınızın asıldığını siz de biliyorsunuz…O halde bu afra tafra niye?..Oysa, her şeyi olduğu gibi kabullenmek gerekir…Arkadaşınızın, dostunuzun, eşinizin huyunu değiştirmeye kalkmayın!..Hem çok yorulursunuz hem de olumlu sonuç alamazsınız…Çünkü, herkes kendi yaptığının doğru olduğuna inanır…Kendini beğenmeyen kim var Allah aşkına?..Birbirine kırgın insanları dinleyiniz…İki taraf da karşı tarafın haksız olduğunu, kendine göre haklı nedenlerle size sıralayacaktır…Hiç kimse, ben haksızım, arkadaşıma karşı haksızlık ettim, demez…Ahh diyebilse keşke, özür de dileyebilse, ne kadar iyi olur; ama dileyemez…Üzüldüğünüzle kalırsınız…Siz olduğunuz gibi görünün, herkesi de olduğu gibi kabul edin, lütfen!..

Yeni doğan güneşin ilk ışıklarına bayılırım…Otelin ya da kaldığınız bir evin balkonundan karanlığı yırtarcasına çıkan bu muhteşem doğuş, yeni günün de müjdecisidir adeta…Bir bardak çay eşliğinde, doğanın sessizliğinde olağanüstü kızıllığı izlemek ne güzeldir…Doymadım, doyamadım ben bu ilk ışıklara…Güneşin batışındaki hüzün de öyle gizemlidir ki…Yerini yavaş yavaş karanlığa bırakırken, yüreğinizde hissedersiniz, terk edilmişliği…Ama olsun!..Ben yine de doymadım, doyamadım güneşin batışını izlemeye…Tekne gezilerine hayranım…Güzel bir koyda tertemiz denizde yüzmek ne harika bir duygudur…Doymadım dostlar, doyamadım pırıl pırıl denizde yüzmeye…Sahilde bir akşam yemeği…Masa donatılmış…Sevdiklerinizle berabersiniz…Dilinizde Türk Sanat Müziği şarkıları…Doyamadım yemek eşliğinde şarkılar söylemeye, inanın doyamadım…Akşam ışıklarında, sahilde sevdiğimle el ele yürümeye doyamadım…

Şırıl şırıl akan dereleri, gürül gürül akan şelaleleri izlemeye doyamadım…Orman içi yürüyüşlere, sevdalara, aşkın kavuran ateşine, şiirlere, türkülere, okumaya, öğrenmeye, öğretmeye, sorgulamaya, eleştirmeye, düşünmeye, direnmeye, isyan etmeye, doyamadım…Ülkemin güzel insanlarına, öğrencilerime, dostlarıma, arkadaşlarıma doyamadım…

Sevgili eşime, canımın en hayati parçası kızıma, anneme, babama, kardeşime, tüm yakınlarıma doyamadım…Yaşamayı seviyorum…Ölüm gelene kadar bu doymazlık sürecek…Nefes aldığım sürece sürecek…

Doymadım, doyamadım sevmelere ben…


Asım ERDOĞAN






Bir şarkı var, hepiniz bilirsiniz…”Söyleyin yıldızlar, sevgilim nerde?../ Beklerim onu hep pencerelerde…” diye başlar bu şarkı…Beklemek acıtır yürekleri…Hele beklenenin ne zaman geleceği belli değilse…Pencereler bir büyür, bir küçülür…Gelen herkes heyecan uyandırır…Beklenen sanılır; ama hep hüsranla sonuçlanır bu heyecan…Yoktur beklenen…Pencereler, müjdeli habere kurguludur…Pervazlarda, hercailer, çuha çiçekleri, karşılama töreni için çoktan hazırdır…Kurumuş çiçekler ayıklanır, itina ile sulanır, saksıdaki topraklar, havalandırılır….Çiçekler üzerindeki su damlacıkları hasret yüklüdür, özlem yüklüdür…Katıksız ve saf sevgi yüklüdür…Zaman ağır işler…Saatin tik takları bile duyulur odanın sessizliğinde…Sigara bir elde…Fotoğraf albümü bir elde…Özlem harmanlanır fotoğraflarla…Anıların dansı başlar albümün dans pistinde…Beklenen pencerenin gerisindedir…Umutlu bekleyiş sürer, bugün olmazsa yarın…Elbet bir gün gelecektir beklenen…Pencerelerde asılı durur umut…

Hamile bir anne adayı, bebeğin her tekmesinde heyecanlanır…Onu dünyaya getireceği anı bekler…Geçmek nedir bilmez zaman…Bebek, gelişimini tamamlar ve doğum anı gelir çatar…Bu sefer, doğum sonucu merak edilir ve büyükbaba, büyükanneden başlayan bir bekleyiş başlar ailecek…Sevinçle endişenin iç içe olduğu bir bekleyiş…Baba adayı doğum odası önünde gergindir…Eşi ve bebeğinin sağlıklı doğum sonucunu bekler…Son derece mutlu ve son derece heyecanlıdır…Zaman ağır geçer, sürünür adeta…Bebeğin doğumu yeni bekleyişlere gebedir…Bekleyiş bekleyişi doğurur…

“Én büyük asker bizim asker” sloganıyla vatan görevine uğurlanır Mehmetçiklerimiz…Geride gözü yaşlı; ama gururlu bir anne, nişanlı ya da evli genç bir kadın ve çocuklar bırakır…Gururludur her iki taraftakiler…Kutsal görevi tamamlayarak dönmenin huzurunu yaşamak isterler…Günler bir bir sayılır…Beklenir terhis günü geçmek bilmeyen zaman süresince…Şehit haberi de ulaşabilir, gazi haberi de…Zordur bu bekleyiş…

Sınava giren çocuğunu dışarıda bekleyen anne-baba, sınav süresince dokuz doğurur…Hem çocuklarının sınavda iyi sonuç almasın isterler hem de sağlıklı ve moralli çıkmasını…Zaman içerdeki için su gibi akıp giderken ve yetmezken dışarıda bekleyenler için sıkıntılıdır…Kaplumbağa hızında ilerler sanki…Zaman öyle bir işler ki bilinmezlik tik takları yüreklerde atar…Bekleyiş, geleceği de belirler…Beklersiniz…Çocuğunuzun geleceğidir aslında beklenilen…

İşsizsiniz…İş görüşmesinden döndünüz…Sizi arayacaklarını söylediler…Bekliyorsunuz…Öyle bir bekleyiştir ki bu…Sancılı, gergin, umutla umutsuzluğun kol kola olduğu anlar…Gününüz geçer; ama normal geçmez…Her çalan telefon zili heyecanlandırır sizi…Koşarsınız, arayan beklediğiniz yer değildir…İsteksizce konuşursunuz…Laf olsun diye…Bekleme süresi belli de değildir…Hiç aranmayabilirsiniz de…Bekleyiş sürer…Sizi hiç düşünmeden…

Evlilik teklifinde bulundunuz…Yanıtını bekliyorsunuz…Yanıt olumlu olabilir de olmayabilir de…Beklersiniz…Yanıtın olumlu olması için ettiğiniz duaların haddi hesabı yoktur…Evet mi yoksa hayır mı?..Bilemezsiniz…Arayamazsınız da…Sadece beklersiniz…Çok zordur bu bekleme anı…

En zoru da ölümü beklemektir…Ya kendiniz için ya da bir yakınınız için…Yatağa mahkum haliniz, ölümü çağrıştırır ister istemez…Kendiniz iseniz bu..Sevdiklerinizden ayrılma durağında bekliyor gibi hissedersiniz…Oysa, yapacak daha o kadar çok işiniz vardır ki…Evlatlarınızın mürüvvetini göremediğiniz için, torunları kucağınıza alamadığınız için, çocuklarınıza ve eşinize doyamadığınız için ya da başka nedenlerle ölmek istemezsiniz…Ancak organlarınız bir bir terk eder sizi…Ölümü beklersiniz ister istemez…Acılarınız çoğaldıkça ölümü bir kurtuluş olarak görürsünüz…Yaşam kaliteniz düşer…Dünyanız yatağınız ve yatağınızın bulunduğu oda büyüklüğündedir…Her şey boştur…Pencereden dışarı bile bakmak istemezsiniz…Sevdiğinizin eli ellerinizde ölümü beklersiniz…Bekleme ne kadar sürer bilemezsiniz…

Eğer bir yakınınızsa ölümü beklenen, üzülürsünüz onun adına…Gün görmeden bu dünyadan göçüp gidecek, diye düşünür, kahrolursunuz…Elinizden hiçbir şey gelmez…Mum gibi erir sevdiğiniz…Farklılaşır yüz hatları…Kaybettiği kiloları geri getiremezsiniz…Bir zamanlar çok beğendiğiniz, aşık olduğunuz kişi, size veda etmektedir…Gidişini izlersiniz…Odanın dışında dökülür göz yaşları…Ona hep iyisin, çok iyisin dersiniz…Oysa o da bilmektedir iyi olmadığını…Ölümü beklemektedir…Bugün mü yoksa yarın mı?..Onun hesabını yapmaktadır…Bekleyiştir bu…Bekleyişlerin en acısı…

Sevgili dostlar!..Beklediğiniz her ne ise, size mutluluk versin, huzur versin, neşe versin…Beklediğinize değsin…

Asım ERDOĞAN



  
Çok sevdiğim bir şarkı var, Mustafa Ceceli’nin…İkinci dörtlüğü şöyle: “Seni hastalığımda sağlığımda da yanımda görmeliyim / Güneşin doğduğunu da battığını da senle izlemeliyim / Yanabilir saltanatlar olsun yeniden yaparız / Bizde bu sevda sürdükçe ölsek de yan yanayız…” Harika bir birliktelik isteği…Olması gereken…Gerçek aşk söylemi…Duygulanıyorum, bu şarkıyı dinlerken…Hastalıkta da sağlıkta da hep yanımda gördüğüm, eşime bakıyorum, gözlerim dolu dolu…Mutlu oluyorum, Tanrı’ma şükrediyorum…Evet!..sadece sağlıklı iken değil hasta iken de el birliği, gönül birliği yapmalı, eşler…Korumalılar, destek olmalılar, hep yanında olacağım, sana olan sevgim, saygım hiç bitmeyecek diyebilmeliler birbirlerine…

Çok iyi tanıdığım bir çift vardı, üç yıl önce…Parmakla gösteriliyorlardı herkese…Her yıl tatile çıkarlar, değişik yöreleri gezerler, günlerce süren gezilerini videoya çekerlerdi…Evlerine döndüklerinde keyif alarak izlerlerdi gezip gördükleri yerleri…İmrenirdi herkes onlara…Birbirlerine saygılı davranırlar, mutluluklarını gözleriyle de dış dünyaya yansıtırlardı…Eşimle ben, çok taktir ederdik onları…Örnek bir evlilik oluşturabildikleri için övgüyle söz ederdik onlardan…Sonra ne olduğunu merak ediyorsunuz değil mi? Anlatayım…Eşlerden bayan olanı kanser hastalığına yakalandı…Erken teşhis olduğu için rahminin ve yumurtalığının alınmasıyla eski sağlığına tekrar kavuşabileceği müjdelendi… Bayan, çok sevindi, eski sağlığına tekrar kavuşabileceği için…

Fakat, o tarihten itibaren eşinden yeterince destek görememeye başladı…Hiçbir anlam veremedi bu davranış değişikliğine…Çok üzüldü…Üniversite’de okuyan kızlarının yanına gitmek istediğinde eşi, “Sen git, ben burada kalacağım…” dedi, onu yalnız gönderdi İstanbul’a…Yol boyunca, gözyaşı döktü, bayan…Aradan geçen 4 ayın sonunda eşinin boşanma isteğiyle karşılaştı…Ve bir süre sonra da boşandılar…Beyefendi gerekçesini daha sonra şöyle anlattı, yakınlarına: “Rahmi ve yumurtalıkları alınmış yarım bir kadını ben ne yapayım…” Beyninden vurulmuşa döndü, bu sözü duyanlar…Şaşırdılar…Yazıklar olsun, böyle eşe…Başka ne denebilir?..

Bir başka örneğe geçmek istiyorum, izin verirseniz…Şentepe Lisesi’nde Edebiyat öğretmenliği yaptığım yıllarda, karı-koca öğretmen arkadaşlarım da aynı okulda birlikte görev yapıyorlardı…Ders programlarını ona göre ayarlarlar ve birlikte okula gelir, birlikte giderlerdi…Çok mutlulardı…Okulun yakınındaki evlerine, yaş günü kutlaması nedeniyle, bazı öğretmen arkadaşlarla birlikte ben de konuk olarak gittim…Evin hemen her odasında birlikte çekilmiş fotoğraflarını gördüm ve kendilerini tebrik ettim…İki yıl kadar sonra erkek öğretmen arkadaşımız, bir trafik kazası geçirdi ve tedavi olmasına rağmen, felç olmaktan kurtulamadı…Tekerlekli sandalyeye bağımlı kaldı…Ancak, sevgili eşinin ona gösterdiği şefkat, olağanüstüydü...Bütün ilgisini eşinin üstüne yoğunlaştırmıştı…Hayranlıkla izliyordu herkes bu davranışlarını…

İki tane de çocukları vardı ve onların bakımları da eklenince, gerçekten çok ağır bir yükün altına girmişti…Dimdik, vakur duruşunu gördükçe, alnından öpmek geçiyordu, içimden…Ben, o okuldan ayrıldım, başka bir okula tayin edildim…6 ay sonra bana iletilen bir haberle, eşinin vefat ettiğini öğrendim…Cenazesi kaldırıldığında çok üzgündü…Mezarına toprak attım, arkadaşımın…Bir boş mezar da yanında duruyordu…Sordum, bu kimin diye…Eşini işaret ettiler…İki mezar satın aldı…Ölünce eşinin yanına gömülmesini vasiyet etti, dediler…Göz yaşlarımı tutamadım…Benimle birlikte ağlayan o kadar çok insan vardı ki…

Sevgili dostlar!..Hep deriz ya…Önemli olan kara gün dostlarıdır, diye…Aynı şey eşler için de geçerli…Önemli olan hastalıkta da tek yürek olabilmektir…Birlikte mücadele etmek, birlikte direnmek, birlikte saf tutmaktır…Güzel günler, sağlıkta da hastalıkta da birlikte geçen günlerdir…Ne mutlu, böyle bir birlikteliği yaşayanlara…

Asım ERDOĞAN




Bir gün Yenimahalle’deki evimizin kapısı çaldı…1970’li yıllarda gerçekleşti bu olay…Kapı açıldığında bir adam ve yanında da bir bayan nazikçe eğilerek selamladılar annemi…Bayan, çatı katını tuttuklarını, yanındakinin erkek kardeşi olduğunu, Maraş’ta evlendikten sonra gelin kızla birlikte Ankara’ya geleceklerini ve bu evde oturacaklarını, söyledi…Evde temizlik yapabilmek için, süpürge ve biraz da temizlik malzemesi rica etti…Annem, hayırlı olsun diyerek, onlara hemen istedikleri malzemeleri verdi…Kimdi acaba gelin kız?..Doğrusu hem heyecanlanmış hem de çok merak etmiştik…Çünkü, çatı katı berbat bir yerdi…O bildiğimiz muhteşem manzarası olan teraslı, şirin, kullanışlı çatı katlarına hiç benzemiyordu…Küçücüktü, çatı altına kaçak olarak yapılmış, aydınlatması bile olmayan derme çatma bir yerdi…İki küçük odaya ve mutfağa, ancak başınızı eğerek girebiliyordunuz…Mutfak ise bir girintiye iliştirilivermişti…Banyoya ancak bir kişi girebilirdi…Bir gelin böyle bir eve nasıl getirilirdi, anlayamadık…Samimi olarak belirtmem gerekirse, hakkında hiçbir şey bilmediğimiz bu sözü edilen gelin kıza acıdık…Sonraki günler hep onu beklemekle geçti…

10-15 gün sonra o beklediğimiz gelin kız geldi ve hemen evine girdi…Evi nasıl bulmuştu acaba?..Şok olmuş muydu?..Gerçekten çok merak ediyorduk…İki gün hiç görmedik onu…Üçüncü gün sabahleyin, ben okulda iken kapıyı çalmış ve anneme merhaba demiş gelin kızımız…Adının Müzeyyen olduğunu, komşularla tanışmayı arzu ettiğini de ilave etmiş…Sonraki günlerde hepimiz tanıdık Müzeyyen Ablayı!..Tertemiz yüreği, sıcak kanlı davranışıyla öyle beğendik ki onu…O berbat çatı katı, kısa zamanda sevginin fokur fokur kaynadığı bir yer haline geldi…Artık, mekanlar değildi bizi birbirimize bağlayan, sevgiydi, katıksız, saf, temiz sevgi…Çatı katının berbatlığı umurumuzda bile değildi…Hem Müzeyyen Abla, çeyizleriyle salonu öyle güzel süslemişti ki, mutfak, raflara konulan işlemeli örtülerle öyle şirinleşmişti ki…Tanınmaz hale geldi o berbat çatı katı…

Müzeyyen Abla’nın iki yıl bebeği olmadı; ama üçüncü yılda çok arzuladığı erkek bebeği dünyaya geldi…Bir terslik vardı, bebeğin ayakları çarpıktı, içe doğru kıvrıktı…Herkesin morali bozuldu bebeği görünce…Sakat bir bebek mi dünyaya gelmişti?..Bu kadar bekledikten sonra Müzeyyen Abla’nın başına bu da mı gelecekti?..Kaygılıydık…O da ne!..Bir tek Müzeyyen Abla kaygılı değildi…”Hayır!” diye haykırıyordu…”Hayır, ben bebeğimi tedavi ettireceğim, onu yürüyebilir koşabilir hale getireceğim!..Göreceksiniz, başaracağım bunu!..”Sonraki günlerde, Müzeyyen Abla’yı kucağında bebeğiyle hastanelere gidip geldiğini gördük…Bebeğin bacakları alçılanıyor, o da hiç moralini bozmadan tedaviye devam ediyordu…Gururla izliyorduk onun bu mücadelesini…Yüreğim alkışlıyordu Müzeyyen Abla’yı…Gözlerimde yaşlarla birlikte…İnanır mısınız yıllar içinde başardı Müzeyyen Abla ve oğlu Umut, sağlıklı bir çocuk haline geldi…Annenin fedakârlığının, azminin bir zaferiydi bu…

Hiçbir konuda yardımcı olmadı Müzeyyen Abla’nın eşi…İyi bir insandı; ama sorumluluklarını yerine getirmede yetersizdi…Evin geçimini sağlayan da yine Müzeyyen Abla oldu…Mahallenin bayan terzisiydi artık o…Güzel dikişleriyle herkesin dikkatini çekmiş ve bir merkez haline dönüştürmüştü çatı katındaki evini…Bütün kazandığını çok sevdiği Umut’u için harcıyor, onun okul masraflarını karşılıyordu…Sıcacık ilgisiyle Umut da mükemmel yetişiyordu…Bir parlak anne-oğul öyküsüydü onların yaşadıkları…Anne, onun için kazanıyor, onun için harcıyor; Umut da karşılığını veriyor, annesini hiç üzmüyordu…Her zaman hayırlı bir evlat oldu Umut!..Ben bu ilişkiyi memnuniyetle izliyor, her ikisini de çok taktir ediyordum…

Yıllar yılları kovaladı ve Umut, genç bir delikanlı oldu…Artık o bir mağazanın müdürlüğünü yapıyor, efendiliğiyle herkesin dikkatini çekiyor ve çok da beğeniliyor…Müzeyyen Abla da bu durumdan çok mutlu…Çabalarının meyve vermesinden dolayı huzur buluyor…Hele çok sevdiği oğlunun yeni taşındıkları evlerine beyaz eşyalar alması ve “Anneciğim, benim için çok yoruldun, artık dinlen!..Bak bu aldığım tüm eşyalar senin rahat etmen için…Ne olur artık birlikte huzurlu güzel günler yaşayalım!” demesi, onu çok mutlu ediyor…Ancak son günlerde, Müzeyyen Abla’nın bayıldığını, hastanelere gittiğini, ritim bozukluğu nedeniyle sıkıntılar yaşadığını haber alıyor ve sağlık durumunu takip ediyorduk…Ne badireler atlattı, bunu da atlatır diye düşünüyorduk…Yanıldık…

Oğlu Umut, ne yazık ki Müzeyyen Abla’yı, yatağında ölmüş olarak buldu…O bir melek gibi gökyüzüne havalanmıştı…Allah’ın sevgili kulları arasında yer alacaktı büyük bir ihtimalle…Maraş’a götürüldü cenazesi…Telefon ettim Umut’a…Sordum, hali nedir diye!..Annesinin mezarı başında diz çöktüğünü, onun için dua ettiğini ve yanından hiç ayrılmak istemediğini söyledi bana ağlayarak…Anne-oğul öyküsü noktalanmıştı bu dünya için…Ancak bu güzel öykü Umut’un o güzel yüreğinde eminim ki yaşamaya devam edecek…

Asım ERDOĞAN





Adnan şöyle başlıyor anlatmaya: “32 yaşındayım; ama daha sağlam bir iş bulamadım…En fazla 6 ay bir iş yerinde kalabildim…Ya paramı vermediler, ya çok ağır çalışma koşulları önüme sürdüler ya kendileri işime son verdiler ya da aldığım ücret yaptığım masrafı bile karşılamadı…Ben bir düzen kurmadım…Ne zaman evleneceğim?..Ne zaman anneme babama yük olmaktan kurtulacağım?..Babamla göz göze gelemiyoruz, inanın…İkimizin de birbirimize söyleyeceği o kadar çok şey var; ama susmayı tercih ediyoruz biz…Yaralamaktan korkuyoruz birbirimizi…Evet, babam da biliyor benim bu durumdan rahatsız olduğumu!..Sorumsuz biri değilim ki!..Ne söylesin o bana…Annem göz yaşlarını içine akıtıyor, biliyorum…Yatak odasında için için ağlıyor…Çaresiz…Üzülüyor, çok üzülüyor…Bana bakan gözleri yalan söyleyemiyor…İş yok Ankara’da!..Var da uzun vadeli değil!..Açık öğretime kaydımı yaptırdım, askerliğimi sürekli erteletiyorum…Bu moralle nasıl askerlik yapacağım?.. İstanbul’a git diyorlar bana…Orada iş bulabileceğimi söylüyorlar…İyi de bir arkadaşım daha yeni döndü İstanbul’dan…6 ay çalıştı, dayanamamış iş yoğunluğuna…Saatlerce otomobilden hiç inmemiş, üstelik şehirler arası yolculuklar nedeniyle bitkin düşmüş…Genç yaşta yıprattılar beni diyor…Ne olacak bizim halimiz?”

Anneye ve babaya ne zor!..Evladın moralsiz, işsiz ve umutsuz olması öyle üzüyor ki onları!..Durgunlaşıyorlar karşımda…Yüzleri hiç gülmüyor…Öğretmen arkadaşlarımın çocuğu bu sözü edilen kişi…Geçen gün evlerine konuk olarak gittiğimde oğulları anlattı bana bütün bu olanları…O izin isteyip evden ayrıldığında baba başlıyor anlatmaya…”Ne zahmetlerle okuttuk onu…İşletme mezunu oldu diye de nasıl mutlu olmuştuk okulu bitirdiğinde…Bir iş bulsun, askerliğini yapsın, sonra bizlerin sağlığı yerinde iken evlendirelim diye düşündük…Ona arkadaşlık eden güzel bir kızımız da vardı…Kızımız diyorum; çünkü biz onu kızımız gibi gördük ve benimsedik…Sık sık bizim eve gelir, oturur onunla sohbet ederdik…Aman ne güzel oğlumuzu evlendirmek için artık kız bulmaya da gerek kalmadı, diye için için seviniyorduk…Dediğim gibi işe girsin, askerliğini yapsın, dönünce de evlendiririz düşüncesiyle ileriye dönük güzel planlar yaptık…Ama olmadı…İşler hiç de bizim istediğimizi gibi yürümedi…Sağlam bir iş bulamadı Adnan!..Kız sabretti, daha sonra bulursun diye onu teselli etti…Aradan geçen zaman içinde gelin adayı kızımız Bilkent mezunu olduğu için, iş buldu…Gerçi iyi üniversite mezunları da artık eskisi kadar rahat iş bulamıyorlar; ama kızımız şanslıydı, buldu...Arkadaşlıkları uzun bir süre daha devam etti…Ancak, bizim Adnan, bir türlü istediği bir işi bulamadı…Kızı babasından istemeye yüzümüz olmadı hiçbir zaman…Nasıl giderdim Asım Bey?.. Oğlunuzun işi nedir diye sormayacak mıydı baba?..Elbette soracaktı ve haklıydı…Gidemedik…Biz gidemeyince kızın ailesi onu bir başkasıyla evlendirdi…Bu haberi duyunca Adnan çıldırdı adeta…Bütün ortak fotoğraflarını, armağanlarını çöpe attı ve hıçkıra hıçkıra ağladı…O günü ve bizi çok üzen haberi hiç unutamıyorum…Kızamıyorum onlara…Haklılar…Şimdi Adnan, iş görüşmelerine gidiyor, haber veririz diyorlar; ama şimdiye kadar arayan soran yok…Bir baba olarak çok üzülüyorum Adnan’ın durumuna…Sermayemiz yok ki ona bir dükkan açalım, işinin patronu olsun…O olanağımız da yok ne yazık ki!..Ne yapacağımızı şaşırdık!..”

Adnan yaşayan bir örnek…O kadar çok genç depresyondaki…Her geçen gün de sayıları artıyor bu gençlerin…Bir Psikolog, yakını olan arkadaşımıza şunları söylemiş: “ Hastalarımızın büyük çoğunluğunu artık gençler oluşturuyor…Madde bağımlılığı başta olmak üzere öyle sorunlarla karşımıza geliyor ki gençler, sadece kendilerini değil ailelerini de etkileyen karmaşık psikolojik rahatsızlığı tedavi etmek hiç de kolay olmuyor bizler için…” Evet!..Çok zor bir durum işsizlik ve onun getirdiği sorunlar…Ne kadar çok sorunla boğuşmak zorunda kalıyor gençlerimiz…Onlar adına gerçekten çok üzülüyorum…Yazık oluyor fidanlarımıza…

Kaç Adnan var acaba ülkemizde?..Kim bilebilir?..Ama sanıyorum sizler de yakın çevrenizde bu durumdaki gençleri görüyor ve onlar adına üzülüyorsunuz…Peki sadece işsiz olanlar mı mutsuz ve huzursuz?..Hayır değil elbette!..Şu anda çalışan gençlerin pek çoğu da işlerinden memnun değil…Ya kendi alanları ile ilgili bir işte çalışmıyorlar, ya çok düşük ücret alıyorlar, ya sigortasız çalışıyorlar, ya ülkemin en zor bölgelerinde pek çok yokluk içinde çalışıyorlar ya da çeşitli nedenlerle içleri isteyerek iş yerlerine gitmiyorlar…Toplumun en dinamik kesimini oluşturan gençlerin böyle moralsiz olması, geleceğin Türkiye’sini de karartıyor ve hepimizi endişelendiriyor…

G.Wilhelm LEIBNIZ diyor ki: “Gençliği iyiye yönelten,insanlığı iyiye yöneltir…” Ne kadar haklı!..Gerçekten yapabilmeliyiz bunu…Aksi taktirde pek parlak görünmüyor ülkemizin geleceği…

Asım ERDOĞAN



Öyle gerginiz ki hepimiz son günlerde…Patlamaya hazır, bir barut fıçısıyız sanki…Gerginlikten yüz hatlarımız etkileniyor, ruhumuz kararıyor, bağırarak, çağırarak, etrafımızdaki tanıdık tanımadık tüm insanları kırıyoruz…Tamam, bizi gerecek olaylar son zamanlarda oldukça arttı…Önlemez sorun yumağı sardı sarmaladı, boğazımızı acımasızca sıktı…Bütün bunlar doğru…Ama ben yine de sakin olmamız gerektiğini önereceğim sizlere…Sakin olun lütfen!..Aslında hepimiz biliyoruz, kızmak, bağırmak çağırmak o sorunların çözümüne katkıda bulunmuyor, tersine omzumuzdaki yükleri daha da ağırlaştırıyor…Öyle değil mi?..Üzülüyorum, herhangi bir olay karşısında bağıran, kötü sözler sarf eden adeta kızgınlıktan köpüren insanları gördüğümde… Kendilerini kaybediyorlar, denetimsiz davranışlarla etrafa malzeme oluyorlar…O anda videoya çekseniz ve sonra da seyrettirseniz olumsuz davranışlarını, eminim çok utanacak ve sakin olamadıkları için çok kızacaklar kendilerine…

İnanın bütün bu sıkıntıları hafif atlatabilmenin tek ilacı sevgi!.. Öyle geniş ki yürek, ne kadar sevgi yüklersek yükleyelim, hayır yeter artık kapasitem doldu demiyor bize…Tersine biz yükledikçe sevgiyi daha da hafifliyor yürek…Olağanüstü bir kapasite…Sonsuz büyüklükte…O zaman açalım ardına kadar yüreğimizi sevgiye…Ne duruyoruz?..”Onun ağzının payını verdim!..”, “Oh olsun öyle bir tokat attım ki suratına, hayatı boyunca unutamaz bu tokatı!..”, “Ağzıma geleni söyledim ona…İyi oldu…Anlasın ne mal olduğunu!..”, “Bir bir söyledim yaptıklarını…Hıncımı alamadım, kötü sözler de söyledim, ohh ne iyi ettim!..” gibi sözler, ilk anda hoşumuza gidebilir; ama sonra öyle bir yakar ki yüreğimizi!..Kahroluruz…Elbette, yüreğinde sevgi yerine kin ve nefret taşıyanlara “Seni seviyorum!..” demek çok anlamsızdır…Ancak onların seviyesine inmek de kabul edelim ki bize hiç yakışmaz…Ne kadar bağırırsak bağıralım, yüreğinde sevgi taşımayanlar, kendilerinde hiçbir suç bulmayacak, tüm kabahati her zaman bize yükleyeceklerdir…Arsız tutum ve davranışlarıyla bizi çileden çıkaracak, sinirlendirecek, sonra da keyif alarak izleyecekler bizim sabrımız taştığı an gösterdiğimiz normal olmayan davranışlarımıza… Ne gereği var?..Bırakalım onları kendi hallerine…Kin ve nefretleriyle yaşamaya devam etsinler, tabi buna yaşamak denilirse elbette!..

Yüreğinde sevgi taşıyan insanlarla sohbeti çok severim…Ilık ılık akar sevgileri yüreğime!..Dinlenmiş, huzura kavuşmuş hissederim kendimi!..Onların sıkıntıları, dertleri yok mu?..Elbette var…Ama yüreklerindeki sevgi, bir çağlayan gibi arındırır sorunlarını…Yaşama olumlu bakarlar her zaman…Sakindirler onlar…Sevgiyi hissedersiniz gülen yüzlerinde…Yaşama sevinci sarar yüreğinizi onlarla birlikte…Öten kuşları, akan suları, açan çiçekleri, huzuru, mutluluğu, sevgiyi taşır onlar…Bol kepçe dağıtırlar tüm coşkulu yüreklere…Kahkahalar atan bir bayan gördüm, parkın bankında…Dikkatimi çekti, ne güzel, dedim, yaşama sevinciyle doluydu yüreği…Sohbet ediyorlardı bir bayanla…Aradan birkaç dakika geçti, bir çocuk yaklaştı yanına…Ellerini tuttu onun…Tuhaf bakışı vardı o güzel yavrunun…Otistik bir çocuk olduğu her halinden belliydi…Üzülmedim dersem yalan olur, üzüldüm…Bir taraftan da böyle hayat dolu bir annesi olduğu için onun adına sevindim…Yüreği sevgi dolu bir anne!..O haliyle bile kahkahalar atabilmeyi başarabilen bir anne!..Taktir etmemek mümkün değil…Severim gönlü sevgiyle dolu olanları, her şeye rağmen değişmeyenleri…Ders niteliğindeydi diğer insanlara, onun o vakur duruşu, gökyüzüne ulaşan kahkahaları…O sevgi dolu yüreği selamladım, parktan ayrılmadan önce…Keşke, herkes onun gibi olmayı başarabilse!..Ne kadar güzel olurdu, insanın, insana, hayvana ve doğaya ilişkin duyguları!..

Sevginin ipine sıkı sıkı sarılalım…O her şeyin çözümü!..Sevgi, yüreği sonuna kadar açan tek sihirli anahtar!..

“Sevelim, sevilelim, kam alalım bu dünyadan” diyor , gönlü güzel Yunus Emre!..

Sevmek ve sevilmek, yüreği sevgi ile dolu olanların işi değil midir zaten?..

Asım ERDOĞAN




Alıngan insanlarla diyalog kurmada siz de zorlanıyor musunuz dostlar?.. Hani buluttan nem kapan tipler vardır ya onlardan söz ediyorum…Korka korka ilişkiyi devam ettirmeye çalışırsınız, sürekli onun surat ifadesini izleyerek…”Bugün beni aramadı, neye alındı acaba?..”, “Bu sözleri ona söyledim; yine alındı mı acaba?..”, “Bugün Nilgün’e bir sorununun çözümü konusunda yardımcı oldum beni kıskandı mı acaba?..” gibi sorular, aklınıza sürekli takılır durur…İşin ilginç yanı, her zaman aynı şeye alınmazlar, değişik değişiktir alınganlıkları, bu tür kişilerin…Çoğu zaman “Aa!..buna da mı alındı, pes doğrusu!..” dedirtir ve sonunda sizi de isyan noktasına getirtirler…

Alıngan insanların, her türlü arkadaşlığı sorunludur…Düşünebiliyor musunuz, alıngan bir sevgilinizin ya da eşinizin olduğunu?.. Neler çektirir size…Oturmuşsunuz güzel güzel bir restaurantta…Karşınızda oturuyor suratı beş karış…Başlarsınız sormaya: “Nuray ne oldu?..” yanıt yok…Israrla yinelersiniz sorunuzu “Nuray, söyle ne oldu?..” Sert sert bakar ve “Sen ne olduğunu çok iyi bilirsin…” der.. Düşünürsünüz, acaba ne dedim de ya da ne yaptım da alındı, diye…Zihniniz geçmişle ilgili film şeritine takılır…Ama bir türlü neye alındığını bulamazsınız…İşin ilginç yanı, alıngan insanlar, neye alındıklarını da nedense söylemezler…Sizin bulmanızı isterler…Bulamazsanız ya da onun istediği şekilde özür dilemezseniz, yandınız…Huzurunuz kaçar, yemekten alacağınız keyif, yerini keyifsizliğe bırakır…Mutsuz mutsuz evinize dönersiniz…Evde de nedenini bulmak için düşünür durursunuz...Zordur alıngan sevgiliyle ilişkiyi yürütmek…

İşyerinde de zordur, alıngan arkadaşlarla çalışmak… Islık çalarak gitmişsinizdir; çok mutlusunuzdur o sabah…Girersiniz odanıza…Karşı masanızda oturan arkadaşınız, suratınıza bile bakmaz…”Günaydın Elifciğim!” dersiniz yanıt yok…Hani belki duymamıştır diyerek yeniden, biraz da gür bir sesle “Günaydın Elifciğim!” dersiniz…Yine yanıt yok…Başlarsınız hemen…”Elif, ne oldu?” yanıt yok…Israr edersiniz “Elif ne oldu?..” diye…Hemen yapıştırır cevap olarak soruyu “Mehmet, sen daha iyi bilirsin, ne olduğunu?..” der ve odadan çıkar…Düşünmeye başlarsınız, ne yaptım acaba ben diye…Çoğunlukla da bulamazsınız, çünkü alıngan insanlar en olmayacak, en akla gelmeyecek bir şey için alınırlar…Bulamazsanız ya da uygun bir özür dileyemezseniz, o akşam eve mutsuz dönersiniz…Evde nedenini bulmak daha da zor olur sizin için…Zordur, gerçekten zordur, alıngan iş arkadaşıyla çalışmak…

Alıngan bir komşunuz varsa, yine yandınız…Sabah kalkmışsınız, işe gideceksiniz…Komşunuzla aynı saatte karşılaştığınızı düşünelim…Gülerek ve büyük bir mutlulukla “Günaydın komşum!” diyorsunuz…Size bakıyor; ama yanıt vermiyor…Bakışı da hiç normal değil…İçinizden eyvah, yine bir şeye alındı, dersiniz; ama sorunuzu sorarsınız: “Komşum, ne oldu?..” yanıt yok…”Komşum ne oldu?.” diye ısrarla sorduğunuzda yanıt gelir…”Ne olduğunu sen daha iyi bilirsin!..” Hoppala, bilmiyorum işte!..İş yerine gelinceye kadar düşünürsünüz nedenini…Akşama kadar bulmak, özür dileme şeklini de belirlemek zorundasınız…Zordur, alıngan bir komşuyla bir apartmanda oturmak…

Diyeceksiniz ki, ya üçü de varsa, alıngan bir sevgiliniz, alıngan bir iş arkadaşınız ve alıngan bir komşunuz?..İşte o zaman gerçekten yandınız!..Üçüyle bir baş etmeniz mümkün değildir ne yazık ki…

Sevgili dostlar!..Burada yazılan adların, gerçekle bir ilgisi yoktur…Hani bu adda olanlar bu yazıyı okuduklarında alınılarsa diye peşinen yazıyorum…

Şaka bir yana da hepimiz zaman zaman alınır, kırılır hatta küseriz; ama ne olur dostlar!..Birisine kırılırsanız…Alın karşınıza açık açık konuşun…”Senin şu davranışların benim hoşuma gitmedi..” deyin…Nedenini onun bulmasını istemeyin…Dürüst olun!..Empati kurun!..Karşı tarafı da düşünün…

Yaşam çok kısa dostlar!..Gerçekten kısa…Alınganlık göstermeyelim birbirimize…Konuşalım, anlaşalım…Surat asıp karartmayalım hem kendi dünyamızı hem de karşı tarafın dünyasını…

Güler yüzlü, sevecen, hoş görülü, alçak gönüllü olalım!..Neşe ile sevgi ile dolduralım yüreğimizi…


Asım ERDOĞAN




“Bak yavrucuğum, çok önemli bir sırrımı paylaşacağım seninle…Bu sırrımı açıklayabilmek için senin belli bir olgunluğa erişmeni bekledim…Beni çok sevdiğini biliyorum…Benim de seni ne kadar çok sevdiğimi tekrar açıklamama gerek yok sanırım…Dünyanın bin bir hali var…Kimin ne zaman bu dünyadan göçüp gideceği hiç belli değil…İçimdeki bu sırla ölmek istemiyorum…Yüzleşmek istiyorum artık!.. Bu yüzleşmeyle ortaya çıkan yeni durumu, olumsuz değerlendirebileceğini ve beni üzen bir karar alabileceğini göz ardı etmiyorum…Buna da hazırlıklıyım…Kararın ne olursa olsun, sana olan sevgim hiç azalmayacak, özellikle bunu bilmeni istiyorum…Ölünceye kadar seni sevmeye devam edeceğim…Sakin olmanı ve değerlendirme yaparken mantık çerçevesinde hareket etmeni istiyorum senden…Çok güzel günlerimiz oldu birlikte…Zorluklarla da karşılaştık…Çok şükür, önümüze çıkan tüm engelleri de bir bir aştık…Üniversiteyi de bitirdin…Hayata atılacağın ve kendi paranı kazanacağın günler yakınlaştı…Yeni yaşamını kurarken benim yerim ne olacak, bunu bilmek istiyorum…Çok şaşırdın biliyorum, ama öncesinde bunları söylemem gerekiyordu…Evet!..şimdi sırrımı açıklıyorum sana!..Sen benim öz evladım değilsin yavrum!..Çocuğumuz olmadı bizim…Çok istedik; ama olmadı…Senin gerçek annen ve baban, bizim sana daha iyi bakabileceğimizi düşünerek seni evlatlık verdiler bize!..Ne olur bak gözlerime!.. Ağlama yavrucuğum!..Ağlama!..Kıyamam sana!..” 

Böyle bir açıklama size yapılmış olsaydı nasıl karşılardınız, bilemiyorum…Çok zor bir durum…Yıllardır anne diye sarıldığınız, kokladığınız o nadide varlığın anneniz olmadığını öğrenmek büyük bir şok!..O zaman benim annem kim?..Babam kim?..sorularının yanıtlarını ararsınız çılgınca!..Neredeler onlar?..Beni niye verdiler evlatlık olarak?..Niye bağırlarına basmadılar?..Kardeşlerim var mı?..Nerede doğdum ben?..Aslen nereliyim?..Sorular, sorular…Yanıt bekleyen bir sürü soru…Şimdi ne yapacağım ben?.. 

“Şeyma ve ikizi, 3 Aralık 1993'te dünyaya geldi… Ancak anne ve babası ayrılma aşamasında olduğu için kendisine bakamayacağı gerekçesiyle Şeyma'yı evlatlık olarak Kabaş ailesine verdi… Şeyma'nın ikizi ise 6 ay sonra öldü… Evlatlık olarak verildiği aile ile yaşamını sürdüren Şeyma, 2 yıl önce 14 yaşında iken, baba olarak bildiği Şeyda Kabaş'ın (63) ölmesiyle birlikte evlatlık olduğunu öğrendi… Şeyma, "Babamın ölümünün ardından okulda dedikodular çıktı… Biraz araştırdım ve 14 yıl boyunca 'anne' diye kucakladığım kişinin öz annem olmadığını öğrendim…" dedi… Anne bildiği Naime Kabaş'ın tepkisiyle karşılaştığını söyleyen Şeyma, "Bana 'Sen üvey değilsin' dedi… Bir yakınımla konuştum ve gerçekleri öğrendim… Bunları duyduktan sonra üvey annem de durumu kabullendi…" diye konuştu…” 22.03.2009 tarihli gazete haberi bu…Şeyma, "Üvey ailemin maddi durumu daha iyiydi… Öz ailem ise yoksul… Ama ben mutluluğun para ile olmayacağını düşünüyorum… Nüfusumun en kısa sürede kendi öz ailemin üstüne geçirilmesini istiyorum…"diyor ve kararını böyle açıklıyor…

Uşak’ta elektrikçi Mehmet diye tanınan bir ailenin evlatlık olarak aldıkları Zehra adlı kızları büyüdükçe, kuşkuları artmış…Annesine ”Ben niye size benzemiyorum anne!..Herkes az ya da çok anne ve babasına benziyor…Benim hiç benzer yanım yok!..Neden böyle?..” der dururmuş…Annesi mırın kırın eder geçiştirirmiş soruyu…Bir gün, köyde yaşayan gerçek annesi çok hastalanmış ve ölmeden önce yavrusunu görmek istemiş…Tabi kendi çocuğu olduğunu söylemeden…Ölüm döşeğinde olunca, Zehra’nın annesi, öz annenin bu isteğini geri çevirememiş…Zehra’yı köye götürmüşler…Yataktaki gerçek anne, öyle bir sarılmış ki Zehra’ya, bir anlam vermemiş buna Zehra!..Ancak yataktaki kadına dikkatli bakınca kendine çok benzediğini fark etmiş…Gözleri, burnu hatta mimikleri çok benziyormuş Zehra’ya…Uşak’a döndükten sonra kuşkuları artınca, anneyi sıkıştırmış…Ben kimin çocuğuyum diye!..Olayın er geç anlaşılacağını anlayınca anne de bir müddet inkar etse de sonunda açıklamak zorunda kalmış…Ölmeden tekrar göreyim diye annesine koşmuş Zehra; ama ne yazık ki anne vefat etmiş ve köy mezarlığına gömülmüş…Zehra, bu yıpratıcı olaylardan sonra yeniden yaşama dönemedi ve uzunca bir süre psikolojik tedavi gördü…

“62 yaşındaki Ayşe T ve 70 yaşındaki İbrahim T, 1966 yılında İzmir'de evlendikten sonra 24 yıl boyunca çocukları olmadı… 1990 yılında Çocuk Esirgeme Kurumu'na yerleştirilecek olan 18 günlük erkek bebeği evlatlık edinen çift, bebeğe Cihangir ismini verdi... Evlat edindikleri Cihangir dört yaşına geldiğinde felç geçiren Ayşe T ve polis emeklisi eşi İbrahim T, akrabaların bulunduğu Antalya'ya geldi…Antalya'da yaşamaya başlayan aile, evlat edindikleri Cihangir T'ın ortaöğretim eğitimi sırasındayken madde bağımlısı olduğunu fark etti… Bir süre sonra okulu bırakan Cihangir T, iki kez alkol ve madde bağımlılığı tedavisi gördü… Tedavi sonrası her seferinde tekrar uyuşturucu madde kullanmaya başlayan Cihangir T, 18 günlükken evlatlık olarak alındığını öğrenince bunalıma girdi… Uyuşturucu almak için evdeki eşyaları satmaya başlayan Cihangir T, babasının emeklilik maaşını aldığı bankamatik kartını kullanmaya başladı...Bankamatik kartından çektiği paralarla uyuşturucu madde alan ve daha sonra aldığı uyuşturucu maddeyi satan Cihangir T, polis ekipleri tarafından ‘Uyuşturucu madde satmak suçundan' gözaltına alındı… Savcılık tarafından tutuklanan Cihangir T daha sonra Antalya L Tipi Cezaevine konuldu…Oğlunun kullandığı kredi kartının borçları yüzünden emekli maaşına el konulan aile, kirada oldukları evlerinden akrabalarının tek odalı evine taşındı… Evlatlık aldıkları çocuklarının borçları nedeniyle zor günler geçirdiklerini anlatan Ayşe T, "Arkadaşlarından uyuşturucu maddeye alışmış... Biz çok sonra anladık… Tedavi ettirdik… Ama her seferinde 15 gün sonra tekrar başladı... Uyuşturucu madde almak için televizyonu sattı, onu polisler getirdi… Çamaşır makinesini sattı, onu da akraba getirdi… Hiç bir zaman üvey evlat muamelesi yapmadık… Ama o bizi bu durumlara düşürdü" dedi... “ 17.02.2012 tarihli gazete haberi de böyle…

Evlatlık aldığınızı çocuğunuza söyleseniz bir türlü, söylemeseniz bir türlü!..Zor bir durum…

Sevgiyle kalın!..

Asım ERDOĞAN





Türkçe sözlükteki anlamı: “Yiğit, sözünün eri, güvenilir kimse” dir…Mert insanlar, toplumun çoğunluğu tarafından hem beğenilir, hem de itelenir aslında…Hatta kendini mert bir insan olarak niteleyen insanlar bile mertlik düşmanıdır…Açık sözlü ve doğrudan yana olmak ne yazık ki zarar verir mert olan kişiye…Eğer bir iş yerinde çalışıyorsa, patron ya da idareci tarafından itici bulunur…Çünkü onlar her şeye boyun eğen “Evet efendimci!..” çalışandan hoşlanırlar…Hele yalakalar baş tacı edilir bu tip kişilerce…Sert, otoriter bir babanın mertçe davranan bir evladına, aferin demeyeceği önceden bellidir…Yüzüne karşı yanlışlarının söylenmesi, eleştirilmesi otoriter babanın hiç hoşuna gitmez…Oysa, o babaya sorsanız, mert bir insan olmasını ister evladının…Öyle olmasına bilinçli olarak izin vermediği halde…

Bize doğruyu, güzeli, iyiyi, mertliği, milli duyguları ve Atatürk ilkelerine bağlılığı öğrettiler sevgili öğretmenlerimiz…Ben de öğretmen olarak mert olmalarını istedim öğrencilerimin…Onları, sözüne güvenilir, ahlaklı birer birey olarak topluma kazandırabilmekti amacım…Mert olanlar yeterince yükselemediler ne yazık ki…Beni dinlemeyip toplumun üç kağıtçı, acımasız, zayıf olanı deviren, iyileri öğüten, çalan çırpan, düzene uyum sağlayan öğrencilerim ise servet sahibi oldular…İyi ki dinlemedik öğretmenimizin öğütlerini diyorlardır şimdi o öğrencilerim…Bana olan saygılarını da ihmal etmeden…Çünkü mertlik iyi bir sıfat sayılmıyor artık!..Köroğlu’nun “Tüfek icat oldu, mertlik bozuldu!..” dizeleriyle yansıttığı bozulma zaman içinde her alana sirayet etti…Önlenemedi siyasi, ahlaki, kültürel yapımıza zarar vermesi…Mertlik para etmiyor, hatta var olan paranı da alıp götürüyor, diyor şimdiki gençler!..Prim vermiyorlar mertliğe…

Mertlik önemini yitirmişse büyük bir tehlike de çığ gibi büyüyor, düzenbazlar cirit atıyor, ahlaksızlık kol geziyor, üç kağıtçılık yaygınlaşıyor, köşeyi dönme hırsı pek çok bedeni tümör gibi sarıyor, toplumda çürüme ve kokuşma had safhaya ulaşıyor demektir…Oysa toplumumuzu ayakta tutanlar mert insanlardır…Onların dengeli davranışlarıdır…Mert insanları itibarsızlaştırmak, her olumlu gelişmeye ket vurmaktır, güzellikleri baltalamaktır…Yanlıştır, hatadır, kusurdur…

Devleti yöneten kişiler de mert kişilerden hoşlanmaz…Mert gazeteciler, mert yazarlar, mert yöneticiler, mert iş adamları, mert sendikacılar, mert görsel program yapımcıları, mert film yapımcıları, oyuncular, tiyatrocular sevilmiyor…Kimisi bu nedenle işini kaybediyor…Kimisi düşüncelerinden dolayı hapse giriyor…Kimisi tartaklanıyor…Kimisi de devleti yönetenlerin kontrolleri dışında kalabilen iç ve dış karanlık güçler tarafından katlediliyor…Her zaman hazır olda bekleyen, pek çok olumsuzluğa göz yuman, gerçekler yerine kurmaca haberler ve yorumlar yazan, gazeteciler, yazarlar, ekonomistler, çeşitli kurumlara atanmış yöneticiler, tek ses veren borazancılar, refah içinde sürdürdükleri yaşam biçimlerinden dolayı oldukça mutlular…Mertçe davranmak yerine güçlüden yana tavır alarak zenginleşme derdindeler…

Mert insanları hangi siyasi görüşte ya da cinsiyette olursa olsun severim…Onlar toplumumuzun yüz aklarıdır…Düzenbazlardan, sahtekârlardan, zenginleşebilmek için her şey mübahtır anlayışıyla hareket edenlerden, başkasının acısını hiçe sayarak icralık malları değerinin çok altında satın alanlardan, tefecilerden, gıda ürünlerine bile insan sağlığı için zararlı katkı maddelerini bilerek ilave edenlerden, hileli mal satanlardan, dolandırıcılardan, tüm vicdansızlardan nefret ederim…

Mert insanları artık mumla arıyor olmak ıstırap veriyor bana…

Sevgiyle kalın!..

Asım ERDOĞAN





Nerede o eski aşklar, diye söze başlarız hayıflanarak…”Ben onun yüzünden düştüm bu derde / Beklerim onu hep pencerelerde…” şarkısında belirtilen, sevgiliye duyulan özlem içimizi sızlatır…Şu şarkıdaki nazik ifadeler de mest eder hepimizi!..”Bir bahar akşamı rastladım size / Sevinçli bir telaş içindeydiniz / Derinden bakınca gözlerinize / Neden başınızı öne eğdiniz?..” Siz’li ifadeye dikkatinizi çekmek istiyorum, izninizle…Günümüz aşklarının, yavanlığı, kabalığı, bir ucundan tutunca kopuveren çürüklüğü yanında nasıl da masum duruyor…Aşk, korunması gereken bir mücevher gibidir…Ilık ılık akmadıkça yüreklere, sıradanlaşır, değerini yitirir, bir kenara hoyratça bırakılır…Oysa eski aşklar, sıra dışıdır…Değeri bilinir, korunur, büyüsü asla kaybolmaz…Giderek artan sevgiyle taçlandırılır…Yüreğe indi mi bir kere…Ancak aşkı o yürekten ölüm çıkarır…

Sevdiğimizin penceresi altında , küçük taşlar atarak sinyal verdiğimiz ve heyecanla onun pencereye çıkmasını beklediğimiz anlar unutulabilir mi?..Ya yazdığımız ve pembe zarfın içinde ellerimiz titreyerek sunduğumuz nağmeler, nasıl da buram buram sevda kokardı…Heyecanla açılan ve gizli saklı köşelerde okunan sevda sözcükleri ne kadar içtendi ve ne kadar güzeldi!..Bugünün kuru ve yavan, tepeden bakan, içi sevgi ile doldurulmamış telefon mesajlarından çok farklıydı…Mektubu göğsümüze bastırarak, iyice sardığımız gül kokulu nağmeleri arıyoruz…Sokak başında bıkmadan usanmadan beklerdik sevdiğimizin geçişini…Bir an görmek için saatlerimizi seve seve feda ederdik…Çünkü, çok çıkmazdı o zaman kızlar evlerinden…Göremezdiniz istediğiniz her an…Şimdi sevdiğimizi görmek zor değil artık!..Ama yitirdik eski duygularımızı, sevgiye aşka olan saygımızı…Kolay av oldu artık sevdalarımız…

Sevdiğim bir şarkıda şöyle der: “ Hakkım yok seni sevmeye / Çıktın karşıma ne diye / Sen başkasının malısın / Kalbim bunu nerden anlasın / Unutmam lazım çünkü sen / Arkadaşımın aşkısın…” öyleydi gerçekten eskiden…Aşklara saygı vardı…Hele arkadaşınız ise söz konusu olan bağrınıza taş basar, belli etmezdiniz sevdiğinizi…Şimdi öyle mi?..Arkadaş falan hak getire…Kim kimi ayartabilirse, hiç acımadan, içine sindirerek, arkadaşının elinden alıveriyor sevdiğini…Siz olur mu böyle şey, deseniz de fark etmiyor…Anında gerçekleşiveriyor bu istenmeyen olay!..

Bir hasta ziyaretine gitmiştik hastaneye…Genç biriydi hastamız…Önemli bir ameliyat geçirdiğini öğrendik…Ben hastayı fazla tanımıyordum…Babası arkadaşım olduğu için ziyarete gitme gereği duydum…Eşimle birlikteyiz…Eşimin de bir kız arkadaşı bize eşlik ediyor…Hastane kapısının önünde merdivenlerden çıkıyoruz…Hafif bir yağmur var o anda…Kapının giriş bölümünde bir genç kız bir ileri bir geri gidip geliyor…Tedirgin ve mutsuz…Eşimin kız arkadaşı hafif bir işaretle onu gösterdi bize…”Dikkatli bakın!..Sonra olayı anlatacağım size…” uyarısında bulunarak…’. 2.Kata merdivenlerden çıktık spor olsun diye…Oda numarasını bildiğimiz için kolay ilerledik koridordan…Odaya girdik ve bazı kişilerin de orada olduğunu gördük…Geçmiş olsun dileklerimizi ilettik…Çiçeğimizi verdik…Kısa bir hastalık muhabbeti esnasında hastanın eşinin huzursuzluğu dikkatimi çekti…Arada bir pencereden dışarıya bakıyor ve sonra tekrar bize doğru dönüyordu…Öyle tedirgindi ki diken üstünde oturur gibi…İyi dileklerimizi ilettik ve ayrıldık odadan…Başladı eşimin kız arkadaşı anlatmaya…” Hasan’la 3 yıl önce evlendi Feriha!..Kapıda gördüğünüz kişi de Esra!..Feriha’nın can ciğer arkadaşı…Daha doğrusu arkadaşı idi…Esra ile Hasan birbirlerini seviyorlardı…Bu Feriha ne yaptı etti, Esra’nın elinden Hasan’ı aldı ve onunla evlendi…Öyle sarsıldı ki Esra, uzun bir süre kendine gelemedi…Hiç kimseyle de evlenmedi…Şimdi Hasan için gelmiş sanıyorum…Ben her ikisini de tam tanımıyorum; ama Feriha çok fettan bir kız diye duydum…Ne yapmış etmiş, Hasan’ı elinden almış Esra’nın… Hasan’ı ziyarete gelirse diye odada tedirgindi Feriha!..” Şaşkınlıkla baktık eşimle birbirimize…Bu nasıl arkadaşlıktı böyle!..İnanamadık duyduklarımıza…Ama gerçekti ne yazık ki…

Eskiden ömürlüktü aşklar!..Gözü başkasını görmezdi aşıkların!..Şimdi aşklar anlık!..Daha doğrusu adı aşk; ama yaşananlar aşk değil…

Bir ömürlük aşklardan bir gecelik ilişkiye uzanan değişkenlik…Ne yaman bir çelişki!..

Sevgiyle kalın!..

Asım ERDOĞAN







Her işin başı sağlıktır, deriz…Ama, nedense sağlığımızı koruma konusunda yeterli dikkati ve özeni göstermeyiz…Nitekim, arabamızın yıllık bakımını ihmal etmeyiz de sıra kendi sağlığımızla ilgili kontrollere geldiğinde sürekli erteleriz…Mecbur kalmadıkça da doktora muayene olmayız…Doğru değil bu yapılanlar tabi… Anlaşılması çok zor bir çelişkiyle karşı karşıyayız …Sigara içmenin sağlığa ne kadar zararlı olduğunu bilip de sigara içmeye devam etmek gibi bir şey bu…Hastalık hastası olanlarımız da var tabi…En küçük bir rahatsızlıkta doktora gidenler, genellemenin dışında kalan istisnalardır…Onların da ayrıca değerlendirmeye alınması gerekir…Çünkü hastalık hastası olan bir kişinin de beden ve ruh sağlığının yerinde olmadığı, rahatlıkla söylenebilir…

Prof. Dr. Osman MÜFTÜOĞLU bir yazısında şöyle diyor: “Wellness son yılların sihirli sözcüklerinden biri, belki de birincisidir… Bu İngilizce sözcüğün tam karşılığını (pek çok dilde olduğu gibi) bizde de sadece bir kelime ile ifade etmek kolay değil... Biz wellness’ı "kendini iyi hissetmek" olarak tanımlıyoruz… Ama onun bundan çok daha derin anlamlar taşıdığını da biliyoruz… Wellness bir yaşam tarzıdır… Bu yaşam tarzı, "hayatın keyifli, eğlenceli, sağlıklı, uzun, enerjik, ruh ve beden dengesi içinde yürütülmesini" tanımlar... Bir başka deyişle "yemeğinizi bir takıntı veya ihtiyaç olmaktan çıkarıp sağlıklı ve hoş bir eğlenceye dönüştürebildiğiniz, stresi hayatınızı daha üretken hale getiren bir araç gibi yönetebildiğiniz, fiziksel aktivite ve egzersizleri olmazsa olmaz bir yaşam biçimi olarak sürdürdüğünüz ve kendinizi daima formda, enerjik hissettiğiniz yeni bir hayat"ın adıdır wellness yaşamı…

Bu hayatı benimseyenlerde beden-ruh dengesi daha sağlamdır… Kaslar ve kemikler daha güçlü, iç organlar daha sağlıklı ve verimli, beyin daha üretken, hayat daha neşelidir… Wellness yaşam tarzını sürdürenler kilo sorunu nedir bilmezler… Hastalığı da, sağlığı da akıllıca yönetirler… Yaşam kaliteleri daha yüksektir…Yani daha az hasta olurlar, daha sağlıklı bir hayat sürerler… Fiziksel ve zihinsel kapasiteleri de, uyumları da mükemmeldir… Bu nedenle daha uzun ve sağlıklı bir hayatı zaten hak ederler...

Wellness’a inananlar daha olumlu, iyi huylu, yapıcı, üretken, hoş görülü ve huzurludur… İnsanlarla daha samimi ilişkiler kurar, daha az eleştiri, daha çok övgüye odaklanırlar... Kendilerinden emindirler… Hatalarını da, güçlerini de, günahlarını da, sevaplarını da iyi bilirler… Wellness onlara mükemmel bir sağlık yanında optimal bir fizyolojik ve psikolojik güç ile yeteri kadar sosyal başarıyı çoktan sağlamıştır…

Wellnes yaşam tarzını benimseyen biri, sigara içmez, alkol tüketimini abartmaz… Uykusuna önem verip kişisel temizliğine özen gösterir… Öz saygısı yüksektir… Sadece bedensel değil ruhsal yönden de esnektir… Zihin açıklığı maksimum düzeydedir… Bütün bunları wellness’ın kazandırdığı yüksek enerji düzeyi ile başarır… Kendini formda hissetmek onun için yemek içmek kadar doğal, sıradan bir şeydir… Bitkinlik, yorgunluk, halsizlik, uyku hali, unutkanlık, depresyon gibi sözcükler onun kitabında yer almaz!..

Wellness yaşam tarzını benimseyenler işlerinde daha verimlidir… İşyeri ve işe uyumları mükemmeldir. İşe devamları tamdır… İşyerinde stres üretmezler… Evlerine iş stresleri ile dönmezler… Diğer çalışanlar ve patronları ile ilişkileri mükemmeldir... İyi odaklanır, çabuk konsantre olurlar...

Wellness daha çok sosyal başarı demektir.. Formda, güçlü, sağlıklı ve kendini iyi hisseden biri çevresi ile daha güçlü, etkili bağlar kuracaktır… Daha verimli ve sağlam dostluklar edinecek, daha keyifli arkadaşlar bulacaktır… Yaşam tarzını "kendini iyi hissetmek" üzerine odaklayanlar sadece kendileri huzurlu olmazlar... Çevrelerine de huzur, sevgi, iyi enerji saçarlar…

Wellness yaşam tarzını benimsemek, kendini daha iyi ve zinde hissetmenin en etkili yoludur. Bu yaşam tarzına giden yolun iyi beslenme, düzenli fiziksel aktivite, güçlü bir beden-ruh ilişkisi ve psikolojik dengeden, akıllı bir stres yönetimi ve kaliteli bir uykudan geçtiğini lütfen unutmayın…”

Sevgili dostlar!..Kendinizi nasıl huzurlu ve mutlu hissediyorsanız, öyle yaşayın…Beden ve ruh sağlığınıza önem verin…Yaşamın güzelliğine inanın!..Yaşama sevincinizi hiç eksiltmeyin…Yaşam kalitenizi düşürmeyin…Sizleri yıprandıracak her türlü olumsuzluktan uzak durmaya çalışın…İnsanları, hayvanları, doğayı sevin!..Yüreğinizi huzurla doldurun!..Hoşgörülü ve sevecen olun!..

Sağlıklı ve huzurlu bir yaşam dileğiyle…

Sevgiyle kalın!..

Asım ERDOĞAN





Havada beyaz ve hafif billurlar biçiminde donarak yağan su buharına kar deniliyor…İlginç özellikleri var kar tanelerinin…Öğrendiğimde hayretler içerisinde kalmıştım… Çok sayıda kar kristal çeşidi olmasına rağmen hepsinin altı köşeli olması ne kadar ilginç…Daha da ilginci kar tanelerinin kristal yapıları birbirinin tıpa tıp aynısı değil... Mikroskopla büyütülen kar taneleri üzerinde yapılan araştırmalarda, kristal yapıları birbirinin aynı olan iki kar tanesine rastlanmamış... Kar kristalleri üzerinde ilk araştırmaları yapan ABD'li Wilson Bentley, gördüğü muhteşem sanat karşısında adeta büyülenmiş ve elli yıl boyunca sürekli kar kristali resmi çekmiş... Elde ettiği 6000 resim içinde kristal yapıları birbirinin aynı olan iki kar tanesine rastlayamamış... Daha sonraları diğer bilim adamlarının sürdürdüğü çalışmalar neticesinde şimdiye kadar kar tanecikleri arasında aynı büyüklükte, aynı şekilde ve aynı sayıda su molekülü ihtiva eden iki kristal bile bulunamamış...Ne büyüleyici bir özellik bu…

Elimde çay bardağı, ağır ağır yudumlarken çayı, kar yağışını izliyorum penceremden…Hafiften Adamo’nun “Her yerde kar var” şarkısı çalıyor...Nazlı nazlı iniyor kar taneleri penceremin pervazına…Her taraf bembeyaz karlarla örtülü…Kuşlar bir oraya bir buraya uçuyor şakıyarak…Kaldırımlarda itina ile yürüyen az sayıda insan, sık sıkı giyinmiş, dolmuş durağına yürüyor…Güzel bir Pazar sabahı…Kar manzarası eşliğinde yapılan harika bir kahvaltı…Tertemiz bir hava…Daha ne ister insan!..Yüreği sevgi dolu, her şeye rağmen yaşamayı amaç edinmiş, hırsına yenik düşmeyen, iyi niyetli, hoşgörülü, nefreti barındırmayan, kıskançlığı, haseti, köşe dönme arzusunu def edebilmiş insanlar için kar, huzurdur, mutluluktur, temizliktir…Diyeceksiniz ki sıraladığınız özelliklere sahip olmayanlar kar yağışını izlemeyi sevmezler mi?..Elbette severler…Ama onlar, hep maddi açıdan değerlendirirler karın yağışını…Ya maddi kayıpları olur kar nedeniyle kızarlar ya da maddi kazançları olur kar sayesinde, sevinirler…

Kar topu oynayan çocuklar görüyorum, penceremden…Ne kadar da mutlular…Her kar yağışında sokak hayvanlarını düşünürüm, ne yerler, nasıl karınlarını doyururlar diye…Derme çatma evlerde oturan yoksulları düşünürüm…Bu soğukta çok nüfusla ne yerler ne içerler diye…Sokaklarda yatanları düşünürüm, nerede yatarlar, nerede karınlarını doyururlar diye…Hayıflanırım…Çok param olmasını sadece bu nedenlerle isterim…Üzülürüm…

Gerçekten, aç yatan bir tek insanımız bile olmamalı…Lafta kalmamalı yapılması gerekenler, yapılmalı…Sahte yoksul severlik gösterilerine son verilmeli…Siyasetin kirli oy avcılığına, din istismarlığına, seviyesiz tartışmalara, yolsuzluklara, adam kayırmacılığa, sahtekârlığa, düzenbazlığa, ihtiraslara son verilmeli…İktidar partisi sadece kendi yandaşlarına değil, halkın tümüne kucak açmalı…Kimse mağdur edilmemeli…İşsizlik, yoksulluk ve yolsuzluğa karşı acil önlemler alınmalı…

Kar yağışını izlerken zihnimden geçen düşüncelerdi bunlar…Samimi, ön yargısız düşünceler…Adamo’nun “Her yerde kar var” parçasını yeniden dinliyorum…Gözlerim kar tanelerine takılı…Evet!..Her yerde kar var, kalbim sizinle bugün…

Sevgiyle kalın!..

Asım ERDOĞAN